1. Andromeda Nebulası (Ivan Yefremov / İthaki Yayınları)
“Ivan Yefremov, modern bilimkurgunun nasıl yazılması gerektiğini gösterip Sovyet bilimkurgusunun altın çağını başlattı.” -Boris Strugatski
Aynı zamanda bir biliminsanı olan Ivan Yefremov, Sovyet Rusya’da bilimkurgu edebiyatının öncülerinden biri. Başta Strugatski Kardeşler olmak üzere birçok Sovyet yazara ilham veren ve onlara yol gösteren belki de en önemli yazar. Andromeda Nebulası da sosyal içeriği ve Yefremov’un sahip olduğu bilimsel bakış açısıyla ilk modern Sovyet bilimkurgusu olarak kabul ediliyor.
Kimsenin aç kalmadığı, fakirliğin yok olduğu, sınıf ayrımının ortadan kalktığı, insanların potansiyellerinin zirvelerine ulaşmak için tüm imkânlara sahip oldukları klasik bir komünist ütopya anlatısı Andromeda Nebulası. Zamanın bilimsel gelişmelerini sonuna kadar kullanmakla kalmayıp geleceğin toplumları hakkında çağdaşı bilimkurguların ötesinde şeyler söylemeyi de beceren, bunu yaparken macera dolu bir hikâye anlatmayı ihmal etmeyen bir kitap.
2. Las Vegas’ta Korku ve Nefret (Hunter S. Thompson / İthaki Yayınları)
Amerikan gazeteciliğinin ve edebiyatının yirminci yüzyıldaki en tartışmalı figürlerinden biri olan Hunter S. Thompson, döneminin en büyük akımlarından olan “Gonzo gazeteciliği”nin kurucusu olmasının yanı sıra önemli bir altkültür ve siyaset figürü. Thompson’ın 1998’de Terry Gilliam tarafından sinemaya da uyarlanan romanı Las Vegas’ta Korku ve Nefret hem edebiyat hem de sinemada kült bir eser.
Thompson, Amerikan rüyasının karanlık yanını bulmak için avukatı ile birlikte Las Vegas’a gider. Los Angeles’tan çıkıp çöl boyunca tam gaz ilerlerken, böyle tehlikeli bir görevi gerçekleştirmenin tek bir yolu olduğunu anlarlar: Kafayı iyice bulmak. Muazzam bir uyuşturucu cephaneliğiyle silahlanan ikili, dünyanın bayağılık başkentinde manik ve gerçeküstü bir tura çıkar. Casino yöneticileri, polis memurları ve her çeşit Orta Amerikalı ile yaşanan tehlikeli ve kimyasallarla yüklü karşılaşmalarda sanrılı bir mizah ve kâbuslara yaraşır bir dehşet hiç eksik olmaz.
İnsanı gülmekten yerlere yatıran, cesur, özgün ve özünde fazlasıyla ciddi Las Vegas’ta Korku ve Nefret, altmışların Amerika’sında yıkılan hayallere dair bir modern klasik.
“Yazarlar için önemli olan iki sıfat vardır sadece… ‘müthiş’ ve ‘olağanüstü’. Hunter S. Thompson ikisine de sonuna kadar sahip çıkıyor. El yakan, çığır açan, muhteşem bir kitap.” -Tom Wolfe
“Amerikan edebiyatında Çıplak Şölen’den beri yazılmış en eğlenceli eser. Uyuşturucu çağının başyapıtı.” -New York Times
3. Ayağına Taş Değmesin (Birol Tezcan / İthaki Yayınları)
Yollar…
Revan olduğumuz, ortasında kaldığımız, kendimizi unuttuğumuz, menzili şaşırdığımız, kaybolduğumuz yollar. Bazen seyyah bazen yolcu olduğumuz, sürüldüğümüz, kırıldığımız, acıyla, huzurla, kederle, hasretle, neşeyle çıktığımız yollar.
Birol Tezcan üçüncü öykü kitabıyla bizi bir yolculuğa davet ediyor. Ayağına Taş Değmesin bir yol kitabı. Fakat sıradan bir yol kitabı değil. Yolun değiştirdiklerinin, yoldan çıkanların, yolu bulamayanların, yola dönüşenlerin öyküleri var bu sayfalarda. Birbirimizi daha yakından tanıyalım. Yol açık, hadi yola çıkalım.
