Kırmızı Saçlı Kadın ile ilk romanlarınız Cevdet Bey ve Oğulları ve Sessiz Ev arasında bir koşutluk var.
Bir kapalılık duygusu; sorunların, duyguların yeni kuşaklarda tekrarlandığı hissi bende vardır. Aile ve kuşak romanları! Ben ilk başta Kırmızı Saçlı Kadın ve Sessiz Ev arasında bir ilişki görüyorum. İdealist bir baba-büyükbaba… İkinci kuşakta suçluluk duyguları hakim… Üçüncü kuşakta da büyükbabanın ideallerinin gerçekleşmediğini yolunu kaybetmiş, öfkeli bir gençten anlıyoruz. Her iki romanda bu gençler Batılılaşma ve Batı karşıtı duygular taşıyor. Onların öfkeli konuşmalarından, iç monologlarından o günlerin (Sessiz Ev’de 1970’lerin, Kırmızı Saçlı Kadın’da kırk yıl sonra 2010’ların) öfkeli, muhafazakâr, Batı karşıtı siyasi partilerinin, cemaatlerin, gazetelerin sesini duyuyoruz. Öte yandan bu gençler bir anlamda modern bireyler. Büyük şehrin gölgesinde, içinde yaşıyorlar; kayıplar belki bir anlamda. Bu da modernlik ile Batılılaşma farkını biraz düşünmeme, bu konuların üzerinde kafa yormama imkân tanıyor. Modern ve yalnız bireyin Batılılaşma’ya karşı olması… Ya da Batılılaşmış, modern ve iddialı kişinin, aynı zamanda aşırı muhafazakâr tutumlar benimsemesi… Bu konuların, bu karmaşık ve çelişkili durumların üzerinde durmayı seviyorum. Ama unutmayalım. Bu sosyolojik düşünceler ilk başta biraz dumanlı. Yazarken konuya, hikâyeye kaptırıyorum kendimi.
Üçüncü kuşağın sanatla-edebiyatla iç içe olması da bir rastlantı mı?
Cevdet Bey ve Oğulları’nın yalnız ve modern aynı zamanda öfkeli ve milliyetçi bireyi Muhittin’in şiir yazması ile Kırmızı Saçlı Kadın’daki üçüncü kuşak Enver’in şairliği arasında bir koşutluk var elbette. Muhafazakârlar “Geleneğin kaybı” dediğimiz şeyle tepkisel olarak meşguller… Kar’daki Lacivert ve Muhtar’ın da şair olduklarını hatırlayalım. Bu kahramanlar bir yandan yaygın muhafazakâr ve Batı karşıtı hissiyatı ve davranışları gösterirken; bir yandan da Baudelaire’i ya da en son modern şiiri de merak ve taklit ediyorlar. Üçüncü kuşaktan Ahmet Işıkçı’nın ressamlığı da önemli benim için. Türkiye zenginleştikçe, sanata ve edebiyata vakit ayıran, bu işlere hayatlarını veren gençler de çıkıyor. Çocuk-luğumun hayalini gerçekleştirip ressam olsaydım Ahmet Işıkçı gibi biri olurdum. Sanat ve edebiyat gelenekten kopuşu “görmek” için önemli. Ama bunu tartıştığımız şiir ya da roman geleneksel değil. Muhafazakâr duygularla boğuşan, onları sahiplenen kahramanlarım aruz ölçülü, ya da hece vezinli eski şiiri yazmak istemiyorlar, bunu düşünmüyorlar bile. Bütün bir geleneği tartıştığım Benim Adım Kırmızı’nın da modern hatta postmodern biçimi var. Her şeyin içiçe olduğuna romanlarımın konusu ve biçimi de tanıktır.
Kuşak romanı ya da sizin deyişimizle kuşaklararası romanının önemi ne?
Önem kadar bir gereklilik bu: Batılılaşma, modernleşme, kültürel değişim, ne dersek diyelim, ona aileleri de etkiliyor elbette. Ama gene de yukarıdan dayatılan Batılılaşma, ailelerin kendiliğinden değişiminden daha hızlı olduğu için, ailelerin içinde bu değişimi, bu farkılaşmayı kolaylıkla gösterebiliyor, tartışabiliyorum ve bu hoşuma gidiyor.
Aile romanının geçmişi eski destanlara kadar uzanır. Eski destanlar da Kral’ın, Şah’ın, Han’ın ailesinin hikâyesini anlatır bir anlamda… Oidipus’a da bir aile hikâyesi diye bakabiliriz, “Rüstem ile Sührab”a da. Kralların hikâyelerini anlatan destanlar aile romanlarının başlangıcıdır belki. Ama Turgenyev’in Babalar ve Oğullar ile yeni bir biçim verdiği, unutulmaz bir örnek olarak öne çıkardığı kuşak romanı hem aile romanıdır, hem de siyasal, kültürel, ideolojik çatışmanın öne çıkarılarak tartışıldığı yeni bir biçimdir. Kırmızı Saçlı Kadın böyle bir romandır. Sessiz Ev de öyle. Kuşaklararası tartışma romanının keşfi için Rus kültürü ve tarihi gerekmişti diyebilirim. Çünkü toplumsal, kültürel değişimin hızlı olduğu zamanlarda, birbirinden çok farklı kültürel tutum ve görüş sahibi kişileri bir aile içinde görebiliyoruz.
Turgenyev’in bu keşfinin kabuğu da değişik görüşlerden kişileri bir arada tutan bir aile evidir. Eski tarz bir konak da olabilir bu ev, Cevdet Bey’de olduğu gibi bir apartman da olabilir. Bir anlamda aile ve ev, millete benzer. Milletin hikâyesini ailenin hikâyesi olarak anlatma dürtüsü yaygın bir dürtüdür. Aile ve ev, hepimizi belirleyen şey olduğu için uygun bir çerçevedir her zaman. Thomas Mann’ın Buddenbrooklar’ından Galsworthy’nin Forsyte Ailesi’nin Destanı’na 20. yüzyıl başında pek çok romancı bu biçimi denedi. Bizde Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ı ve Melih Cevdet’in Aylaklar’ı (benim sevdiklerim) bu çeşit aile ve kuşak romanı ile bütün bu kalabalığı ve kuşakları bir evin içinde buluşturur. Bugün “Modernist” dediğimiz, daha bireye ve biçimsel deneye dayalı yeni edebiyat 1920’lerden sonra aile ve kuşak romanını değiştirdi.
