1. Çalılık (Christian Jungersen / Ayrıntı Yayınları)
“Kendi iç özünü değiştiremeyecek kadar yaşlı olduğuna inanmak burjuvazinin esas belirtisidir.” Bunu Paul mü söylemişti, yoksa Eduard mı? Mutlak doğruya ulaşmanın mümkün olduğuna dair kesin bir inançla, her şeyi tam bir fikir birliğine varana kadar tartışarak büyüyen iki lise arkadaşının hikâyesi bizi gerçeğin sürekli sallantıda olduğu bir huzursuzluk haline taşıyor.
Jungersen bu romanıyla bizi 1800’lerin sonunda, Danimarka’nın varlıklı bir ailesinde doğup büyüyen Paul’ün 82 yıllık hayatının farklı periyodları arasında dolaştırıyor. Artık 82 yaşında yaşlı ve hasta bir adam olan Paul, hastanenin beyaz tavanına bakarak hatıralarını çağırıyor. Ölmeden önce en yakın arkadaşı Eduard’la yeniden buluşabilmek için büyük bir arayışa giriyor ve bu arayış ona sadece Eduard’ı değil, yıllarca onunla birlikte yaşayan soruların cevabını da getiriyor. Jungersen “kişiyi kişi yapan nedir?” sorusunu bu romanında önce Paul’ü yaratarak ardından yok ederek soruyor…
2. Zamanımızın Bir Kahramanı (Mihail Yuryeviç Lermontov / İthaki Yayınları)
“Hızlı akan ve güçlü kurgusuyla okuru kendine bağlamayı başaran bir başyapıt.” —Vladimir Nabokov
Rus edebiyatının hem ilk psikolojik hem de ilk büyük romanı olan Zamanımızın Bir Kahramanı çağımızın başyapıtlarından. Yirmi yedi yaşında, bir düelloda yaşamını yitiren ve çağının önde gelen şairlerinden olan Lermontov’un Dostoyevski ve Tolstoy gibi ustaları da etkileyen eseri yalnızca Rusya’nın en büyük antikahramanlarından biri değil ayrıca edebiyat tarihinin de en önemli Byronik kahramanlarından biri olan subay Peçorin’in maceralarını anlatıyor.
“Zamanımızın Bir Kahramanı, merhametli beylerim benim, kesinlikle bir portredir, ancak tek bir insanın portresi değil: Bu, bizim, gelişiminin zirvesindeki bütün kuşağımızın kusurlarından imal edilmiş bir portredir. Şimdi bana tekrar, bir insanın böyle fena olamayacağını söyleyeceksiniz; ben de size diyeceğim ki, bütün trajik ve romantik canilerin var olabileceğine inanıyorsunuz da, Peçorin’in gerçek olduğuna mı inanmıyorsunuz? Çok daha korkunç ve çirkin birilerinin zihninden çıkmış olanlara hayrandınız da, kendisi de birinin zihninden çıkmış bu karakter niye merhametinizi kazanmıyor? Onda sizin arzu ettiğinizden daha çok hakikat olduğundan mı yoksa?”
3. Bu Ölümsüz (Roger Zelazny / İthaki Yayınları)
“Zelazny, beni ve yazdıklarımı en çok etkileyen yazar.” —Neil Gaiman
“Eşsiz bir hikâyeci. Türümüzün hiç görmediği kadar renkli, egzotik ve unutulmaz dünyaların yaratıcısı.” —George R. R. Martin
“Zelazny, on parmağında on marifet olan nadir yazarlardan.” —Samuel R. Delany, Hugo En İyi Roman Ödülü
“BURADA, BU GEZEGENDEKİ HAYATIN SON GÜNLERİNDE, YAŞAMLA EFSANENİN KESİŞMEKTE OLDUKLARINI GÖREMİYOR MUSUN?”
