Röportaj: Hakan Özbek
Twitter: @gormoti
Levent Tülek, 2017’de ilk öykü kitabı ile karşımıza çıktı. Kitap kesinlikle çok güzel ancak ben önce biraz Levent Tülek’ten bahsetmek istiyorum. Aylardan en güzeli olan Eylül’de Kuzguncuk’ta Nail Kitabevi’nde yaptığı söyleşide tanışma fırsatı bulduk Tülek’le. Söyleşi yapıldı, sohbetler edildi, tanışıldı, her şey çok keyifli geçti. Kitabından bölümleri onun ağzından dinlemek, tam da anlatmak istediği gibi olduğunu düşündüğümden, oldukça güzeldi. Çok kalabalık değildik, dost meclisinde konuşuyormuşcasına geçti söyleşi. Ardından o keyifi sürdürmek için sahil boyunca yürüdük ağır ağır. Tülek’in söylediklerini değerlendirdik Gülşen’le. Söyleşi sırasındaki ve sonrasındaki tavrı, heyecanı, mütevaziliği hala hatırladıkça yüzümde bir gülümsemeye neden oluyor.
Söyleşi sonrasında aldığımız kitapları imzaladı ve bir kaç fotoğraf çekildik. Bizim için değerli hatıralar olarak kaldı bunlar. Ben hatırladıkça o söyleşiyi hala büyük keyif aldığım için size daha uzun uzun anlatabilirim ancak sizi sıkmak istemiyorum.
Çok zaman geçmeden kitabı da okudum ve daha sonra, “Bu kitap hakkında bir şeyler yazacağım” dedim ancak ne yazarsam yazayım bir türlü kendime beğendiremedim. Tamam kitabı çok sevmiştim ama pek çok kitabı da çok sevdiğim olmuştur. Bunun nedeni kitabın yanında Levent Tülek’i de çok içten bulmamdan kaynaklanıyor sanırım.
Dostlar edinirken seçici davranırız ya, herkesi yanımıza yanaştırmayız… Değerli bulduğumuz insanlar ise yanımızda olsun diye çabalarız, dert ediniriz… Levent Tülek ülkedeki en güzel insanlardan. Bu röportajı hem iyi bir yazar, hem güzel bir insan olan Levent Tülek’i daha yakından tanımamız gerektiği düşüncesiyle yapmaya karar verdik. Artık daha fazla uzatmadan sözü Levent Tülek’e bırakıyorum…
Tiyatro ve dizilerinizin yanı sıra Klişeler Kitabı ve Lümpen Sözlüğü kitaplarınızla sizi tanıdık, şimdi de ilk öykü kitabınız Pitbull ile. Sizinle tanıştıktan sonra inanılmaz büyük bir keyifle okudum öykülerinizi. Ben sizi sizden dinleme fırsatını buldum, rica etsem okuyucularımız için biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
Biraz sıkıldığım bir şey bu. Kendinden bahsetmek… Kendinden bahsetmek önemsenmeyi ve beğenilmeyi de getiriyor beraberinde. İtiraf etmek gerekirse önemsenmeyi ve beğenilmeyi her insan gibi arzuluyorum. Ancak bir yanıyla beni ürküten ve korkutan duygular bunlar. Kendim olmaktan ve başka bir şeye dönüşmekten dikkatle imtina ediyorum. Yaşamımdaki her şeyi, yazmayı, oynamayı, üretmeyi, tüketmeyi, dinlemeyi ve dinlenmeyi en saf ve çocuksu haliyle yapan biriyim. Disiplinliyim ama bir yanıyla da kendimi oluruna, yaşamın akışına bırakmayı severim çoğunlukla.
Edebiyata, yazmaya ilginiz nasıl başladı? Sizi neler etkiledi ya da sizi yazmaya iten şeyler neler oldu?