Aile romanı ile kuşak romanının farkı ne?
Ailenin bireyleri yatay olarak mı, düşey olarak mı koşutluk gösteriyor, birbirleriyle karşılaştırılıyor ya da çatışıyorlar. Bence kıstas budur. Faulkner’ın Ses ve Öfke’si de bir aile ve kuşak romanıdır. Ama edebi olarak öyle yenilikçi ve yaratıcıdır ki, konu olarak bu tarzı yeniden ele aldığını farketmeyiz. Ve orada ayrı görüşler vardır; ama bunun nedeni kuşak ya da tarih değil… rastlantı; siyaset; hikâye gibi şeylerdir. Faulkner’den çok şey öğrenmiş Gabriel Garcia Marquez’in en büyük romanı Yüzyıllık Yalnızlık da bir aile romanıdır ama orada da konu kuşaklararası çatışma değildir. Yüzyıllık Yalnızlık’ta konu “Babalar ve Oğullar” değildir! Tam tersi: onların birbirlerine ne kadar benzediklerinin altı çizilir. O romanda babalar ve oğullar hayalci ve romantik, analar ise gerçekçi ve işbitiricidir. Ve daha çok erkeklerle kadınlar çatışır.
Bu noktada sizin [kuşaklararası dediğiniz] Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev, Kırmızı Saçlı Kadın’daki anaları konuşalım.
İlk iki romanımda kadınların ailenin tarihinde ve çatışmalarında, para ve iş dünyasında hatta toplumda yer almaması üzerine daha sonraki yıllarda çok düşündüm. Cevdet Bey ve Oğulları’ndaki Nigan hanım çok edilgen eleştirisine hâlâ üzülürüm. Vereceğim cevap öncelikli olarak kişiseldir. Benim babaannem evden hiç çıkmazdı! Üstelik güçlü bir kadındır. Dedem başarılı bir iş adamıydı. Sivas demiryolu hattında müteahhitlik yaparak zengin olmuş, kazandığı parayla dostlarıyla, ortaklarıyla bir halat fabrikası kurmayı başarmıştı. Cevdet Bey ve Oğulları’ndaki aile hayatı, gündelik hayat benim çocukluk ve ilkgençliğimde tanık olduğum aile hayatına dayanır. Ayrıca dönemin paşalarının ve diplomatlarının hatıralarını okudum. 1970’lerin ortasında Vehbi Koç’un hatıraları da yayımlanmıştı. Onun gibi iş adamlarının hatıralarını da okudum. Cevdet Bey ve Oğulları’nın havası kuşaklararası çatışmadan çok, Batılılaşma ve Müslüman kökenli burjuvazinin yükselmesinin hikâyesidir. O dünyada ise henüz kadınlar –çok özel durumlar dışında– toplumda güç sahibi değillerdi.
Feminist eleştiri konusuna geldik.
Toplumda kadınların yerinin dün az olması, bugünkü romanda da (bu tarihi bir roman olsa da) az yerleri olmasına bahane olamaz yolundaki eleştirisi feminist eleştiridir. Tabii bu feminist eleştiri noktalarından yalnızca biridir. Sessiz Ev’deki Fatma Hanım sanki bu tür eleştiriden sonra yazılmıştır. En sonunda konu tarih değil insan ve hikâyedir. Fatma Hanım’da da anneannem Nikfal Hanım’dan birşeyler vardır. Anneannem babaanneme kıyasla çok daha yalnızdı. Dört katlı bir taş evde, Şişli Meydanı’nda tek başına yaşıyordu… Çocukluğumda annemle anneannemi ziyarete gittiğimizde elini öperdik ve korkardım Nikfal Hanım’dan. Çok yalnız idi. Yalnız bir insan korkutucu bir insandı o zamanlar benim için. Anneannem kütüphaneler, eşyalar ile dolu çok çok tozlu bir evde yaşamasına rağmen kendi odası temiz ve boştu. Çok az eşya vardı ve duvarlar da beyazdı. Vakti nasıl geçirdiğini düşününce eşyalarla konuştuğunu hayal ederdim. O da zaten eşyaların canı varmış gibi söz ederdi onlardan. Eminim biz çocukları eğlendirmek için. Ama daha sonra bu, kafamda onun yalnızlığı ile birleşti… (Geçenlerde, anneannemin yatağını –ki o da onun annesinin ahşap beyaz yatağıymış– beş kuşak sonrasında, kızımın yatak odasında görünce –annem torunu Rüya’ya vermiş– bütün bu hatıralar, kokular, beyaz odada Nikfal / Fat-ma’nın eşyaları gözümün önünde canlandı.) Nikfal hanım babaannem Pakize Hanım’a kıyasla daha az eğitimli ve daha muhafazakâr idi. Sessiz Ev’de Batılılaşmayı hayatları ve tutumları ile tartışanlar önce aynı kuşak, karı-koca Selahattin Bey ile Fatma Hanım’dır. Bü-yük modernleşme hayalleri, ütopyaları olan erkeğin karısından istediği desteği göremeyip onu aşağılaması ise biz Türkiye’de yaşayanların çok gördüğü bir durum.
En sonunda modernleşmeci, Batılılaşmacı iki kuşaktan sonra, Sessiz Ev’de üçüncü kuşakta Batı karşıtı Hasan ile karşılaşıyoruz.