Roger Zelazny, farklı mitolojileri bilimkurgu romanlarına uyarlamasıyla pek çok yazarın yalnızca hayal edebildiği bir şeyi alışkanlık haline getirmiş eşsiz bir yazar. Yunan mitolojisiyle harmanlanan Bu Ölümsüz ise hem Zelazny’nin ilk romanı olması hem de Hugo En İyi Roman Ödülü’nü Dune gibi bir başyapıtla paylaşması sebebiyle bilimkurgudaki kilometre taşlarından biri.
Nükleer savaş Dünya’yı neredeyse yerle bir etmiş, yalnızca dört milyon insan ve bundan çok daha fazla sayıda mutasyona uğramış canlı türü geride kalmıştır. Evrenin en güçlü uzaylı ırklarından biri olan Vegalılar için bu harabe gezegen artık turistik bir bölgeden farksızdır.
Nüfuzlu bir Vegalıyı, Dünya’da gezdirme görevi verildiğinde tüm bilinmezliklerin düğüm noktasındaki Conrad Nomikos bu buyruğu gönülsüzce kabul eder. Bu yolculukta Conrad’ın ve Dünya’nın kaderi yeniden şekillenecektir zira ne Conrad sadece bir insandır ne de bu yolculuk yalnızca turistik bir gezidir.
Ölümün pençesinde olan Dünya’yı bir ölümlü kurtarabilir mi? Yok olmak, esarete düşmekten daha mı iyidir?
4. Salapurya Mahallesi (Penelope Fitzgerald / Can Yayınları)
Salapurya Mahallesi 1960’ların başında Londra’da Thames Nehri üzerindeki deniz evlerinde yaşayan bir grup insanın yaşamöykülerini ve yaşam koşullarını aktarıyor. Kendisi de bir süre deniz evinde yaşamış olan yazar Penelope Fitzgerald, çeşitli nedenler yüzünden şehrin gündelik yaşamından kopmuş insanları yalın ama çarpıcı anlatımıyla tanıtıyor. Romanın başkişisi ve bir anlamda da Penelope Fitzgerald’ın kendisi olan Nenna, kocasını teknede kalmaya razı edemediği için altı ve on bir yaşındaki iki kızıyla Grace adındaki salapuryada yaşıyor. Çocuklarını okula göndermediği için rahibe, kocasıyla uzlaşmadığı için ablasına hesap vermek zorunda kalıyor. Kendisinin ve komşularının karşılaştığı bütün zorluklara karşın direnen, özgür bir kadın olmayı başarıyor. Ta ki…
5. Tam O Anda (Dino Buzzati / Can Yayınları)
“Yalvarıyorum yaz. İki satırcık olsun yaz, ruhun altüst, sinirlerin laçka olduysa da yaz. Ama her gün. Dişlerini sıksan da, anlamsız saçmalıklar da olsa yaz. Yazmak en gülünç ve en patetik hayallerimizden biridir. Ak kâğıt üzerine kara kıvırcık çizgiler çizerek önemli şeyler yaptığımızı sanırız. Gene de senin işin bu, sadece seçtiğin değil, kaderinin sana lütfettiği işin, şayet bir kaçış yolu bulman olasıysa bulabileceğin tek kapı bu. Yaz, yaz. Nihayetinde tonlarca kâğıt atılsa bile, tek bir satır canını kurtarabilir. (Belki).”
İlk defa 1950’de yayımlanan Tam O Anda, yazarının deyişiyle metin “parçacıkları”ndan oluşuyor: Kimisi bir sayfayı geçmeyen kısa anlatıların, notların, taslakların, anıların, günce yazılarının, gündelik yaşama dair gözlemlerin, yazarın kimi konular üzerine düşüncelerinin bir araya getirildiği değerli bir tür “kişisel bohça”.