“Sustu. Bana baktı. Dinlediğime kanaat getirdi belki. Belki de ben öyle sandım. Sustu. Pencereden dışarı baktı. O bakınca ben de baktım. Dağlar geçti uzaktan. Ağaçlar geçti yakından. Sanki anlaşmışız gibi, sanki mizansenmiş gibi, aynı anda birbirimize baktık. Ben sustum. Bir yudum daha aldı içkisinden. Bana baktı. Beni görmeden baktı. İçime baktı. Ya da benden öte bir şeye baktı. Benden öte bir yere baktı. Ben yokmuşum gibi anlattı. Bana anlattı. Benden öte anlattı. Uzun bir ağıt gibi anlattı.”
4. Fanon’un Hayaletleri (Kolektif / İthaki Yayınları)
“Hayaletler, modern toplumların ayrılmaz parçaları, kurucu çelişkileri veya fark unsurlarıdır. Ekonomik eşitsizliklerin yanı sıra kültürel eşitsizliklerin üzerinde dolaşan hayaletler. İşte, hiç kimse bu hayaletlere Frantz Fanon’dan daha çarpıcı bir biçimde dikkat çekmemiştir.”
Bu kitap, altbaşlıkta ifade edildiği gibi, Fanon’la konuşmayı sürdürme arzusunun ürünü. Kitabı oluşturan makalelerin anafikri, Fanon düşüncesindeki eleştirel potansiyelleri ortaya koymak biçiminde ifade edilebilir.
“…biz onu unutmuş olsaydık da Fanon bizimle konuşmaya devam edecekti. Elinizdeki kitapta bu konuşmaya eleştirel-rasyonel bir biçim vermeyi, ona yeniden siyasal biçim kazandırmayı amaçladık. Hayaletsiz bir gelecek mümkün mü?”
5. İyilik (Şebnem İşigüzel / İletişim Yayıncılık)
“Hayatımın değişmesine çok az zaman kalmıştı ve ben bundan habersizdim. Yaz sonu kanser olduğumu öğrenecektim. Bütün bunların öncesinde yaz kötü başlamıştı. Sebebi özel hayatımdı. Hatta bizzat kendim. Bir anlamda geçmişim.”
Metropolün alışıldık düzeni, harcayan ve harcatan tıkırdaması. Markalar, modalar, bambaşka kokular… Güzel paralar… Batan gemide ölmeye hazırlanan bir kadın. Şahane bir pozcu, maharetli bir yalancı. Koparıp aldığı, sahip olduğu tek umut için sürükleniyor koca İstanbul’da… Külkedisinin bile ayakkabısı var. Hem, ışık bir kere düşüyor insanın üstüne.
Şebnem İşigüzel, sevilmek ve ayakta kalmak isteyen, isyan eden ve yenilen bir hayatı anlatıyor.
İyilik, şimdiki zaman trajedisi. Çürüyen bir diş.
6. İyi Adamın On Günü (Mehmet Eroğlu / İletişim Yayıncılık)
Dört kadın ve bir adam. Kadınlardan en alımlısı ona ihanet etti; en zengini ondan çetrefil bir bilmece çözmesini istedi; en kurnazı labirentten çıkışı gösterdi; en seveceni ise hayatını hiç olmadığı kadar güzelleştirdi…
On günde olup biten bir muamma… Kayıp bir meleğin peşine düşen herkesçe “iyi bir adam” olarak bilinen eski avukat Sadık’ın hafiyelik ve hayatındaki kadınlarla yüzleşme hikâyesi…
İyi Adamın On Günü, Mehmet Eroğlu’nun dünyasında ayrıksı duracak yeni ve kıymetli bir parça. Katman katman açılan; yalanlarla, hazlarla ve esrarengiz cinayetlerle örülü şaşırtıcı bir polisiye. “Adalet, adalet dedin mi, Alyoşa ya da Mişkin kalmak mümkün değil.”