Kırmızı Saçlı Kadın’da, Cevdet Bey’i yazışımdan tam kırk yıl sonra kuvvetli bir kadın kahraman çıkarmak istedim ortaya. Kırmızı Saçlı Kadın, kişiliği Shakespeare’den Sylvia Plath’a İngiliz edebiyatında öfkeli, denetlenemez ve öngörülemez güçlü bir kişiliktir. Türkiye’de ise doğal olarak kırmızı saçlı çok azdır. Bu yüzden de kırmızı saç boya ile, sahne, makyaj vs. ile birleşmiştir kafamızda. Sinema oyuncuları, özgür kadınlar vs sanki yalnız onlar saçlarını kırmızıya boyatır ve sanki kırmızı saçlı kadın deyince iyi bir anneden çok cinsel özgürlüğü olan şeytani bir kadın canlanır gözümüzün önünde. Öyleyse Türkiye’de kadınlar saçlarını bu renge niye boyuyorlar? Hafif bir meydan okuma var bunda. Kararları ve gücü bütün hikâyeyi-dramı belirleyen, etkileyen bir kadının hikâyesini anlatma isteğim de vardı. Son on yıldır kuvvetli, güçlü kadın karakterler yaratma, hikâyelerimi bir de kuvvetli kadın kahraman gözünden görme isteğim de var. Bunu Kafamda Bir Tuhaflık’ta biraz yaptım. Tabii bütün bir romanı, mesela Henry James’in Bir Kadının Portresi gibi bir kadın kahraman üzerine kurmak gibi bir hayalim de var. Birinci tekil şahısla bir kadını bütün bir romanda anlatmak hayali bu. Tabii bunun için o kadının sesini duymak lazım. Kırmızı Saçlı Kadın’ı yazarken kuyucular gibi Türkiye’deki kırmızı saçlı kadınlarla da fırsat buldukça röportajlar-konuşmalar yaptım.
Faydasını gördünüz mü?
Kırmızı saçlı arkadaşım sosyolog Nilüfer Göle’nin anlattığı bir hikâyeyi kitabın üçüncü bö-lümünün başında kullandım. 18 yaşından beri tanıdığım Nilüfer’in kırmızı saçı boyadır. Bana kına, boyalar vs.’yi de anlatmıştı. Doğal olarak kırmızı saçlı olan kadınla, bilerek bu kimliği seçen, saçını kırmızıya boyayan kadının karşılaşmasından ortaya çıkan anlamlar, sonuçlar ve sorular… Sophokles ve Firdevsi’nin hikâyelerindeki kadınlar da Nigan Hanım ve Fatma Hanım gibi edilgen, kurban rolünde ve arka planda kalan kişilikler. Acaba bu durumu tersine çevirmem mümkün mü, diye düşünüyordum. Eski hikâyeleri, efsaneleri, yeniden yazmaktan, görmekten söz ediyoruz. Kadının bakış açısından görmek de bir yol. Bu iki eski hikâyeyi yazarken daha az melodramatik olan bir roman yazabilmek isterdim. Bu-nu biraz da kendimi eleştirerek söylüyorum. Masumiyet Müzesi de yer yer melodram öğeleri olan bir roman ama Yeşilçam konuya çok yakın olduğu için orada bir mizah, mesafe, Batılıların ironi dediği şey vardı. Ama analar, babalar ve oğullara fazla kafayı takmış olmam yerinde diye düşünüyorum. Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev ve Kırmızı Saçlı Kadın’ın bir sürekliliği ve bütünlüğü var.
Kırmızı Saçlı Kadın, Cevdet Bey ve Sessiz Ev’e göre hem çok basit, hem de efsaneler, uygarlıklar tarihine açılan iddialı bir yanı var.
İddialı yanından başlayayım isterseniz… Bu romanda Doğu dediğimiz âlemin ve Batı dedi-ğimiz âlemin iki temel efsanesini, Sophokles’in yazdığı biçimiyle Oidipus efsanesini ve Firdevsi’nin yazdığı biçimiyle, Rüstem ile Sührab’ın hikâyesini birbirleriyle karşılaştırıyorum. Bunu gerçekçi bir kısa romanın içinde, bir kuyu kazma, su bulma hikâyesiyle birlikte yapıyorum.
İlk efsanelerden söz edelim.
Kral Oidipus hikâyesi… Pek çok kereler ele alınmış, yeniden yazılmıştır… Eski Yunan’ı iyi bilen ve efsanelerin gelişimini güzel özetleyen Robert Graves’in Yunan Efsaneleri adlı kitabını açarsanız bu hikâyeyi yalnız Sophokles’in değil, Homeros’un, Apollodorus’un, Hyginus’un ve başka pek çok şair, yazar ve tarihçinin (bir zamanlar bu üç işi aynı kalem, aynı kişi yapabilirdi) kendine göre yeniden yazdığını anlarsınız. Robert Graves kitabında çeşitli farklılaşmaları, değişik sonları, hikâyelerdeki değişiklikleri karşılaştırarak tartışır. Ama beni ilgilendiren Sophokles’in yazdığı Kral Oidipus idi.
Onun önemi ve farkı nedir?
Bundan neredeyse 2500 yıl önce Sophokles bu hikâyeyi bir oyununda işledi. 1880’lerde oyun Paris’te sahneye kondu, başarılı oldu. Viyana’da da 1886’da sahnelendi, büyük övgüler aldı. İşte Sigmund Freud oyunu bu sırada gördü ve kendi düşüncelerini ifade etmek için iyi bir hikâye olduğunu düşündü. Anaya aşk; babayı öldürmek gibi konular sayesinde. Zaten Freud Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i hakkında da babayı öldürmek konulu bir yazı yazmıştı. Yazılardan romanda şöyle bir söz ediyorum. Freud’un yazısı Sophokles’in zaten bilinen metnini bir klasik konumuna yükseltti. Bugün benim de Profesör olduğum Columbia Üniversitesi’nde edebiyat, beşeri bilimler (Amerikalıların “humanities” dediği şey) eğitimi alan neredeyse bütün öğrenciler birinci sınıfta Batı medeniyetinin temel metinlerinden biri olarak Sophokles’in Kral Oidipus’unu okumak zorundadır. Oyun Milli Eğitim Bakanlığı klasiği olarak 1941 yılında Türkçe’de yayımlanmıştır. Ayrıca ben bu oyunu on altı yaşımda Robert Lisesi’ndeyken İngilizce dersinde okumuştum.