Aslında oyunculuktan bile önceydi benim yazmayla, edebiyatla ilişkim. Çocukken okuduğum masallar, çocuk kitapları ve en önemlisi de dergiler beni çok etkiledi ve sadece okuyucu değil, o büyülü dünyaya ait olmak, cümle kurmak, bir şeyler anlatmak, insanların okuması ve paylaşması adına bir şeyler yapmak fikri beni çok heyecanlandırdı. Ve daha ilkokuldayken başta Doğan Kardeş dergisi olmak üzere birkaç yayına şiir ve düzyazı gönderdim. Onlar da üzüldüler ki yayınladılar herhalde 🙂 Bu beni daha da kamçıladı, durmadan yazmaya, karalamaya ve bir şeyler kurgulamaya devam ettim. Benim kurguyla yazar olarak tanışmam bir tiyatro metni sayesindedir. Sanırım ilkokul üç ya da dörtteydim. Hafif kekemeydim. Okuldaki tiyatro koluna seçmeler yapılıyordu ve ben orada olmayı çok istiyordum. Tabii ki seçmediler. Öğretmenim bu duruma üzülüp bana bir monolog yazıp müsamerede oynamamı istedi ve ben yazdığım ilk kurgu metin olan “Körtopal”ı yazdım. (Portakal’ı yanlış söyleyen bir adamın hikâyesi) Ve bu metni ezberlerken biraz kekemeliğimin de üstüne giderek oyunculuğa da ilk adımımı atmış oldum. Yani aslında oyunculuğumun müsebbibi edebiyattır 🙂
Söyleşinizde, yanlış hatırlamıyorsam, 1986’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği bir edebiyat yarışmasında öykü ödülü aldığınızı söylemiştiniz. Ancak çok yıllar sonra kitapseverler sizden bir şeyler okuma fırsatı buldu. Bu süreç neden bu kadar uzun sürdü? Zamansızlıktan mı yoksa, başka nedenler mi var arkasında?
Zamansızlık demek daha doğru sanırım. Ben yukarıda da söylediğim gibi çok disiplinli ve titizimdir. Hele konu edebiyat olunca öyle “ben yaptım oldu” gibi ya da çalakalem bir şeyler yapıp kitap diye yayınlayamazsınız. Ya da öyle yapmamanız gerekir. Derdim benim de bir kitabım olsun ya da bir şeyler yazıp ortalara çıkayım değildi. Gerçekten içime sinen, özenli, doğru ve kalıcı bir şeyler yapmak istiyordum. Tiyatro ve televizyon işleri çok zaman ve emek alan işlerdir. Onların arasında odaklanıp temiz bir iş çıkarmanız biraz güçtür. Açıkçası benim yolculuğumda oyunculuk hep daha önde gitti. Ama okumayı, bir şeyler karalamayı hiç bırakmadım. Ve emin olduğumda da dosyamı oluşturdum.
Söyleşinizde Lümpen Sözlüğü kitabınızın adından dolayı eleştirildiğini söylemiştiniz. Ne tür eleştiriler aldınız? Bir de Pitbull ismi nereden geldi?
Benim hâlâ en büyük dertlerimden biri ülkenin gittikçe lümpenleşmesi. Lümpen Sözlüğü’nü yazdığım 2007’den bu yana değişen bir şey yok, artan bir durum var. Sosyal medya, YouTube, sinema veya ne derseniz deyin medyanın araçlarının daha ulaşılabilir ve kullanılabilir olduğu günümüzde lümpenlik daha başka bir yere evrildi. Sınıf atladı. Dokunulmaz oldu. Sanatsal ve kültürel alanın bile büyük bir kısmını ur gibi kapsadı. Ben Lümpen Sözlüğü’nü çıkardığımda mizahi bir bakışla ve o dönemim modası sözlüklere atfen bu ismi koymuştum. Ama konuyu tekeline almış bir takım felsefeci ve aydınlardan kısmi eleştiriler aldım. Ama onun dışında oldukça olumlu dönüşleri de oldu kitabın. Hâlâ da zaman zaman konuşulması ve eski baskılarının fuarlarda ilgi görmesi hoş tabii. Eleştirilerden biri Lümpen mi Lumpen mi oldu. Aradaki “ü” ve “u” konusu tartışıldı. Ama benim bir yayınevim ve editörlerim vardı. Onların son kararı idi bu başlığı vermek.
Pitbull ise uzun zaman önce yazdığım ve biraz da (lümpenlik meselesini de anımsatan) “günümüz insanın pitbullaşması” üzerine yazdığım bir öykünün adıydı. Kitabımdaki diğer öykülerde zaman zaman sezilen kaygının ortak bir sembolü ve metaforu olsun istediğim için Pitbull koydum kitabın adını.
Kitabınızda yer alan öykülerin sanırım birinde hariç sürekli bir köpek var. Her zaman olayların içinde olmasa da mutlaka o köpek dikkatimizi çekiyor. Bu neyi temsil ediyor?