“…Galiba cesaret sandığımız şey, korkunun yokluğundan ya da korkuya alışmaktan ibaret…” Cesaretimin sırrını vermek için daha da eğildim. İçimden gülmek geliyordu: “Hem risk almadan, yaşamını ortaya sürmeden adalet elde edilmiyor.”
7. Rus Devrimi’nin Kısa Tarihi (Geoffrey Swain / İletişim Yayıncılık)
Çar yönetiminden mutsuz bir kitlenin benzersiz bir örgütlenmeyle harekete geçerek gerçekleştirdiği 1917 Rus Devrimi, tarihin ilk komünist devletinin kurulmasına neden oldu. Toplumsal ve ekonomik birçok değişikliği beraberinde getiren Sovyetler Birliği, dünya tarihine damga vurdu ve günümüzde hâlâ ilgi uyandırmaya devam ediyor. Peki bu devrimin öncülleri nelerdi? Örgütlenme nasıl gerçekleşti? Fikir önderleri kitleleri nasıl etkiledi ve yol gösterdi? Rusya toplumunun düşünce yapısı devrimde ne kadar etkili oldu ve bu toplumun hangi kesimleri, nasıl roller üstlendi?
Geoffrey Swain bu kitabında yeni bir bakış açısıyla devrimi tekrar ele alırken bu soruların cevaplarını arıyor. “Elinizdeki kısa tarih […] Rus işçi sınıfının 1905’ten itibaren istikrarlı bir biçimde reformistten ziyade devrimci olduğunu ve Şubat 1917’de ortaya çıkan sapmanın yeni kurulan Sovyet’in başına, önde gelen reformistleri rastlantısal olaylar sonucu getirdiğini, Haziran sona ermeden, belki de daha öncesinde Bolşeviklerin işçi sınıfının geleneksel devrimci reaksiyonunu yeniden ortaya çıkarmak için büyük çaba harcamış olduğunu iddia ediyor.” -Geoffrey Swain
8. Afyon ve Diğer Öyküler (Geza Csath / Can Yayınları)
Psikiyatr, müzik eleştirmeni ve yazar Géza Csáth XX. yüzyıl Macar edebiyatını yenileştiren öncü yazarlardan biri kabul edilir. Karanlık, tuhaf atmosferleriyle öne çıkan öykülerinde, aldığı tıp eğitiminin etkileri net biçimde görülür. Modern psikolojinin ruhunun hâkim olduğu yapıtlarında karakterlerin grotesk, karmaşık dünyasına adeta otopsi yapan bir doktor gibi derinlemesine iner. Özellikle uyuşturucu bağımlılığı konusunda hem kendi deneyimleri hem de klinik deneyiminin yansımalarının ortaya çıktığı öyküleri, yaşadığı yüzyılın büyük çöküşünü bireyler üzerinden acımasız, net ve yalın biçimde anlatır. Türkçeye ilk kez çevrilen yazarın Afyon ve Diğer Öyküler isimli derlemesi, insan doğasına bambaşka bir bakış açısı sunuyor.
9. Esirgeyen Gökyüzü (Paul Bowles / Can Yayınları)
Kit ve Port Moresby, New York’un aydın çevresinden kaçmak ve sorunlu evliliklerini yoluna koymak için soluğu Kuzey Afrika’da almış Amerikalı bir çifttir. Başta görkemli coğrafya onları etkisi altına alsa da, bu bilinmez dünyanın tehlikeleri çok geçmeden peşlerine düşecektir. Bu iki insan, aralarındaki uçurum genişledikçe değerlerinden ve inançlarından uzaklaştıklarının farkına varır; dahası, yalnız birbirlerini değil, hayatlarını da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar.
Modernizmin aykırı ustalarından Paul Bowles’un ilk romanı olan Esirgeyen Gökyüzü, sömürgecilik sonrası Afrika gerçeğiyle Batılı okuru ilk defa yüzleştirmiştir. Medeniyetin tekinsiz ve kaçınılmaz sonuçlarının uçsuz bucaksız bir çöle gölgesini düşürdüğü bu trajik yol hikâyesi, yazıldığı zamanki yalınlığı ve şiddeti hâlâ koruyan bir modern klasik.