Peki onunla karşılaştırdığınız Rüstem ve Sührab’ın hikâyesi?
Bugün biz Türkler bu hikâyeyi bilmeyiz. Ama Firdevsi’nin Şehname’sindendir. Şehname bir zamanlar bütün İslam âleminin ortak klasiği idi. En çok resimlenmiş kitaplardan biridir. Şehname de bugün bir “Penguin” klasiği… Yani dünyadaki en büyük klasikler yayımcısının yayımladığı ve bizim pek tanımadığımız, unuttuğumuz çok uzun bir metin… Ben Rüstem ile Sührab’ı ilk hikâyeyi resimleyen minyatürlerden öğrendim. Yirmi beş yıl önce Kara Kitap’ı, Benim Adım Kırmızı’yı yazarken Arap-İran efsanelerini, eski metinleri okuyordum. Efsaneler, yani Oidipus ile Rüstem ile Sührap arasındaki benzeşmeler beni şaşırttı. Birinde oğul babayı, öbüründe baba oğulu bilmeden öldürüyor… Metinler bu bilmemek üzerinden biz okurlardan-seyircilerden anlayış ve hoşgörü bekliyor. Bu anlayışın, hoşgörünün anlamı ne? Babasını öldüren oğulu ya da oğlunu öldüren babayı anlarken, hoşgörürken aslında ne yapıyoruz? Bu konuyu uzun zamandır düşünüyordum.
Peki romandaki kuyu, kuyucu ve çırağı nasıl çıktı ortaya?
Yirmibeş yıldır üzerinde düşündüğüm bir konuyu felsefi roman düzeyine çıkarmak istiyordum. 1980’lerin sonunda Heybeliada’daki aile evimiz satılmamıştı. Otuz yıl evvel, Heybeliada’da Kara Kitap üzerine çalışırken, komşu arsada, bir kuyucu ve çırağı çalışıyordu. Çadırda kalıyorlardı. Aynen Kırmızı Saçlı Kadın’da anlattığım gibi akşam beşte tencereyi taşın üzerine koyup, altına da odun ya da tüp yerleştirip tencere yemeği yapıyorlardı. Aralarındaki ilişkiyi merak ettim. Baba-oğul, otorite-birey, emir alma-emir verme ilişkisini… Usta’nın bazan sert bazan şefkatle konuşmasını, işi öğretmesini seyrettim. Yemeklerini yedide ateşten alıyor, hava kararırken yiyor, televizyonu açıyor –onların da taşınabilir televizyonları vardı–, sohbet ediyor, sonra bir de çarşıya gidiyorlardı. Bu beni etkiledi. Aralarındaki arkadaşlığa kulak verdim. Aynı şekilde ben de giderdim çarşıya karımla o zamanlar. Geri döndüğümüzde onlar uyumuş olurdu. Çünkü güneş doğunca çalışmaya yeniden başlamak zorundaydılar. Öğle sıcağında da biraz ara verirlerdi.
Sonra onlar da bize yakınlaştı. “Elektriği kullanabilir miyiz, su alabilir miyiz” derken arkadaşlık başladı; ne kadar olursa… “Bir röportaj yapabilir miyiz?” diye sordum. Bu romanın başlangıcı o röportajdır. Kuyuculara ilgim ile Oidipus/Rüstem ikilisine ilgim yirmi yılda yavaş yavaş kafamda birleşti.
Bu yeterli miydi size bir kuyucu hikâyesi yazdırmaya?
Bir yazar, bir konuyla neden ilgilenir? Yazarın duyargaları günlük hayatın her türlüsüne açıktır. Gazetedeki bir haber de beni ilgilendirebilir, seyahate gitmişken bir yerde gördüğüm eski bir kale, kervansaray, yıkıntılar da… 1988 yılında yaptığım röportajı bir deftere yazdım. Otuz yıl kafamın bir köşesinde ben bununla ne yaparım diye taşıdım. Hep bakıyordum. Defterin üzerine ‘Kuyu’ diye yazmışım. Romancılıkta başta anlatmak istediğimiz konular vardır: Yaşadığım, yaşadığımız, entelektüel nedenlerle ilgilendiğimiz, ilgimizi çeken konular, odak noktaları, sinir uçları… Bir de o sinir uçlarını, atmosferi bağlayacağımız, hepsinin üzerinden geçeceğimiz hikâyeler… Biraz aynı şeylerdir bunlar. Ama hikâyeler sinir uçlarını birleştirir. Babalık, otoriterlik, efsanelerin gücü, ilkgençlikten çıkıp sorumlu olgun kişi olma, annenin sevgisini kazanma, var olmayan babayla mücadele gibi konuları bir kuyu hikâyesi üzerinden yazabileceğimi anladım.
Ne ifade ediyor kuyu sizin için?
Dünyaya açılmamızın sınırını bizim hayalgücümüz belirliyor ama unutmayın, çocukluğumda bahçelerde her zaman kuyu vardı. Kertenkeleler, örümcekler görülürdü karanlık ağzında. “Yaklaşma, düşersin!” denirdi. Tehlikeli ve esrarengiz bir kuyu fikri çocukluğumda vardı. Kara Kitap’ta da kuyu vardır. Hem gerçek kuyular, hem de benzetme ve eğretileme olarak kuyu. Şehrikalp Apartmanı’nın apartman aralığı tersine çevrilmiş bir kuyudur. Sarnıçlar, kuyular, bahçedeki derin ve karanlık su kaynakları özellikle yazları bunların İstanbul’da bir çocuğun hayal dünyasında yeri vardır.
