Yayınevleri her yıl olduğu gibi geçtiğimiz yıl da bizlere pek çok güzel kitabı okuma fırsatı sundu. Okunacak onca kitap varken, bizler bir şeyleri mutlaka kaçırdık ancak kitaplar eskimez. Bu yıl yine birbirinden değerli kitaplarla buluşmaya başladık ve devam edeceğiz. Peki bize bu kitapları okuma fırsatını sunan yayınevlerini ne kadar tanıyoruz?
“8 Soruda 2018’de Yayınevleri” yazı dizisinde her gün bir yayınevinin Dada Kitap’a verdiği yanıtları sizlerle paylaşacağız. Bugünün konuğu ise H2O Kitap oluyor.
İşte H2O Kitap’tan Özcan Özen’in sorularımıza verdiği yanıtlar…
1. Yayınevinizi diğerlerinden farklı kılan nedir?
Önce banka değil yayınevi kurmuş olmamız, bankayı sonra kuracağız. Reklamımız yok. Özen gösteriyoruz: okuma kolaylığından kağıdına, baskı kalitesinden Türkçe kullanımına. Kitabın bir nesne olarak okura iyi gelmesine çalışıyoruz. Ah, hatalı çıkmamaya çalışıyoruz ama hata da yapıyoruz.
İçeriğe gelince: Özellikle çeviri ve akademik kitaplarda dile çok titizleniyoruz. Mümkün olduğunca Türkçe kullanıyoruz; genellikle çevrilmeyen asimilasyon, spekülasyon, manipülasyon, gibi kelimeleri çeviriyoruz. Belli kalıplarla ve dizilimlerle cümle kurulmaya alışılmıştır, özellikle akademik, entelektüel çevrelerde ve tabii çevirilerde, bu yüzden kelime ile sözcük benim burada yaptığım gibi yan yana kullanılır. Anlam benzerliğine hatta denkliğine dikkat edilmez. Bunların olmamasını sağlamaya çalışıyoruz, yazarlarla ve çevirmenlerle sürekli tartışıyoruz.
Kitapları ise “hakim ve egemen” konuların dışında seçmeye çalışıyoruz. Bu konulara da giriyoruz elbette ama bu kez anayoldan sapıyoruz, “başka”sını arıyoruz. Bu yüzden istediğimiz kitabı yayınlıyoruz, piyasanın istediğini değil.
2. 2018’den beklentileriniz nelerdir?
“Edebiyat Belleğimiz” adını verdiğimiz zamanında çok gözde olmamış. dikkat çekmiş ama dikkatlerden uzak tutulmuş, görmezden gelinmiş, kıskanılmış, unutturulmuş, piyasaya uymamış yazarlarımızın kitaplarını yeniden basıyoruz. Çok uzun soluklu bir girişim bu: İşte 2018’de bu yolda bir hayli ileriye gitmek istiyoruz.
3. Bu yıl sizden ne beklemeliyiz?
“Edebiyat Belleğimiz” adını verdiğimiz dizimizi yayınlarken batmamamızı.
4. Bu yıl kaç kitap yayınlamayı hedefliyorsunuz?
40 civarında.
5. 2017 sizin için nasıl geçti?
Olağanüstü. Çünkü edebiyatımızdan pek çok yazarla tanıştık, buluştuk, bir kısmının kitaplarını yayınladık, bir kısmınınkini hazırladık. İşte söylediğim “Edebiyat Belleğimiz” dizisindekiler. Yazarların varisleriyle buluştuk, tanıştık, dertleştik. Kübalı yazar Alejo Carpentier’in Bu Dünyanın Krallığı adlı kitabının İspanyolcadan çevirisini yayınladık.