10. Kallocain (Karin Boye / Profil Kitap)
“Kallocain”, İsveç edebiyatının önemli isimlerinden Karin Boye’un yazdığı 1940 tarihli bir distopya. İdealist bilim adamı Leo Kall’ın gözünden anlatılan hikâye, totaliter bir dünya devletinin tasvirini sunuyor okuyucusuna. Kall, düşüncenin gizliliğini reddeden ve birey olarak insanın “devlet organizmasında mutlu, sağlıklı bir hücreye” dönüşmesini hedefleyen bir ilacı, Kallocain’i icat eder. Bir nevi doğruluk serumu olan bu ilaç, enjekte edildiği kişinin, bilincini yitirmeden kendine dahi itiraf edemediği gerçekleri söylemesini sağlar. Böylelikle “Düzen” olarak adlandırılan devlette insanlar düşünceleri ile yargılanabilir hale gelir. Ağır gözetim altında ve yasal belirsizlik içerisinde olan bir toplumun fertleri arasındaki ilişkilerin ön plana çıkarıldığı bu romanda; totaliter bir devlette benlik kavramı, hayatın anlamı ve sevginin gücü temalarına odaklanılıyor.
“Düşünce ve duygular, söz ve eylemlere sebep olur. Öyleyse bu düşünce ve duygular nasıl bir kişiye mahsus olabilir? Bütün silahdaşlar Düzen’e ait değiller mi? Eğer Düzen’e ait değillerse, bir kişinin düşünce ve duyguları kime ait? Bu zamana kadar düşünce ve duyguları kontrol etmek mümkün değildi fakat şimdi kontrol etmenin yolunu biliyoruz.”
10’dan fazla dile çevrilen ve 2016 yılında, 1941 Retro Hugo En İyi Roman Ödülü’ne aday gösterilen Kallocain, yirminci yüzyılın çekişmeli, yırtılmış Avrupa’sından çıkan en güzel eserlerden…
11. Son Tanıklar-Çocukluğa Aykırı Yüz Öykü (Svetlana Aleksiyeviç / Kafka Kitap)
2015 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in önemli eserlerinden Son Tanıklar, 1941 Haziran’ında başlayan Nazi işgalini çocuk olarak yaşamış insanların öykülerine odaklanan etkileyici bir sözlü tarih çalışması…
İsveç Akademisi, Svetlana Aleksiyeviç’e Nobel Ödülü verdiğinde yazarın “yeni bir edebi tür” yarattığını belirtmiş, eserlerini de “duyguların ve ruhun bir tarihi” sözcükleriyle betimlemişti. Aleksiyeviç uzun bireysel monologları farklı seslerin duyulduğu bir kolaja dönüştüren özgün dokümanter tarzıyla, kendilerine nadiren konuşma fırsatı verilen, yaşantıları da çoğu zaman ülkenin resmi tarihine karışarak yitip giden sokaktaki insanların hikâyelerini kayıt altına alıyor.
Son Tanıklar’da Aleksiyeviç 1941’de güneşli bir yaz günü başlayan ve 1945’e gelinene dek SSCB’de yirmi milyonu aşkın insanın hayatını kaybetmesine yol açan Nazi işgali ve II. Dünya Savaşı dönemini, o zamanı çocuk olarak yaşamış insanların tanıklıklarıyla aktarıyor.
Kuşaktan kuşağa aktarılarak Sovyet insanının kaderini sonsuza kadar değiştiren bu büyük travmanın, uzak köylere, küçük şehir ve kasabalara, ormanın derinliklerine sığınmış korku dolu anne ve çocuklara kadar tüm Sovyet coğrafyasına nasıl yayıldığını o günlerin çocuklarının deneyimleriyle anlatan kitap, belki de en çok, hep büyüklere özgü kahramanlıklarla, kayıplarla özdeşleştirilen savaşın, asıl olarak çocukları bir anda ne büyük acılarla büyüttüğünü, büyümek zorunda bıraktığını gözler önüne seriyor. Neredeyse hepsi babasız, hatta kimi zaman da annesiz büyümüş, oyuncaklarla oynamak yerine bomba gümbürtüleri olunca kulaklarını kapamayı öğrenmiş, güzel çikolatalar, şekerlemeler yerine ot yemiş, toprak yemiş, hatta ev hayvanlarını, sokak hayvanlarını yemek zorunda kalmış çocukların öyküleri, savaşın ne kadar büyük acılara yol açabileceği konusunda bize bir kez daha uyarıda bulunuyor.