Romancılık düşünceli, hesaplı davranırken bile saf kalmayı gerektirir. Bazan kelimeler size bir yerden gelir, siz sanki onları sadece kaydedersiniz. Bazan da her şeyi titizlikle hesaplarsınız. Kesersiniz, biçersiniz, küçük ayrıntıları severek büyütür, dram haline sokarsınız. Okurun üzerinde samimi bir etki yaratmak için hikâyenizi şekerlendirir, çiçeklendirir ve okurla birlikte en çok inandığınız şeyi keşfe çıkarsınız.
Saf ve Düşünceli Romancı’da anlattığınız şeyler bunlar…
A’yı B diyerek anlatan adam olmayı severim; Shakespeare ve Dostoyevski çizgisidir bu. Her insanın kalbinde birbiriyle çelişen iki düşünce mutlaka olur. Türkiye hem Batılıdır hem de Doğulu. Memleketi bir çizgiyle ikiye bölüp, insanları Doğulu-Batılı, laik-muhafazakâr diye ikiye ayıramayız. Gerçi siyasi partiler oy almak için böyle ayrımlar mümkünmüş gibi davranıyorlar. Bu yüzden liberal siyaseti, hoşgörülü bakışı, politikacılar değil romancılar gerçekleştiriyor aslında. Dostoyevski gibi romancılar bir insanın A demek isterken pekâlâ B diyebildiğinin, B derken bambaşka bir şeyi kastedebildiğinin farkındalar.
Kuyucu Mahmut Usta, “Buradan bir şey çıkmaz” diyenlere rağmen bir gün su bulacağını hissederek kazıyor toprağı, siz de böyle hissettiniz mi?
Artık olgun romancı olduğum için bazı şeyleri daha rahat söylüyorum. Bu kitabı yazarken aklımın bir köşesinde Ernest Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz’i de vardı. Turgenyev’in İlk Aşk hikâyesi de…
İhtiyar Adam ve Deniz sevdiğiniz bir roman mı?
Doğayla savaşı mükemmel anlatıyor. Kusuru, balıkçının denizin ortasında yapayalnız olması, kendi kendine konuşup durması. Ben tek başına kuyu kazan bir adamı yazmak istemezdim. “Kendini yazmış” diyeceklerdi. Öte yandan kuyucuyla özdeşleştiğim doğru; romancılığın iğneyle kuyu kazmak olduğunu hep söyledim. Ama bir yere kadar! Kırk yıldır sabırla yaptığım bir işim var… Ama kabul, romancılıkta bile bazan ne kadar ısrarla kazarsan kaz, suyu bulamayabiliyorsun.
Ne yapıyorsunuz o zaman? Elinizdeki romanı çöpe mi atıyorsunuz?
Hayır, başladığım hiçbir kitabı çöpe atmadım. Devam ediyorsunuz. “En sonunda suyu bulacağım” diyorsunuz, arkadaşlarınıza okutuyorsunuz, orasını burasını kesiyor, biçiyorsunuz. Yeni şeyler ekliyorsunuz. Depresyon geçiriyorsunuz. Arada dursanız bile kazmaya yeniden başlıyorsunuz. Siz düşünüyorsunuz, kuyu derinleşiyor.
Mahmut Usta insanların sevip kıymet verdiği ama sonra unuttuğu şeylere rastlıyor kuyularda. “Düşünceli” romancısınız ama bazan beklenmedik şeylerin peşine düşüyor musunuz?
Roman yazmanın en zevkli yanı budur işte. Düşünceliyim yani planlar, hesaplar yapıyor, olayları ayarlıyorum ama demek ki saf bir yanım da var. Bakıyorsun, hiç hesaplamadığın bir şey gelip romanı yazarken seni buluyor. Öğleden sonra 1’le 3 arası saflığıma hitap edecek hiçbir şey gelmez aklıma. Ama zihnimi kirletecek şeylerden uzak durmuş, internete bakmamışsam, hele akşam 8’de güzel bir kadeh şarap içmişsem pek çok şey gelir aklıma. Bazan uykudan kalkıp pijamalarımla masanın başına geçerim. Gece yarısından sonra öyle düşünceler gelir ki, yazarsan farkında bile olmadan kaleminin ucunu sürekli bilersin. Tesadüfen gelen düşüncelerin güzelliğini görebilirsen, onları bir çerçeve içine koyarak kitabının parçası yaparsın, hatta sen bile şaşırırsın bunu daha önce niçin akıl edemediğine…
Kırmızı Saçlı Kadın’ın araştırma evresi nasıldı peki?
Bir röportaj yapmak, o romanı yazmak anlamına gelmez tabii. Benim benzeri bir sürü röportaj metnim, roman tasarım var. Roman haline gelebilmesi için üzerine otuz yıl düşünmem gerekti. Çıkış noktam otoriter bir yönetici, usta; usta-çırak, baba-oğul ilişkisi. Bir işi yapmak için başta otoriter, “baba gibi” bir adam lazım olması ama ona isyan da edersin… Amacım işte bu konuları tartışmaktı. Sonra Oidipus malûm; Oidipus; Yunan mitolojisinde Thebes’in kralıdır. Doğuştan lanetlidir. Bilmeden babasını öldürüp, annesiyle evlenmiştir. Sonra kendini üzüntüden kör eder. Sonra geleneksel İran, Müslüman ve Doğu hikâyeleri arasında dolaşırken Sührab’ı okudum. Rüstem yarı aristokrattır, ülkesini kurtarır. Büyük savaşçı ve kahramandır. Atı Rakş’la giderken yolunu kaybeder. Bir sarayda misafir olur. Kralın kızı onu beğenir. Bir akşam onunla sevişir ve bir çocukları olur. Rüstem ayrılırken bir işaret bırakır. Yüzük ya da bileklik. O, çocuğun babası olduğunu gösterecektir. Derken yıllar içinde oğul, babası Rüstem’i aramaya başlar. Sonunda zırhlı ve maskeli olarak karşılaşırlar ve dövüşürler. Bu sefer baba bilmeden oğlunu öldürür.