Yukarıda dediğim gibi pitbull bir metafor. Değişen, hırçınlaşan, tükettikçe şımaran, saldırganlaşan ve bizi rahat bırakmayan durumun şekil almış hali. Rahatsız olduğumuz tüm özellikleri içinde barındırmaya açık bir anti-kahraman. Bir öykü sizi farklı bir dünyaya, ruh haline ve rahatlatmaya götürdüğü anda sizi birden kışkırtan, uyandıran ve rahatsız eden bir sembol. Tiyatroda da sık kullandığımız bir yabancılaştırma efekti aslında.
Okumak kişinin kendi filmini çekmesi gibi geliyor bana. Eğer ana karakter çok net bir şekilde tarif edilmemişse ben başrole çoğunlukla kendimi koyuyorum. Sizin öykülerinizde de her zaman başrol olmasa da kendimi bir yerlere konumlandırdım. Komşunun bebeği, diğerinin köpeği derken tüm olay etrafımda şekillendi öykülerde. Peki Levent Tülek kendini öykülerinde nereye koyuyor. Belki doğrudan değil ancak sizden bir şeyler var mı anlattıklarınızda?
Çoğunlukla var tabii. Gerçek yaşamda dillendirmeye sakındığım birçok yaşanmışlık, durum, kişi ve gerçeklik kurgu içinde bir nevi refleks halinde dökülüveriyor kâğıda. Yalan söyleyemiyorsunuz. Bir çeşit itirafta bulunuyorsunuz. Şizofrenik bir durum aslında yazmak; işte o patetik durumda kendini arındırıyorsun ya da şeffaf bir şekilde buluyorsun çokça da. Öyküde oluyor bu daha çok. Ve beni heyecanlandıran tarafı da kendini keşfedip, derinlerindeki saklanmış, yok olduğunu sandığın, kaybolmuş tüm anıların, olayların ve kişilerin vücut bulması.
Kitabınızın başında “Pelinsu’ya…” ifadesi yer alıyor. Söyleşinizde de pürdikkat sizi dinlemişti ve gözlerinin içi gülüyordu. Sanırım onun da büyük emeği var bu kitabın ortaya çıkmasında.
Pelinsu benim esin perim aynı zamanda. Ben özgüven konusunda âcizim. O beni kışkırtan, heveslendiren ve teşvik eden bir insan. Neredeyse terapiler yapıp neden yazmam gerektiğine beni ikna etti Pelinsu. Bana gerekli konforu sağladı. Bu konfor sadece maddesel değil ruhani konfordu daha çok. Beni çok iyi tanıdığı için bir nevi menajerlik yapıp yönlendirdi de. Bunun altında merak da var tabii. Çünkü 20 yıldan fazladır berabersek de her yazdığım metinde Pelinsu benimle ilgili bir şeyler keşfediyor. Seviniyor, şaşırıyor, ürküyor, gülüyor ve ağlıyor. Kitabım yayınlanmasaydı sadece bu bile yeterdi bana.
Öykülerinizde insanı kendi içine iten bir şeyler var. Aslında bakıldığında son derece yalın bir diliniz var, kitap akıp gidiyor ancak hissettirdikleri bir türlü gitmiyor. Her şeye çok sıradan bakarken, detaylara kapılmaya başlıyorsunuz okurken. Yazarken böyle bir amaçla mı yola çıktınız? Bu planlı bir şey miydi yoksa yazmak o sıra bunu mu gerektirdi?
Dediğim gibi yazarken çok titiz ve disiplinliyimdir. Neredeyse matematiksel hesaplar bile yaparım. Ama yazdığım öykünün temeli sağlamsa, eminsem ve duygusunu, müziğini anlamışsam doğaçlamaya bırakırım çoklukla. Ama açık söylemek gerekirse dil konusunda zaten çok uzun süredir düşündüğüm ve üzerine çalıştığım, pratik yaptığım bir dönemdeyim. Süslü betimlemeler, gereksiz ayrıntılar, popüler okuyucunun seveceğine inandığın bilinçaltına yerleşmiş bir üslup ve mizah, senin çok akıllı okuyucunun saf olduğuna inanarak yazdığın kurgu ve kelime oyunları, uzun bitmek bilmeyen cümleler (“Dünya İyisi”nde bilinçli olarak ironik bir şekilde bu meseleye atfederek uzun, ağdalı cümleler kullandım)… Bunların hepsinden arındırmaya çalıştım kendimi. Saf ve duru bir anlatım arıyorum. O saflık ve duruluktaki derinliği. Umarım becerebilmişimdir.