“Vaktinde Dostoyevski şöyle bir soru atmıştı ortaya:
Eğer masum bir çocuğun gözünden tek damla yaş dökülecekse, barışın, mutluluğumuzun ve hatta yeryüzünde ebedi uyumun sağlanması ve temellerinin güçlü bir şekilde atılması için yaşanacakla mazur görülebilir mi? Sorusunu yine kendi yanıtlamıştı Dostoyevski; hiçbir ilerleme, hiçbir devrim o gözyaşının dökülmesini haklı gösteremez.
Hiçbir savaş. O gözyaşı damlası her daim her şeyden kıymetlidir. O tek damlacık gözyaşı…
“Köyde hiç çocuk kalmamıştı. Sokakta beraber oyun oynayacak kimse yoktu…”
12. Ayrıntılara Aşık Adam (Alberto Manguel / Kırmızı Kedi Yayınevi)
Vasanpeine, Poitiers’de yaşayan çipil gözlü, hantal, donuk bir hamamcıdır. Silik görünümünün ardında eşine az rastlanır nitelikte doğuştan bir yetenek gizlidir: dünyayı bütünden ayrı tanımlanabilir parçalar biçiminde görebilmek. Uzun süre farkına varamadığı bu duyarlılık, aynı şehirde kitapçı dükkânı işleten Mösyö Kusakabe’ye rastlamasıyla birlikte, tutkuyla sarıldığı bir sanata ve gitgide marazi bir saplantıya dönüşecektir.
13. Beyaz Deniz (Roy Jacopsen / Yapı Kredi Yayınları)
Yıl 1944… Çocukluk adası Barroy’e geri dönen Ingrid, artık sadece onu ağırlayan bu ıssız kara parçasında denizin ve gözyüzünün güçlerine kafa tutup kışa hazırlanıyor; ağları seriyor, çitleri onarıyor, denizi ve kuşları gözlüyor. Her karışını tanıdığını sandığı Barrøy’ü bu kez genç bir kadının algısıyla yeniden anlamlandırırken kara kış onu yalnızlıkla, korkularıyla ve beklenmedik bir aşkla sınıyor.
Norveç’in yaşayan en önemli yazarlarından Roy Jacobsen, büyük bir beğeni kazanan Görülmeyenler’in devamı niteliğindeki Beyaz Deniz’de tabloyu daha da büyütüyor ve ülkenin kuzeyindeki küçük bir adada yaşayan Barroy ailesinin hikâyesini İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarına taşıyor.
Ödüllü yazar Jacobsen’in içe işleyen yalın anlatımı, okurunu yine ustalıkla ve incelikle sarsıyor.
Ingrid doğduğundan beri aramıştı, böğürtlenleri, yumurtaları, kuş tüylerini, balıkları, deniz kabuklarını, ağa asılacak taşları, koyunları, çiçekleri, tahtaları, pirinci… bir adalının kafası ve elleri neyle uğraşırsa uğraşsın gözleri durmadan arar; adaların, denizin üzerinde dolaşan huzursuz bakışlar en ufak bir değişiklik görünce oraya çivilenir, en önemsiz işaretleri algılar, ilkbaharı daha gelmeden görür, karları daha girinti çıkıntıları beyaza boyamadan tanır, hayvanları ölmeden, çocukları düşmeden önce fark eder, beyaz kanat yığınları altındaki denizde görünmez balıkları görür. Adalıların çarpan yürekleri gözleridir.