Tam O Anda, Dino Buzzati’nin yüreğini, zihnini meşgul eden meselelerle yazı aracılığıyla hesaplaşmasına dair bir yolculuk. İkinci Dünya Savaşı’nın beraberinde getirdiği umutsuzluk ortamına hiç de uzak olmayan bir dönemde kaleme alınmış bu metinlerde o ruh hali hissediliyor: Akıp giden zamana karşı koyamayışın yılgınlığı, ölümle girişilen daimi düello, bekleyiş, yalnızlık gibi Buzzati’nin poetikasını oluşturan temel izleklerle örülü hepsi. Kimi kurmaca, kimi otobiyografik olan bu metinler, yazar Buzzati’nin özündeki “insan” Buzzati’yi daha yakından tanımamıza olanak sağlayan birer yapboz parçası.
6. Falconer Hapishanesi (John Cheever / Can Yayınları)
Uyuşturucu bağımlısı Profesör Ezekiel Farragut, kardeş katlinden on yıl hapse mahkûm olur. Karısının azap verici ziyaretlerinin, hapishane yaşamının vahşi tekdüzeliğinin ve hafızanın ağır yükünün ortasında insanlığını korumaya, kefaretini ödemeye çabalamaktadır.
Falconer Hapishanesi’nde Cheever, edebiyatında önemli bir yer kaplayan banliyöden uzaklaşıyor. Ama parmaklıkların ardında bir hapishane romanından çok daha fazlasını yazıyor. Farragut’ın hikâyesinde kendi korkularıyla, kendi karanlığıyla yüzleşen yazar; özgürlüğü, insanın kendi zihninin ve bedeninin içinde özgür olabilme çabasını anlatıyor. Cheever’ın birçoklarınca başyapıtı sayılan ve hakkında en çok yazılan eserlerinden biri olan Falconer Hapishanesi, insanlık durumu üzerine büyüleyici bir kıssa niteliğinde.
“Falconer Hapishanesi, Amerikan ruhunun derin bir incelemesi – bir başyapıt.” —A.M. Homes
“Çağımızın en önemli romanlarından.” —The New York Times
“John Cheever büyülü bir gerçekçi ve ışıltılı öykülerinde, Bullet Park’la Falconer Hapishanesi gibi eşsiz romanlarında karşılaştığımız üslubu, savaş sonrası Amerikan edebiyatının diğer bütün öncü yazarlarının üslubu gibi renkli ve özgün.” —Philip Roth
7. Bir Gece Markoviç (Ayelet Gundar Goshen / Cumartesi Kitaplığı)
…Böyle insanların hiç yaşlanmayacaklarını düşünebilirsiniz. Hatta böyle isteyebilirsiniz. Zaman soluk ve yıkıcı ellerini uzattığında, hemen mitoloji yetişir imdada ve zamanın yarattığı hasarı önlemeye çalışır. Hayır olamaz, onlar olamaz! Onları yok edemezsiniz. Yaakov Markoviç son nefesine kadar aşkına ve günahına sadık kalacak. Aşk ve günah doğdukları ilk günkü tazeliğini koruyacak. Bella hayatında gördüğü en güzel kadın olmaya devam edecek ve Yaakov Markoviç’e olan öfkesi hiç azalmayacak. Zeev Feinberg ve Sonya yüksek sesle bağırmaya ve hatta daha da yüksek sesle sevmeye devam edecekler. Irgun komutan yardımcısı, günün birinde Irgun komutanı ya da ‘emekli komutan yardımcısı’ olmayacak, sonsuza kadar komutan yardımcısı kalacak… Her şeye rağmen devam ettiler ve yaşlandılar. Bu hemen olmadı. Asla hemen olmaz ve gücü tam da buradadır.
“Bekle, önce üstündeki şu şeyi çıkarmalıyım.”