Kitapta toplumu bir psikanalist gibi masaya yatırmışsınız. Freud okusa, mezarından kalkıp teşekkür ederdi size…
Güçlü baba, babaya isyan, annenin sevgisini kazanma… Bu konuları severim. Benim babam da Cem’in babası gibi kaybolurdu. Onu arardım. Severdim. Freud’cu değilim ama epey Freud okudum. Rüyalar, dil sürçmeleriyle ilgili kitaplarından çok şey öğrendim.
Destanların gücüne, insanlığın tarihöncesi dönemlerde oluşan ortak bilinçaltına inanıyorsunuz.
Efsanelerin, edebiyatın, felsefenin, ahlak teorisinin toplumları şekillendiren yanı var. Romanım eski hikâyelerden yazılmıştır, burası kesin. Kuyu motifi var, kıskançlık var, esrarengiz kadın motifi var, kadının Binbir Gece Masalları’nda sık sık olduğu gibi erkeği kandırması var, baba-oğul ilişkisi var. Bir sürü hikâye anlatıyor Kırmızı Saçlı Kadın. Oidipus var, Rüstem var. Padişahın verdiği yemekte Azrail’i görmesi… Mesela ben onu Mevlâna’da okudum. Başkaları da yazmıştır. Ben kendi dilimle yeniden yazdım. Ne kadar benziyor o küçük hikâyecik aslında Oidipus’un hikâyesine. Bu benzerlikler hoşuma gidiyor. İşimin biraz da bu olduğunu düşünüyorum. Bu kitapta yaptığım, büyük efsaneleri, büyük eski hikâyeleri, medeniyetlerle, ahlakla, felsefeyle, metafizikle, davranış ve hayat tarzlarıyla ilişkilendirmek. Sonra da bunların arasına gerçek hikâyeyi sıkıştırmak. Romanın orijinal yanı bu. Freud’un öğrencisi Jung’un düşüncelerine de yakınım bu romanda. Jung’un “arketip” dediği bir şey var. İnsanın bazı kültürel yapılarla doğduğunu, ruhunun derinliklerinde, kafasının arkasında bunlarla hareket ettiğini söylüyor. Yaşadığımız hayatların arkasında bastırdığımız, bilmek istemediğimiz isteklerimiz kadar metinler de vardır. İnsanlığın bi-linçaltının eski metinlerden oluştuğu fikrine inanıyorum biraz. Aslında kütüphanede yaşa-maya, bütün kitapları okumaya gerek yoktur sanki. Bilgiler bize bir türlü geçer. Toplumdan, çevremizden alırız, hiç kitap okumasak da… Din de bunlarla iç içedir. Tektanrılı dinler Eski Yunan’dan, Mısır’dan çok şey alır. En ilginci de bu efsanelerin benzeştiği yerlerdir. Bu romanda böyle iki hikâyeyi bir araya getirerek, okuru düşünmeye kışkırtıyorum.
Oidipus birey olmak için babasını öldürmek zorunda. Şehnâme ’nin Sührab’ı ise otoriteyi sarstığı için evladın gerekirse ezilip öldürülmesi gerektiğini vurguluyor. Bu konuda Türkiye ’de bizler sanki ortada kalmış gibiyiz…
Bu iki efsaneyi karşılaştırmak için Türkiye uygun. Ortadaki ülkeyiz. Her iki âlemi de biraz anlıyor, biraz da anlamıyoruz. Bu biraz da Türk olmanın ayrıcalığı. İki yüzyıldır Batılılaşmaya çalışıyoruz. Ama bir yandan da İranlıların hikâyelerini de tam anlamıyla unutmamışız. Biraz karıştırınca, araştırınca hatırlıyoruz. Yeşilçam filmleri zaten eski hikâyeleri, Jung’un “arketiplerini” hiç unutmuyor. Farkında olmadan sürekli işliyor. “Durun, siz baba oğulsunuz” diyor mesela Cüneyt Arkın ama bir bakıyorsun Cüneyt Arkın değil Şehnâme’ymiş ardındaki. Tam bunları karşılaştıracak yerdeyiz aslında. Bir yandan hafif de olsa bir özgürlükçülük, demokrasi oluyor, derken bu kapanıyor ve tamamen kapalı bir topluma doğru evriliyoruz. Bu eğilimler bizde var. Romancının işi, bana göre X Partisi veya Y Partisi iktidar olursa bizi kurtaracak diye hayaller kurup, propaganda yapmak değil de, nasıl oluyor da hepimiz aynı otoriterliği, sertliği, acımasızlığı yeniden üretiyoruz diye bakmaktır. Daha derinden bakmak. Hangi eğilimler otoriterliği besliyor içimizde, neden bir yandan özgürlük isteyip bir yandan iktidara gelince biz de otoriterleşiyoruz. Neden böyle oluyor? Niye otoriterlik sürebiliyor?
Cem’in anlattığı Oidipus hikâyesini Mahmut Usta kaderle açıklıyor. Kaderinden kaçamazsın diyor. Kuyucu ustası Mahmut’un kadim Yunan tragedyasını yorumlamasında Doğu-Batı farklılığına ilişkin bir şey var mı?
Bir defa Yunanlılar böyle yorumluyor Oidipus’u. Oidipus’un trajedisine biz modernler olarak bakınca babasını öldürmesi ya da annesiyle evlenmesi gibi şeyler görüyoruz. Hâlbuki Sophokles yazdığı ve oyun ilk sahnelendiği vakit kadim Yunan seyircisinin altını çizdiği şey, ‘kaderinden kaçamazsın’ idi. Ya da Mevlâna’dan alıp kendi dilimle yazıp romana koyduğum hikâyede de aynı durum var. Kaderinden kaçmaya çalışan adam aslında kade-rine yakalanıyor. İkisinde de aynı hikâye. Bu, modernlik öncesi en bilinen tema… Kaderden kaçmak demek tanrıdan kaçmak demek, çünkü kaderimizi tanrı çiziyor. Modern romanın aslında en çok ilgilendiği konudur bu. Ne kadar özgürüz? Roman dünyası o arada, irade-i cüzi ile irade-i külli arasındaki özgürlük dünyasıdır. Roman sahası biraz da büyük, genel fikirlerle kendi özgürlüğünü, kendi dünyasını kurmak isteyen karşı kahramanlar ara-sında gider gelir.