14. Sıradışı Yazarlar: Joyce’tan Dickens’a Büyük Yazarların Takıntıları ve Tuhaf Alışkanlıkları (Celia Blue Johnson / hep kitap)
hep kitap’ın yazmayı ve okumayı hayatının merkezine yerleştirenlere yol arkadaşlığı yapmayı hedefleyen “Atölye” serisi bu defa yazarların eğlenceli ve şaşırtıcı yanlarını ortaya çıkarıyor; en mahrem mekânlarının, çalışma odalarının kapılarını açıyor okura: Sıradışı Yazarlar: Joyce’tan Dickens’a Büyük Yazarların Takıntıları ve Tuhaf Alışkanlıkları.
Kimi gece çalışmayı seviyordu, kimi gün doğarken. Kimi çalışma odasını gittiği her yere taşıyordu, kimi yatakta uzanmadan çalışamıyordu, kimiyse ayakta yazıyordu. Hayran olduğumuz cinayet sahnelerini küvette elma yerken yazan Agatha Christie; hikâyelerini omzunda bir kediyle kaleme alan Edgar Allan Poe; trafikte, arabasının içinde yazmayı seven Gertrude Stein…
Birbirinden tuhaf alışkanlıkları ve takıntılarıyla dünya edebiyatının önemli isimlerinin en özel anlarına tanıklık etmek istemez misiniz? Celia Blue Johnson’ın detaylı araştırmasının eseri Sıradışı Yazarlar, her yazarın kendine özel tuhaf bir yolu olduğunun kanıtı!
15. Hatıralar-Yüzyılımızda Yalnız Yolculuğum (Roger Garaudy / Timaş Yayınları)
Ben geçitlerden de geçtim, çıkmazları da yaşadım. İsterim ki, bunca mücadelenin, düşüşün ve yanlışın, umudun ve kardeşçe buluşmaların bana kazandırdıkları benimle gömülüp gitmesin.
Fikir ve eylem adamı olarak 20. yüzyıla adını yazdıran Garaudy, elinizdeki kitabı bu cümlelerle özetliyor.
Stalin’den Nasır’a, De Gaulle’den Fidel Castro’ya, Bachelard’dan Jean-Paul Sartre’a, Pablo Neruda’dan Picasso’ya nice ünlü devlet, düşünce ve sanat adamlarıyla görüşüp tartıştığı meseleleri okuyucularıyla paylaşıyor.
Yazar, yaşadıklarından hareketle kendisinin kim olduğunu ve ne için yaşadığını sorgularken; tespitleri, tahlilleri ve teklifleri ile geleceğin dünyasına da ışık tutuyor.
Güleryüzlü bir geleceğe özlem duyanların heyecanla okuyacakları çok önemli hatıralar ve gerçek anlamda bir temel eser…
16. Yağlıboya Babaanne (Lale Tara / Oğlak Yayıncılık)
Öykülerin birbirini tamamlayarak yol aldığı bu kitap, aşkı ve yaşamı tutkuyla deneyen bir avuç gencin, ama öncelikle İstanbullu bir genç kızın anlatısı… Genç olmanın belki de son kez bu denli düşsel, tutkulu ve masum olduğu yetmişli yıllarda, Bern’de konservatuvar sınavlarına hazırlanan genç kız, İstanbul’dan kalma koruyucu anıları ve şimdinin akışkanlığı içinde dünyada kendi adına bir öykü kurmanın yollarını ararken, bizi de sahne kostümleri gibi tamamlayıcı karakterlere dönüşen kıyafetlerinin eteğinde sürüklüyor.
Fotoğraflarıyla tanıdığımız Lale Tara ilk kitabı ile Oğlak Yayınları’nda…
Rönesans sanatının baş tacı Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sıyla Louvre Müzesi’ne gelerek tanışma şansını yakalamıştım. Rahmetli babaannemin Rönesans’da gezinen ressam kişiliği ve ondan geriye kalan iki resimden biri olan kopya yağlıboya Mona Lisa, Narmanlı Apartımanı’ndaki kiralık dairede büyükbabamdan yadigâr kalan Amerikan yazı masasının yanındaki duvarda asılıydı. Haliç’i gösteren diğer yağlıboya resimse koridorun duvarındaydı. Dört yaş civarı tesadüfen babaannemin bir fotoğrafını görene kadar yazı masasının yanındaki duvarda asılı duran kopya Mona Lisa’nın babaannemin portresi olduğunu düşünüp durmuştum hep.