8. Kırık Kalpler Kavanozu (Jean-François Chabas / ON8 Kitap)
Şimdi bile çevremde, lisede, her yerde, hayatı benimkinden çok daha kolay olan, benden daha fazla sevilen, bu yüzden aptallıklar yapan kızlar görüyorum… İstedikleri tek şey dikkat çekmek; bunun ne tür bir dikkat olduğunun onlar için pek de önemi yok sanki. Ben öyle yapmıyorum.Yine de, elbette, boşluk benim gibi sıcaklığı çok özlemiş insanlarda daha fazla kendini hissettiriyor. Kalpteki delik kocaman. Benim daha da dikkatli olmam gerek. Joe ve ben ilk kez bakıştığımızda, etkilenen işte bu yanımdı. Sanki biri yarama soğuk pansuman yapıyordu.
Bir yanda ilaçlar, korkular, vazgeçişler; diğer yanda şiddet, öfke ve nefret. Ya av olacaktı ya da avcı. Reva görülene razı değildi. Yumruğunu sıktı, gardını aldı; kaderini kendi yazacaktı.
Fransız gençlik edebiyatının güçlü kalemi Jean-François Chabas, sarsıcı romanıyla ilk kez Türkçe’de! İnsanın ailesini değiştiremese de geleceğini inşa edebildiğini hatırlatan yazar, şiddet sarmalının yıkılabilir olduğuna işaret ediyor.
9. Beyoğlu (Turan Akıncı / Remzi Kitabevi)
Beyoğlu’nda bir dönemin panoraması…
Beyoğlu, 19. Yüzyıl ortalarında Avrupa devletlerinin sefaret saraylarının inşa edildiği bir bölgeydi. İstanbul’a gelen Levantenler de bu dönemde Beyoğlu’na yerleşmeye başladı. Bu yoğunlaşma sonunda, “Grande Rue de Pera” ve çevresi bir Avrupa semtine dönüştü. Batı tarzı pasajlar, oteller, balohaneler, birahaneler, pastaneler, tiyatrolar ve sinemalar ilk kez Beyoğlu Caddesi’nde sıralanmaya başladı. Caddenin tam ortasında yükselen Naum Tiyatrosu, Avrupa’daki önemli opera yapılarından biri haline geldi. Zaman içinde Beyoğlu, Osmanlı Devleti’nin çağdaş dünyaya açılan penceresi oldu.
Araştırmacı yazar Turan Akıncı, Beyoğlu’nda yaşanmış olayları, döneme damga vurmuş kurumları, yapıları, ünlü aileleri, mimarları ve sokakları ayrı ayrı başlıklar altında sunuyor.
10. Büyülü Afrika (Hıfzı Topuz / Remzi Kitabevi)
Kara Afrika Röportajları…
Bu kitap, Hıfzı Topuz’un Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde yayınlanan Kara Afrika röportaj dizilerinden seçilmiş yazılarından oluşuyor.
Bu yazılarda Kara Afrika’nın kültürel yaşamı ve geleneksel değerlerinin yanı sıra sömürgecilikle savaş, sosyalizm deneyleri ve Afrika’daki diktatörlüklerin ilginç öyküleri de yer alıyor. Kitapta ele alınan olaylar bugün de aynı ölçüde ibret verici.
Bu kitapta başka neler var?
Sömürgecilik döneminden anılar…
Sudan’da Osmanlılar ve Türkiye’deki Afrikalı haremağaları, bacılar, cariyeler…
Başlıca gelenekler: Fetişler, kara büyüler, kızların sünneti…
Çıplaklar topluluğu, çocuk kaçıran Araplar…
Kanlı liderler: Bokassa, İdi Amin ve Tshombe…
11. Bir Rehineye Mektup (Antoine de Saint-Exupery / Kırmızı Kedi Yayınevi)
Saint-Exupéry bu metni, Yahudi köklerinden dolayı o sırada Jura bölgesine sığınan dostu Léon Werth’in bir romanına önsöz olarak yazmıştır. Roman yayımlanmayınca metni epey değiştirir. Dostu isimsizleşir, işgalcinin “rehine”si durumundaki Fransız halkını simgeler hale gelir. Eser, Portekiz seyahati, Sahra anıları ve ABD deneyimi gibi yazarın hayatındaki yakın tarihli olayları ele alan altı kısa bölümden oluşmaktadır.