6. En fazla hangi kitaplarınız ilgi gördü?
Einstein’ın Tanrısı, Dünyayı Değiştiren Şirket, Kanserden Korkma Modası Geçmiş Tedaviden Kork, Kurşunlu Benzinin Gizli Tarihi, Nasıl Ölürüz, Voodoo Büyüleri Kitabı, Kedilerin Felsefesi, Algı Kalesi, Bu Dünyanın Krallığı…
7. Beklediğiniz ilgiyi görmeyen/hedef kitleye ulaşamayan kitabınız oldu mu?
Çok. Hemen hepsi beklediğimiz ilgiyi görmedi. Ama bu ilgisizlik okura ait değil, dağıtım ve kitapçıların ilgisizliği. Kitabın okurla buluştuğu yerler aslında okurun “satan kitaplarla” buluştuğu yerlerdir. “Satan kitap” daha siz onu satın almadan oluşturulmuş bir algıdır, kitabı daha sonra basarlar. “Satan kitap” yayınlamayınca da beklediğiniz ilgiyi göremiyorsunuz. “Satan kitap” okunan anlamına gelmiyor elbette. Kitaplarımız okurla buluşamayınca beklenen ilgiyi göremiyor elbette.
8. Ülkemizde edebiyata/yayınlara olan ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Edebiyata çok ama çok büyük bir ilgi var. Fakat okunma kısmında değil yazma kısmında. Ülkemiz insanını edebiyatla ilgisinin doğrudan olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz çünkü bizzat herkes yazıyor, henüz yazmadıysa da yazacaktır. Herkesin hayatı roman sonuçta. Yazacaktır, yazmadıysa hazırlanıyordur. Çay partileri, hobi kursları gibi yazarlık atölyeleri kuruluyor, yaratıcı yazarlık kitapları yazılıyor. Gerçekten yaratıcı bir fikir yazar nasıl olunuru yazmak, değil mi? Gerçekten yaratıcı: kurs değil “atölye.” Yazınca da okumaya gerek yok. Bunu bizzat, kulaklarımla işittim: Adamın biri lokantada telefonda konuşuyor ama bize duyuruyordu: “Biliyorsun ben kitap okumam, yazarım, iki kitabım var.” Evet, okumaya gerek yok gerçekten. Çünkü “satan kitap” okumuşlar birkaç kez sonra da “bunu ben de yazarım tabii” diye düşünmelerini olağanüstü karşılamamak gerek. Sonuçta aynı yazarın “atölye”sine gidiyor, yazacak değil mi? Neden gitmesin, yazmasın? Lokantada da beğendiği yemeğin tarifini isterler ya şeften, yazar da yazmanın tarifini veriyorsa neden gitmesin? Sonra gizli lezzeti keşfederler, şefin vermediği sırra vakıf olurlar ya “falanca baharatı atmış ama söylemiyor,” kendileri katarlar çeşniyi olurlar yazar. Ülkece gurme olduk, şef olduk, yazar mı olamayacağız. Üstelik Picasso gibi resim yapmak için general olmaya da gerek yok, kursa gittik hepimiz ressam olduk, çömlekçi olduk, fotoğrafçı olduk. Şimdi fotoğraflarımızı sergilediğimiz siteler de var, yazdıklarımızı okuttuğumuz siteler de.
Herkesin yazar olması çok iyi bir şey aslında. Böylelikle herkes kendi hayatının da roman olmadığını görecek, tabii öncelikle başkalarını okumak şart. Çünkü o zaman bu da benim gibi aşık olmuş, evlenmiş, boşanmış; bu da benim gibi para kazanmış, batmış, işten atılmış, beş parasız kalmış, soba yakamamış vb. diyecek; hayatların birbirinin benzeri olduğunu görecek, sadece kendi hayatının değil herkesin hayatının “roman” olduğunu ama edebiyat olmadığını görecek. Tıpkı tur ile gittiği bilmem ne adasına, siteden alt komşusunun da gidip benzer açılardan çektiği doğa ve otel fotoğraflarını kendisinin de hesabının olduğu bilmem ne web sitesinde paylaştığındaki gibi bir gerçekle yüzleşecek ama okursa.
Edebiyata ilginin olabilmesi için insanın kendisine gösterilmesini hayal ettiği ilgi beklentisinin sönmesi gerekli. Edebiyata ilgi ile kendine doğru ilgi arasında ters orantı var. Ben kendini el ile eşit görmeli, denk saymalı ki edebi olsun.