Peki, Doğu ve Batı’nın birey algısını nasıl ele almaya çalıştınız romanda?
En sonunda hepsi insan. Batı’da birey olur, Doğu’da birey olmaz demiyoruz. Doğu’da karakter olur, Batı’da karakter olmaz da demiyoruz ama gene de Batı toplumları, isyan eden bireye daha bir hak verip onu onaylıyor. Geleneksel toplumlar ise itaat edene ya da cezalandıran babaya hak veriyor. Eğilimler böyle… Yani kalıplar var ama insanoğlunun özgürlüğü onların yanında çok daha önemli. Bir anlamda, eğer gelenek babanın oğlunu gözyaşıyla öldürmesine destek veriyorsa, o gelenekten kopmak gerekli belki de. Bu gelenekten Atatürk kopmak istemiş. Gerçi o da bunu otoriter bir biçimde yapmış. Geleneği bilmek iyi bir şey ama aynı şekilde özgürlüğü bilmek de iyi bir şey. Bence Batılılaşma da böyle olmalıydı.
Bu noktada İran’ı konuşabiliriz. Az önce anlattığınız Türkiye ’nin bu kavramları karşısına İran’ı koyuyorsunuz romanda. İran’ı hangi yönüyle vurgulamak istediniz?
Safeviler döneminin en yüksek noktasında; on altıncı yüzyılın ortası, hatta on yedinci yüzyılın başında Balkanlar, bugünkü Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu, Ortadoğu, Pakistan, Afganistan, Agra, Delhi, Hindistan’ın Müslümanları… bütün bu coğrafyanın entelektüel, devlet ve saray modeli İran’dı. Bugün nasıl Batı medeniyeti bütün dünyaya örnek teşkil ediyorsa, İran da bütün o âlemin entelektüel örneğiydi. Türkler, kılıcıydı o dünyanın. İran ise entelektüel, sanatsal modeli ve biz de bu modeli, bugün Batı’yı nasıl takip ediyorsak, bir zamanlar öyle takip ettik...
On altıncı yüzyılda Safeviler’le savaşırken Osmanlı sarayında Farsça yazmak, Latince yazmak gibi havalı bir şeydi. Ama sonra, son iki yüzyılda biz modelimizi değiştirdik. Bunu da açıkça ilan ettik: Batılılaşacağız dedik. Geleneksel İslam edebiyatının bu hikâyelerini de unutacağız demedikse de unuttuk. Halbuki bunlar güzel hikâyeler. Hikâyelerle düşünmeyi severim. Kendi kimliğimizi ortaya çıkarmak, tartışmak için… Yeşilçam filmlerindeki konuşmaların arkasında neler var, biraz düşünelim…
Bütün bunlarla kitabımın felsefi, sosyolojik, antropolojik bir deneme yanı da var. Ve bu da kitabı hem orijinal kılıyor hem de biraz tehlikeli ve zor; hatta biraz başarısız… Bu anlamda romanın Fransızların “felsefi roman” ya da “düşünce romanı” dediği şeye benzeyen bir yanı da var ve seviyorum bu yanını.
İran’da resmediliyor da aynı zamanda bu baba-oğul sahneleri. Fakat gariptir Avrupa’da resmedilmiyor…
Evet, o benim sevdiğim bir başka konuyla ilgili. Düşüncenin bir kısmı kafamızdan imgeler geçirmek, bir kısmı da kelimeler geçirmektir. En yasak olan konuları da ne kelimelerle ne de imgelerle düşünebiliriz. İşte anneyle sevişme sahnesi… Batılıların da çok önemli bir tabu olduğu için resmedemediği bir şey.
Şimdi efsane bu kadar klasik olmasına rağmen özellikle Oidipus konusunda çok az resim var. Batı’da Oidipus’u resimleyemiyorlar. Ama Doğu’da, İran’da babanın oğlunu, Rüstem’in Sührab’ı öldürdüğü sahne bolca resimlenmiştir. Yalnız İran da değil, Rus ressam Repin de Deli Petro diye bildiğimiz Büyük Petro’nun oğlunu öldürmesini resmetmiştir. Baba oğlunu öldürür ama hemen arkasından hüngür hüngür ağlar. Baba, yaptığı işten pişman oluyor ama yapması da lazımdır o işi. Çünkü babanın gözyaşları devletin sertliğini meşrulaştıran, yüksek bir yere koyan bir şey. Çünkü hep aynı hikâye: Devlet sertlik yapıyor ama istemeden yapıyor, milletin bekası için yapıyor diye inandırıyoruz kendimizi. Bence resmedebilmek de onay vermektir. Bir konuyla ilgilenmenin aslında o konuyu, ya da tabuyu meşrulaştıran bir tarafı vardır. Kitabımın açıkça söylemediği önemli varsayımlarından biri de budur. Rüstem’le Sührab’ın hikâyesi bin kere resmedilmiş. Çünkü babanın oğlu öldürmesini meşrulaştırmak istiyor diye görüyorum bunu. Ressam bunun farkında, okuyanlar bunun farkında demiyorum. Benim kitabım bunun farkında diyorum.
Bu yönüyle Türkiye’nin bugünkü fotoğrafını çağrıştırmak istiyorsunuz?
