“Goanğcu, izole edilmişliğin, zorla ayaklar altına alınmışlığın, zarar görmüşlüğün diğer adıydı.”
Vejetaryen’i okuyanlar bilir, Han Kang’ın ustalığını. 2016 Uluslarası Man Booker Ödülü’nü kazanan bu eser Türkiye’de de oldukça ilgi görmüştü. Vejetaryen’in ardından yeni bir Han Kang kitabı için çok beklememize gerek kalmadan April Yayıncılık bizleri Çocuk Geliyor ile buluşturdu. Çeviriyi yine Göksel Türközü ustalıkla yaptı ve bize sadece okumak kaldı.
Satranç tahtasında ülke olmak
Kore Yarımadası tıpkı Orta Doğu gibi tarihin her döneminde hareketli bir coğrafya oldu. Çin ile Japonya gibi iki ülkenin arasında bulunan bu köprü, tarih boyunca tabiri caizse bu iki ülkenin satranç tahtası haline geldi.
1945’te II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Kore artık kendi kaderini yazacaktı, olmadı. Bu kez tahtanın başına başka iki ülke oturdu. Soğuk Savaş yılları SSCB ve ABD için sadece uzay savaşları demek değildi. Kore Yarımadası’nda sözünü geçirme yarışları da bu dönemde başladı. SSCB’nin desteğindeki Kuzey ile ABD’nin desteğindeki Güney.
“Böyle bir durumda sayımız çok olmalı ki kafalarına göre giremesinler… İçimde kötü bir his var. Tabutlar git gide çoğalıyor. İnsanlar artık evden dışarı çıkmaya çekiniyor.”
Üretim varsa, bacalar tütüyorsa sorun yok (mu?)
Kuzey’i yani Kore Halk Cumhuriyeti’ni bir tarafa bırakacak olursak, Güney’de yani Kore Cumhuriyeti’nde işler yolunda gibiydi. Demokrasi vardı, üretim vardı, ülke gelişiyordu… En azından öyle görünüyordu. Kore’nin bugün tüm dünyaya teknoloji pazarlayan pek çok firması o günlerde üretimdeydi. Üretim varsa, yol yapılıyorsa, yönetenler oy çoğunluğunu alıyorsa bir sorun yoktu sanırım, öyle derler ya hani.
İnsanlar rahattı, en azından bir kısmı için bunu söyleyebiliriz. Demokrasilerde öyle bir durum vardır, ‘insanlar’ rahattır.
Çok kısa bir süre Kore’yi bir yana bırakın ve Sanayi Devrimi sonrasında Britanya’yı düşünün. Çalışma saatlerinin neredeyse 20 saate yaklaştığı, kadın ve çocuk işçilerin her anlamda sömürüldüğü Britanya’yı… Yeniden Kore’ye dönüyoruz.
Kore Cumhuriyeti’nde ‘insanlar’ dediğimiz kesim sanırım patronlardan ve yönetenlerden oluşuyordu. Bu yüzden işçiler, kadınlar ve gençler pek rahat değildi. Hatta o kadar rahat değillerdi ki çoğu kez bu durumu yüksek sesle dile getiriyorlardı.
İşçiler yok pahasına emeklerini satıyorlar, gençler kendi öncüllerini gördükçe umutsuzluğa kapılıyordu, kadınlar işyerlerinde insanlık dışı muameleler görüyorlardı. Ne yapsalardı, seslerini çıkarmadan kaderlerine razı mı olsalardı? Olmadılar. Defalarca isyan ettiler. Protestolar düzenlediler, greve gittiler, üretimi durdurdular, haklarını aradılar.
Bu mücadeleler hiç de kolay olmadı. Tıpkı Gwangju Ayaklanması gibi. Yükünü geçmişten alan olaylarda bu kez işçiler, kadınlar, gençler daha önce yaptığı hataları yapmayacaktı, istediklerini almadan vazgeçmeyeceklerdi. Aza tamah etmeyeceklerdi. Ancak bu durum hükümetin sabrını taşırdı. Bundan sonrası direnenlerin hikayesi işte, bu kitapta. Henüz okumayanlar için bundan sonrasını anlatmamak daha doğru olacaktır.
“Aman tanrım, burada bu kadar çok ceset varken korkmuyor musun seni ödlek velet?”
“Korkunç olan askerler, ölmüş insanların nesi korkunç?”
Acıyı hissetmek
Bu kitap okurunu Kore Cumhuriyeti’nin yakın tarihinde bir yolculuğa çıkarıyor. Kısa bir yolculuk aslında, sadece dokuz gün. Ancak bu öyle bir dokuz gün ki, yaşananları yıllara sığdıramayacağımız kadar. Hiç öğrenmek istemeyeceğimiz bir ders niteliğinde.
Şimdi bir insanın kaderinin anlık olaylarla değişebileceğini düşünün ve sonrada dokuz güne sığacak acıları.
Bazen olaylar düşündüğümüzden farklı gelişir. O zaman korkar insan. Ne kadar kahramanlık taslasa da korkar. Çünkü sıradan bir insandır, sokakta hakkını arayan kadınlar ve erkekler.
Hiç kimse hakkı olanı almayı beklerken ölmek istemez.
Olayları bir de ölülerden dinleyin
Han Kang’ın romanında ele aldığı olay başlı başına bir kütüphane dolusu kitaba sığmayacak cinsten. Diğer yandan yazarın kurgu yeteneği de muazzam. Okura, “Peki ortada bir acı varsa bunu en iyi kim anlatır?” sorusunu sorduruyor. Yaşayanlar mı, kalanlar mı, ölüler mi? Sanırım hepsinin ortak bir anlatısı olsa en etkileyicisi olurdu.
“Bayrakla, bir tek onunla sarılması gerekir. Çünkü bizlerin katledilen birer et yığını olmadığımızı herkesin anlaması lazım, ölenleri çaresizce ve sessizce anmak için milli marş okunuyor.”