Bir de üzerime vazife değil ancak “Bebek Odası” ve “Bir Yakının Ziyareti” öyküleriniz bittiğinde, “Keşke bu öykülerden ayrı birer kitap olsaydı” diye düşündüm. Roman ya da novella yazmak gibi bir niyetiniz var mı, yoksa öyküyle bir devam edeceksiniz?
Şu anda uzun sürmüş bir yolculuğun yorgunluğunu yaşıyorum. “Yazmak, uzun süren acılı bir hastalıktan kurtulmak gibi” diyor ya Orwell, benimki de o hesap. Tabii ki bu süreci atlatıp hemen bir şeyler yazmaya girişeceğim. Öykü bana çok yakın bir tür. Onu bırakmam sanırım. Ama bir uzun öykü ya da roman da düşünmüyor değilim. Bakalım zaman ne gösterecek?
Yine söyleşinizde hayatla derdiniz olduğunu ifade etmiştiniz. Kent, insan, binalar… Nasıl bir derdiniz var? Sizce kötü giden şey ne? Ya da tam tersi iyi giden?
Kent bir ur gibi. Büyüdükçe kötü huylu olup bizi de öldürüyor. Genişliyor, biçimsizleşiyor, kirleniyor ve kirletiyor. İşin fenası bundan kaçış da yok. Trafik de öyle. Okullar, sağlık sistemi, spor ve hatta kültür-sanat. İnsanlar binalarda yaşamak için değil barınmak için oturuyorlar. Zevk için değil doymak için yiyoruz ya da aşk için değil üremek için sevişiyoruz. Ve kimsenin bundan şikâyeti yokmuş gibi görünüyor. Ama mesele şu ki doğa kendi döngüsü içinde yapacağını yapıyor ve insanlar şaşırıyor, mutsuz oluyor, panikliyor vs. Bu distopik görünen döngü aslında bir tarafıyla umut da vaat ediyor. Çünkü biliyoruz ki doğa daima kazanır. Çünkü bu yaşamın esas sahibi o. İşte bu döngü işin gerçeği. İnsanların kendilerini üstün görme hali, kibir, açgözlülük, cehalet vs. gibi şeylere aldırmadan ben o umuda odaklanıyorum. İnsan başına gelmeden anlamayan bir varlık. Anlamak için en azından illa bir simülasyona gereksinim duyuyor. Bir kurguya. Ya da sonunda başına gelmesine. İşte sanat, edebiyat bu aşamada devreye giriyor ve anlamamıza biraz olsun yardımcı oluyor. Benim belki temelde değil ama kent, bina ve insanlar üzerine yazmamın biraz da itici gücü bu diyebilirim.
Tiyatro oyuncusu, dizi oyuncusu ve yazar Levent Tülek arasında bir fark var mı? Yazarken ne yaparsınız, nasıl olursunuz?
Her durumda da iyimser, yaşamı, insanları, eğlenmeyi, gülmeyi seven bir insanım. Yaptığım, oynadığım, yazdığım şeylerin ardına sığınıp büyüklenmek bana göre değil. Oynarken de yazarken de farklı olmayı, arayışı, şaşırtmayı ve büyülemeyi severim. Ne istediğimi bilerek başlarım her işe. İyi hazırlanır, iyi konsantre olurum. Bu konsantrasyon durumu çok önemli, çünkü bu çağ bizi durmaksızın bir girdabın içine sürüklüyor. O “hayat gailesi” denen şeyin içinde savrulup giderken kendini frenleyip işini iyi ve doğru yapmaktan bahsediyorum. Bir de benim özelimde, dışarıda yumuşak veya sevimli görünürken oynarken ya da yazarken çok kötücül ve karanlık bir şeye de dönüşebiliyorum. Bunun karşısında da okuyucu ya da izleyici çok şaşırıyor. Ama meraklanmayın diyorum. Bu bir oyun!
Peki Levent Bey, yazma süreciniz nasıl başlar? Şu anda bir şeyler yazmalıyım şeklinde mi, yoksa planlı programlı bir yazar mısınız?
“Şu anda bir şeyler yazmalıyım”cıyım ben. Programlı olmak yaratıcı olmanın takvimine pek uymuyor.