12. Varoluşçuluk-Çizgibilim (Oscar Zarate, Richard Appignanesi / Say Yayınları)
Camus, “Hayatın, yaşanması için bir anlamı olmak zorunda mıdır?” diye sorar ve absürdü varoluşçuluğun merkezine yerleştirir. Sartre, varoluşçuluğun tüm felsefe içinde “rezalete en az elverişli ve teknik olarak kuru” bir öğreti olduğunu söyler.
Peki, varoluşçu felsefeyi ve filozofları anlamak sadece ıstırap, çaresizlik, abeslik ya da anlamsızlıktan mı ibarettir?
Bu kitapta hayır. Richard Appignanesi, felsefenin belki de en karmaşık alanını eğlenceli anlatımı ve Oscar Zarate’nin çizimleriyle adeta bir çizgi romana dönüştürüyor ve varoluşçu felsefenin tarihini Kierkegaard, Husserl ve Nietzsche’den Nazizm ve Soğuk Savaş’a dek sürüyor.
13. Alviran’ın Kızları (Ergün Küzenk / Gece Kitaplığı)
Küzenk’in hikâyelerini dinledim, Ergun Küzenk Kurosava’ya benziyor.
Kurosava’nın, “Ben çekeceğim sahnede hüznün açığa çıkmasını istiyorsam fonda mutlaka neşeli bir çocuk şarkısı çalarım” sözleri geliyor aklıma.
Alviran’ın Kızları’nı okurken arkada duyduğunuz neşeli çocuk şarkısı hikâyenin kederini daha da katmerliyor.
Ergun Küzenk E. Galeano’ya benziyor. Onun ahvadından… Yazdıklarına hikaye, öykü ya da deneme demekten daha çok “anlatı” tabiri yakışıyor. Anadolu insanının kederini anlatıyor Küzenk, gülümsemesinin ardına saklayarak üstelik.
Galeano için “yaşadığı sürece matadorun değil, boğanın tarafını tuttu” derler. Küzenk de hikâyelerinde hep mazlumun, yoksulun, ötekinin, çaresizin yanında duruyor.
Ergun Küzenk bana benziyor.
Yazdıkları yaşadıklarından başka bir şey değil. Yaşadıkları da ne yazık ki bu coğrafyada bin yıldır anlatılan, yaşanan ve yazılanlardan azade değil.
Acıyla hemhal olmuş bir coğrafyanın kenarına oturmuş bir bilge sakinliğiyle bize çocukluğunu, anasını, babasını komşularını, bitmeyen kederini ve umutlarını her daim ışıldayan neşesiyle anlatıyor Küzenk.
Kulak verelim. —Ercan Kesal
14. Fotoğraftaki Kadın-Komiser Tahsin (Alper Kaya / Kent Kitap)
“Dikkatli bir şekilde bir tekneden diğerine sıçradı. Küçük teknenin başına olabildiğince sessiz adımlarla ayak basmaya çalışsa da dengesini bir an kuramadı ve teknenin tırabzanlarına yaslandı. Bu hareketi, tekneyi biraz sallamıştı. Elindeki silahı daha sıkı kavrayarak olası bir hareketliliğe karşı tüm dikkatini teknenin havuzluk olarak tabir edilen, yolcularının oturabileceği yegâne yerine verdiyse de hiçbir kıpırtı olmadı.
Teknenin içinde korkuyla ve nefretle bekleyen genç adam, elindeki otomatik silahıyla teknenin baş kısmına gelip açık hedef gibi duran iki adamın üstüne şarjörünü boşaltıyordu. Bir önceki gün boğup denize attığı kızın cesedinin bulunduğunu internetten öğrendiği için saatlerdir pusudaydı…”
Komiser Tahsin, kısa bir aranın ardından İstanbul’dan uzakta bir macerayla raflara geri dönüyor. İstanbul Cinayet Büro Başkomiseri, Kuşadası’ndaki tatili sırasında geçmişten gelen bir cinayet ihbarıyla karşı karşıya kalıyor!