17. Görünmez Gemi (Necva G. Esen / Herdem Kitap)
1960’lar Türkiye’sinin küçük, kendi halinde, tipik bir endüstri kasabası: Heybetli bacasıyla fabrika, tek katlı lojmanlar, nefis bir sahil, lokal, tren yolu, kumsal, deniz ve nereye el atsan arkeolojik kalıntılar- denizin dibinde, tepelerde, bahçelerde… Soğuk, karlı bir kışı geride bırakan kasaba sakinleri, yaşadıkları yerin tüyler ürpertici sırrından habersiz, yazı dört gözle beklemektedirler. Jülide hariç. Jülide, ağabeyi Tanju tarafından sürekli dışlanmaktadır ve üstelik hiç bir arkadaşı yoktur -hayvanları saymazsak tabii. Bir gün olağanüstü bir olaydan sonra kendini müthiş bir maceranın içinde bulur. Artık yeni bir arkadaşı vardır: Vedat. İkisi birlikte, tarih ile mitolojinin iç içe geçerek sınırlarının belirsizleştiği bir zaman dilimine giderler. Ve yaşadıkları yerin inanılmaz sır perdesi binlerce yıllık bir hikâye sarmalı olarak yavaş yavaş gözlerinin önünde aralanır. Jülide ne kadar ileri gittiklerini fark edemez, Vedat’ın hayatı tehlikeye girer. Onu kurtarmak cesaretini nereden, kimden aldığını bilemez ama cüretinin bedelini ödemeye hazırdır. Ne yazık ki ölümsüz rakibi tahminlerinin üzerinde bir güce sahiptir ve şimdi bütün sevdikleri, herkes tehlikededir. Artık sadece kendi gücüne dayanmak zorundadır. Her sayfası heyecan, gerilim ve ilginç buluşlarla dolu; birçok katmanı olan, ‘bizden’ diyeceğimiz; sürükleyici, yediden yetmişe herkesin soluk soluğa okuyacağı bir kitap.
18. Cinsiyetsiz Hikayeler (Selma Sukas / Küsena Yayınları)
İnsanı unuttuk mu?
Cinsiyetlerimiz bizim hapishanelerimiz mi?
İnsan, insanı nasıl istismar ediyor veya insan nelere maruz kalıyor?
Cinsiyetlerimizi, bize bahşedilen “doğal” bir olgu olarak değil, bir istismar veya inisiyatif aracı olarak mı yaşıyoruz?
Kolektif bilinçaltımızdaki kodlamalar, önyargılar, etiketlemeler, ezberler her şeyi belirli şablonların içinde görmeye mi mecbur ediyor bizi?
Ama durun!
Bütün bu sorulardan yola çıkarak, kalıplaşmış olanı bozmaya kararlı bir yazar, 6 öyküsüyle ezberlerimizi allak bullak ediyor.
Bu kitapta, hiçbir karakterin cinsiyeti belli değil.
Kitaptaki her öyküde kahramanın cinsiyetini bilmeden okumaya başlıyoruz. Bazı işaretler elimizden tutsa da okuma adeta bir serüvene dönüşüyor. İşte öykülerdeki sihir de burada başlıyor. “Şu, kadın olmalı,” dediğimiz yerde, hemen bir burgaç gibi zihnimizi delen başka bir soru geliyor; “Neden erkek olmasın!” Ya da tam tersi.
Yazar, cinsiyetleri saklayarak insanı öne çıkarmaya çalışıyor.
Bu hikâyeler okura yeni bir deneyim vaat ediyor.
Her hikâye ayrı bir dünyanın içinde kaybolmamızı ve yolumuzu yeniden bulmak için durup hapishanelerimize dönüştürülen kimliklerimizin ötesinden bakmamızı sağlıyor.