Tiyatro oyunları da kaleme alıyorsunuz. Peki öykü yazarı ile tiyatro yazarı arasında sizce nasıl bir fark var? Sorumluluklar değişiyor mu?
Öykü daha özgür bir alan. Tiyatro metninin ne kadar çağdaş olsa da belli kuralları ve yöntemleri var. Bir kere bir sahnede oynanabilecek ve ona prodüksiyon yapılabilecek bir metin kurgulamalısınız. Ve bu başlı başına teknik bir bilgi gerektiriyor. Eskide kalmış üç birlik kuralını (giriş-gelişme-sonuç) artık pek kullanmasak da tiyatronun temeli yine de canlı kanlı insanın sahnede söylediği sözlere dayanıyor. O yüzden giriş ve en azından sonuç önemli. Bir de dil tabii. Öykü ise sonsuz bir alan açıyor önünüze. Ama orada da bu sonsuz özgürlük alanının yarattığı bir tehlike var: Yazdığınızda kaybolup gitme tehlikesi. Her ikisi de kendi disiplini içinde kuralları olan yazı alanları kısaca.
İlk öykülerinize okuyucuların verdiği tepkiler nasıl oldu?
Okuyucu kötü tepkileri pek dile getirmez. Genelde övgüleri dışa vurur. Bu da yazarı yanıltabilir. Ben yanılmak istemediğim için bu sorunun yanıtını net olarak veremeyeceğim galiba. Ama yorum yazan, söyleşilere katılan ya da bire bir ulaşan herkesten iyi yorumlar aldım şimdiye dek.
Fakat şu çok önemliydi benim için. Tırnak içinde popüler bir oyuncu-yazarın kitabından beklenen yumuşaklık, duygusallık, nahiflik, çiçekler, kediler, müzik ve sanat beklentilerinin boşa çıkması biraz tedirgin etti okuyucuyu galiba. Oyuncu yazarların birçoğunun başta anıları olmak üzere tatlı yaşam hikâyeleri ve muzip anlatıları içinde ben sanırım farklı bir yerde durdum onlar için. Onun dışında her şey yolunda gitti.
Pitbull’u büyük keyifle okuyan bir okuyucunuz olarak yakın bir gelecekte yeni bir Levent Tülek kitabı okuyacak mıyız yoksa henüz vakit var mı?
Bu yaz niyetim bir şeyler karalamak. Ama söz vermiyorum. Tembellik hakkımı bir kullanayım da 🙂
Eğer mümkünse birkaç klasik soruyla bitireceğiz En fazla hangi yazarları okuyorsunuz, neleri okuyorsunuz, en çok kimlerden etkileniyorsunuz?
Bu zor bir soru. Genelde de birilerinin ismi verilip geçiştirilir. Ben klasik yazarların dışında her okuduğum yeni ve iyi yazardan etkileniyorum ve onların ismini veriyorum. Ama altı ay önce, bir sene önce ya da on sene önce okuyup etkilendiğim yazarların adını veremiyorum. Sonra da anımsayıp üzülüyorum. Bu soruya yanıt hakkımı genelleyerek kullanmak istiyorum. Çocukluğumda Uzakdoğu masallarından, gençliğimde Aziz Nesin, Kemal Tahir, Sait Faik başta olma üzere Türk yazarlardan, üniversite yıllarımda Latin yazarlardan, otuzlu yaşlarda Ruslardan ve İskandinavlardan, şimdi ise Amerikalı ve Kanadalı yazarlardan etkileniyorum çoklukla.
Edebiyatımızın gidişatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bizim topraklarımızdan çıkan yazarları nasıl buluyorsunuz?
Genç olmasına rağmen peşinden gidilen, fanatiği olan birçok yazar var. Bu yazarların bu kadar popüler olup sevilmelerinin ardında dergiler büyük itici güç. Bazıları gerçekten değerli işler üretiyorlar. Bazılarını ise birkaç yazıları dışında okumadım. Küçümsemek için söylemiyorum ama üniversite heyecanı ile fanatizm arasında sıkışıp kalmış türler pek bana göre değil. Kadın yazarlardan çok daha ilginç, farklı, lezzetli ve çarpıcı metinler çıkıyor. Hem daha yenilikçi hem daha cesurlar. Yirminci yüzyılın tamamına etki etmiş yerli yazarların neredeyse tamamı erkekken sanırım bu yüzyılın başında kadınlar edebiyata egemenliklerini koymuşlar gibi.