Her aile bir şehirdir ve her şehrin büyük sırları vardır. Fotoğraftaki Kadın, sizi Kuşadası’nın sırrını çözmeye davet ediyor.
15. Brodeck Raporu 2.Kitap-Meçhul (Manu Larcenet / Karakarga Yayınları)
Sıradan Zaferler’in çizeri Manu Larcenet, günümüz Fransız edebiyatının önemli isimlerinden Philippe Claudel’in ödüllü romanıyla eşsiz bir uyarlamaya girişiyor. Claudel bize insanlığın en karanlık yönlerini anlatırken, Larcenet karanlığı tüm dehşetiyle çizgiye aktarıyor. Brodeck Raporu, çizgi roman sanatının anlatım gücüne örnek olarak gösterilebilecek bir eser.
İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, Almanya sınırındaki küçük bir köyde bir yabancı infaz edilir. Köylüler, yazmayı bilen tek kişi olan Brodeck’ten olaya dair bir rapor yazmasını ister. Son derece merhametli bir adam olan Brodeck, gördüğü her şeyi birbiriyle ilişkilendirerek anlatmaya kararlıdır.
16. Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi (Ali Osman Gündoğan / Öteki Yayınevi)
Albert Camus, ülkemizde daha çok roman ve tiyatro eserleriyle, kısacası edebiyatçı kişiliğiyle tanınmış çağdaş bir Fransız sanatçı-filozoftur. Oysa Camus’yü sadece bir edebiyatçı olarak düşünmek ve edebiyatçı kişiliğiyle ona yaklaşmak bir eksikliktir; çünkü yazılarında bir yaşama felsefesi ortaya koyması, onun edebî kişiliği yanında filozof tavrının da olduğunu göstermektedir.
Camus’yü tanımak, onu her iki cephesiyle tanımak demektir. Oysa bugüne kadar, özellikle daha çok Fransız edebiyatı ile uğraşanların dikkatini çeken Camus’nün eserleri, onun düşünür cephesini dikkate alan akademik bir düzeyde değerlendirilmemiştir. Camus, yaşadığı çağın önemli olayları karşısında, bir hayat tecrübesinden çıkarılmış düşüncelerini, kendisi bir varoluşçu filozof olduğunu reddettiği hâlde, varoluşçu bir çizgide ortaya koymaya çalışmıştır.
Camus’nün, eserlerinde ortaya koyduğu felsefî düşüncelerini iki temel kavrama oturtmuş olduğunu görmekteyiz: “Absürd” ve “başkaldırma.” Dolayısıyla çalışmanın ilk bölümü absürdün incelenmesine ayrılıyor. İnsan bilinci ile dünya arasında bir kopuş olarak ortaya çıkan absürd karşısında insanın takınacağı tavırların neler olduğu ve bu tavırlardan hareketle başkaldırmanın doğuşu ortaya koyuluyor. Absürd karşısında tek çıkış yolunun başkaldırma olduğu belirtiliyor. Çalışmanın ikinci bölümündeyse başkaldırma felsefesi bütün boyutlarıyla incelenmeye çalışılıyor.
Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi, Camus’nün bütün eserleri dikkate alınarak, bu eserlerinde düşüncelerini nasıl ortaya koyduğuna odaklanmakta, çağının düşünce ve olayları karşısında onun nasıl bir tavır takınmaya çalıştığı ve bu tavrının filozofça bir tavır olup olmadığı tartışılmaktadır.