19. Pornokrasi ya da Modern Zamanlarda Kadınlar (Pierre-Joseph Proudhon / Heretik Yayıncılık)
Proudhon, yaşamının son dönemlerinde toplumda kadının yerine ilgi gösterir. Özellikle adalet üzerine olan metinlerinde, karşı cinslerden oluşan bir çifti, tarafların her birine eşit bir değer vermeksizin, toplumun temel birimi olarak görür. Bu pozisyonuyla, zamanının kadın yazarlarının şimşeklerini üstüne çeker. Ölümünden sonra yayımlanan Pornokrasi, Proudhon’un bu kadın yazarlara cevabı niteliğindedir. Pornokrasi, aynı zamanda bu güçlü polemikçinin, cinsiyetlerin ikiliği üzerine kurulu organik toplum anlayışını ortaya koyduğu metnidir. Proundhon’un muhakemesi tek hatlı bir çizgi izler. Cinsiyetlerin ikiliği yoksa evlilik de yoktur; evlilik yoksa aile de yoktur; aile yok olduğunda ise tüm toplum yok olur: “Ev ve aile olmazsa, adalet olmaz, toplum olmaz: Salt bencillik, iç savaş eşkiyalık ortaya çıkar.” Zira Proudhon için birey yoktur; her şey, karşılıklı bir bağımlılık ilişkisiyle birbirlerine bağlanmış alt parça veya bölümlerden oluşur. Buradan varacağı sonuç ise, kendi içinde tutarlı olmakla beraber, en az metinleri kadar tartışmalıdır: Sadece bireyi, sadece çıkar ve hazları tarafından yönlendirilen bireyi dikkate alan bir toplum, tıpkı sadece grubu dikkate alan bir toplum gibi, ama elbette farklı yollarla, aynı sonuca varacaktır: Tiranlık. Pornokrasi, bu bağlamda kişisel egoizmlerin toplamının faziletlerini öven kapitalizmin varacağı mantıksal sonuç olarak belirir Proudhon’un muhakemesinde.
20. Ölmeyi Öğrenmek (Roy Scranton / Edebi Şeyler)
Roy Scranton, Irak’ta bir Amerikan askeri olarak savaşa tanıklık etmiş, nihayetinde ‘eve döndüğünde’ ordudan ayrılıp sivil itaatsizlikte karar kılmış bir yazar. Ancak yazar, ‘evde’ felaketin bu kez başka bir yüzüne, yakın geleceğine tanıklık eder: Ölmeyi Öğrenmek. Kitap 2015’te City Lights’tan yayımlandığında, ABD’de uzun süre “çoksatanlar” listesinde kalmayı başarmış bir çalışma. Ölmeyi Öğrenmek, karbon kapitalizminden politik ekolojiye, antropolojiden insanlığın ve doğanın yok edilen geleceğine dair bir manifesto niteliğinde. Savaş karşıtı eski bir asker olarak Savaş Pornosu adlı bir roman da kaleme almış olan Roy Scranton, bu kitapta ‘ölmeyi öğrenmeyi’ bir kabullenme olarak değil, ama tüm felaket senaryolarında bir yaşama biçimi olarak ele alıyor.
Ölmeyi Öğrenmek (Uygarlığın Sonu Üzerine Düşünceler), toplumu ve insanlığı bekleyen felakete ve yeni yaşama dair eşsiz bir karşı anlatı.
Ne savunma bakanlığının doğal kaynak savaşlarına nasıl hazırlanacağı, ne Manhattan’ın sular altında kalmasının hangi yöntemlerle engelleneceği, ne de Miami’nin ne zaman terk edilmesi gerektiği… Antroposen’de karşılaşacağımız meselelerin en önemlisi, bunlardan hiçbiri değil. Elektrikli araba kullanmak, klimaları kapatmak ya da uluslararası anlaşmalara imza atmak da en önemli meselemizi çözmeyecek. Çünkü en önemli meselemiz felsefi bir mesele: Uygarlığımızın zaten yok olmuş olduğunu kabul etmek.
Montaigne’e göre “Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir”. Eğer gerçekten felsefe yapmak ölmeyi öğrenmekse, insanlığın en felsefi çağına girmiş bulunuyoruz. Zira ölmeyi öğrenmek, Antroposen’deki en temel meselemiz. Yalnız tek bir farkla: Birey olarak değil, uygarlık olarak ölmeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Eğer Antroposen’de yaşamayı öğrenmek istiyorsak, önce ölmeyi öğrenmemiz gerekecek.