17. Borges-Sonsuz Labirent (Nicolas Castell, Oscar Pantoja / Flaneur Books)
Flaneur’ün 22. kitabı, okuru Jorge Luis Borges’in çocukluğuna, gençliğine, hayal kırıklıklarına, kütüphanelerine, cennetine, rüyalarına, kaplanlarına açılan bir yolculuğa davet ediyor; hem de efsanevi Arjantinli anlatıcının kendi yazım tarzına yakın yerlerde dolaşan çizgilerle. Büyük yazarın sonsuz biyografisinin çarpıcı detayları, adım adım gelen “karanlık”, Castell ve Pantoja’nın hürmetli çalışmalarının izlerinin her sayfada sürülebildiği bir labirent gibi kuruluyor. Kitap aynı zamanda gündelik hayatın sıradan “büyüsü” ile fantastik bir evrenin yazınsal “büyüsü” arasında görsel bir geçit de açıyor.
Charles Bukowski’nin öykülerini görselleştiren Bütün Atlar Kaybetmeye Koşar’dan (2013) sonra Flaneur Books da bu edebiyat hattını izlemeyi Borges ve Dostoyevski ile sürdürüyor. Bengi Kıraçoğlu Paixao’nun İspanyolca’dan Türkçeleştirdiği Borges – Sonsuz Labirent, yazarın sayısız öykü, deneme ve şiirinden pek çok ipucu içermesinin yanında, Borges’in hayatı boyunca durmadan referans verdiği kimi imgelere olan derin takıntısının da kaynaklarına inmeye çalışıyor.
“Borges – Sonsuz Labirent”, 19 Haziran itibarıyla raflarda, kütüphanelerde.
18. She-Kadın Psikolojisini Anlamak (Robert A. Johnson / Chiviyazıları Yayınevi)
She, Kadının içindeki eril enerjinin kitabı; bir Jung analisti de olan Robert A. Johnson kadına mitolojiden de yararlanarak başka bir bakış atıyor. Jung’un tanımlamasına göre, her kadının bilinçdışında animus (maskülen yön), her erkeğin bilinçdışında ise anima (feminen yön) vardır. Bu özellikler cinsel ya da davranış unsuru olmaktan çok arketipsel enerjilerdir. Johnson, bu kitapta ve birlikte okunduğunda daha zevkli bir okuma serüveni sunan He kitabında bu enerjilere yoğunlaşmaktadır. ‘…Yunan mitolojisindeki Eros ile Psyhe, kadın kişiliği üstüne söylenmiş en öğretici öykülerdendir. Söylence Hristiyanlık öncesine dayanır. Yazılı olarak ilk kez klasik Yunan çağında karşımıza çıkar… Birçok ruhbilimci Eros ile Psyke’yi kadın kişiliğinin bir anlatımı olarak yorumlamıştır. Belki bu çatışmanın en başında, kadındaki kadar erkekteki kadınlıktan da söz edeceğimizi belirtmek yerinde olur. Bu öyküyü yalnızca kadınların kişiliklerine hapsetmekle onu kesin olarak sınırlamış olurduk…
19. He-Erkek Psikolojisini Anlamak (Robert A. Johnson / Chiviyazıları Yayınevi)
He, Erkeğin içindeki dişil enerjinin kitabı; bir Jung analisti de olan Robert A. Johnson erkeğe mitolojiden de yararlanarak başka bir bakış atıyor. Jung’un tanımlamasına göre, her kadının bilinçdışında animus (maskülen yön), her erkeğin bilinçdışında ise anima (feminen yön) vardır. Bu özellikler cinsel ya da davranış unsuru olmaktan çok arketipsel enerjilerdir. Johnson, bu kitapta ve birlikte okunduğunda daha zevkli bir okuma serüveni sunan She, kitabında bu enerjilere yoğunlaşmaktadır. ‘…Modern Batı toplumundaki erkekler, kendi animalarını ayartmakta, kendi içlerindeki genç ve güzel kıza cinsel saldırıda bulunmaktadırlar. Zaman zaman erkeklerimizde ortaya çıkan o taşkın, aldatıcı, başına buyruk, her şeyden üstün ve tehlikeli ruhsal köpüklenme bu tür baştan çıkarmanın belirtisidir. Erkek, animasının gırtlağını sıkıp ya beni mutlu edersin ya da… der. Bu düpedüz ayartmadır. Erkek bunun bedelini ödeyecektir; çünkü her zaman yürürlükte olan ruhsal yasa gereğince, o taşkınlığın ardından, dengeyi sağlayacak olan bunalım mutlaka gelir.’
20. Manikürlü Eller Almanya’da Elektrik Robini Saracak (Lea Nocera / İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları)
Türkiye ile o yıllardaki adıyla Federal Almanya Cumhuriyeti arasında imzalanan işgücü alımı antlaşmasından bu yana ellidört yıl geçti. O günden bugüne onbinlerce Türkiyeli, kadınıyla erkeğiyle yaşamlarını diyar ellerde sürdürdü. Ancak yarım yüzyılı aştıktan sonra bu vatandaşlarımız; bilim dünyamızda yıllardır “Bitmeyen Göç” konusundaki çalışmalarıyla öne çıkmış saygın bir isim olan Prof. Dr. Nermin Abadan-Unat’ın tanımıyla “konuk işçilikten ulus-ötesi yurttaşlığa” geçti. Bu alanda yerli ve yabancı bilim insanları, gazeteciler, yazarlar tarafından yapılmış onlarca araştırma ve kitabın yanısıra edebiyat, tiyatro, sinema gibi alanlarda verilen ürünler, bu büyük hikayenin tüm veçhelerini, değişen siyasi ve toplumsal boyutlarıyla yansıttı; yeni çalışmalarla yansıtmaya da devam ediyor.
İşte Napoli L’Orientale Üniversitesi öğretim üyesi Lea Nocera, işgücü alımının başladığı yıllarda yayınlanmış bir gazete haberinden yola çıkarak, bu büyük serüvenin çok fazla bilinmeyen bir yanını ele aldığı kitabında, o yıllarda ilk kez çalışmaya giden kadın işçilerin “manikürlü elleri” etrafında şekillenen göçmen işçi dünyasını cinsiyet perspektifi açısından irdeliyor. Nocera’ya göre antlaşmanın ilk yıllarında, Alman fabrikalarında “elektrik bobini sarmak” için ülkesinden ayrılan kadın işçiler; büyük şehirlerden gelen ve iyi bir eğitim düzeyine sahip kişiler olup, o yıllarda Batı Almanya’da işçi olmayı kaçırılmayacak bir fırsat olarak görüyordu.
Yazarın özellikle sözlü kaynakların kullanımına, Türk basını ile Alman kurumsal kaynaklara dayalı ayrıntılı bir araştırmayı temel alan bu kitabı, en başlarda gelen göçmen kadınların hikayelerini inceleyerek Türk kadınlarını zayıf, uysal ve çok geri kalmış bir ülkenin simgesi olarak gören basmakalıp düşüncenin Almanya ve Avrupa’da nasıl biçimlendiğini anlatmaya çalışıyor. Lea Nocera’nın toplumsal cinsiyet perspektifiyle ele aldığı bu çalışmasının sonuçları tahlil edildiğinde, çoğu zaman sadece erkekleri ilgilendirdiği düşünülen İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki kitlesel göçlerin bilinmeyen yönleri ile birlikte Avrupalı kimliğinin oluşumuyla, AB ile Türkiye arasındaki karmaşık ilişkinin daha kapsamlı bir tarihi için yeni olgular da ortaya çıkıyor. Lea Nocera’nın bu kitabı sadece Avrupa’da değil, dünyanın diğer anakaralarında da iletişim devrimi ve teknolojik gelişmeyle birlikte bitmeyecek olan göç süreci için çok zengin bir kaynaktır ve uyandırıcı yeni fikirler içermektedir. Kitap, bu yanıyla göçle ilgili çalışmalar yapmaya niyetlenen herkes için vazgeçilmez bir bilgi hazinesidir. —Prof. Dr. Nermin Abadan Unat