Evet, ama bunu daha derinden yapmak istiyorum. Şu siyasi parti, bu başbakan diye yapmak istemem açıkçası. Romanlarımı, Türkiye’nin yapısal meseleleri üzerine kurmayı sevi-yorum. Onun için de bir romanı otuz yıl düşünüyorum. Bir kuyucu ile çırağının hikâyesini anlatmak sorun değil. Sorun onu antropolojik, felsefî, edebi konularla ilişkilendirebilmek. Otoriterlik ve bireylik bizim için bitmez konulardır. Türkiye’nin ruhuna ilişkin, daha derin yapısına ilişkin çatışma ve çelişkileri merak ediyorum, romanda araştırıyorum. Kültürü oluşturan unsurlar nasıl ortaya çıktı, Türkiye’nin karakterini ortaya çıkaracak unsurların tartışmasıyla ilgileniyorum. Ortadoğu ülkeleri arasında yine de en moderni olduğumuz için bu soruları sorabiliyoruz kendimize. Roman, politik olarak doğru olmayan ama düşünmemize yarayacak genellemeler yapabilir.
Peki kahramanınız neden gerçekte değil de kurmacada, sanatta yani efsanelerde arıyor kendi hikâyesini?
Yani, neden Kırmızı saçlı kadın yerine Kırmızı saçlı kadının anlattığı hikâyelerin peşinden gidiyor… Bilinçli bir şekilde Kara Kitap ve Benim Adım Kırmızı’da olduğu gibi geleneksel hikâyeleri modern dünyamıza çıkarıp, yeniden yazıp, kahramanları o geleneksel hikâyeyle ilişkilendirip sorular sormayı seviyorum.
Bunun arkasında 1970’lerde Turgut Uyar’ların, Attilâ İlhan’ların, Behçet Necatigil’lerin “dîvan” diye kitaplar yazmış olması da var diye düşünüyorum. Onlar bana hem modern olursun hem de gelenekten etkilenip, söyleyeceklerini eski efsaneler, şiirler üzerinden söyleyebilirsin demişlerdir sanki. Bunu seviyorum ve Kara Kitap’tan beri yapıyorum ara ara. Yapmaya da devam edeceğim.
Bizim bilinçaltımızı oluşturan böyle efsanelerimiz var mı?
Bu konudaki metnimiz hiç şüphesiz Dede Korkut’tur. Dede Korkut’un Freud’cu karşılaştırmalarla incelenmesini çok isterdim.
Artık unutulmuş bir alan olan kuyuculukla ilgili çok detaylı bilgiler de var romanda. Kuyucu Mahmut Usta, çok tanıdık. Kuyucuları nasıl araştırdınız?
Pek çok kuyucuyla konuştum. Bir mesleği o işi yapan dört kişiyle konuşmadan yazmam. 1960-70’lerin İstanbul kuyucuları, Sivas’ın kuzeyi ve Ordu civarından İstanbul’a gelmişlerdir. 1970’lerde gecekondu patlaması vardı, altyapı yoktu, onlara ihtiyaç vardı. Oysa kuyuculuk, ‘88’de yan bahçemde kazı yapan kuyucuları izlerken zaten bitmek üzereydi. Artezyenler başlamıştı artık. ‘80 askeri darbesi de kuyuculuğun bitmesinde önemli etkide bulundu; dinamite kolay ulaşımı engellediğinden. Ama o kuyucular, bozacılık ya da yoğurtçuluk bittiğinde işsiz kalanlar gibi perişen olmadılar. Çünkü kuyucu ustası aynı zamanda kalıp yapmayı bilir, kazma kullanmayı bilir, inşaatta çalışabilir. Başka işlere geçtiler.
Bir yandan da saygı gören bir meslek…
Evet, bunu anlatmak isterim. Saygı görüyorlar çünkü su çok kıymetli bir şey. Suyun olduğu yerde medeniyet var. Bir yerden çok ucuza bir arsa ya da hiç kimsenin oturmadığı dağ başından bir tarla alıyorsun, su çıktığında herkes yanına komşu olmaya başlıyor. Arsanın değeri artıyor. Tarım yapıyorsun. Zenginleşiyorsun. Ama suyu da kuyucu ustası buluyor ve nereden su çıkacağına o karar veriyor. O kadar önemli bir adam olduğu için de kendisine şamanlar gibi doğaüstü güçler vehmediliyor. Kuyular o nedenle “mübarek” addediliyor ama benim konuştuğum kuyucular, bu palavralara artık gülüp geçiyorlardı.
Dikkati çeken bir nokta da şu: İstanbul’un taşrasına ilginiz devam ediyor. Bu kez bir kasa-ba hikâyesiyle başlıyorsunuz romana.
Fakat daha sonra kasaba yutuluyor İstanbul tarafından. Bir dönem Bayramoğlu Sahil Mahallesi’nde geçirdim yazlarımı. Gebze’ye çok giderdim. Kitapta da Gebze’ye gidiyoruz zaten. Küçük bir kasabaydı Gebze. Şimdi Gebze İstanbul oldu, İzmit’e kadar evler bitmiyor. Hiç boş arazi yok ve bu bana ilginç ve kafa karıştırıcı geliyor. Şehrin hiç durmadan büyümesi bende metafizik huzursuzluk duygusu uyandırıyor. Şehrimin artık sınırları belli olsun, bu anlamda daha fazla büyümesin istiyorum. Ama bunlar benim küçük dünyamda küçük isteklerim. Tarih, benim fantezilerimden çok daha güçlü bir şey.
Bunları sorgularken bir yandan Türkiye’deki gençlerin kaderini yaşayan bir kahramanınız var; yazar olmak isterken, mühendis oluyor.
Cem’in babası solcu, fedakâr ama kendisinin öyle idealist bir tarafı yok. Bunları yazıp bu farklılıkları gösteriyorum. Ama kahramanım Cem’i “Bak baban solcuydu, sen ise sadece para kazanmayı düşünüyorsun,” diye ayıplamıyor, onu yargılamıyorum. Çocuk zaten kendini ayıplıyor, suçluluk duyuyor. Konumuz kahramanların duyduğu suçluluk duygusu, yazarın duyduğu suçluluk değil. Yazar, kahramanların duyduğu suçluluğu –kendisi de yaşamış belki bunları– anlatıyor ve bu suçluluğu pek çok konuyla ilişkilendiriyor. Bence dinin kaynağı da suçluluk duygusu. İslamiyet’te çok fazla yoktur. Hazreti Muhammed sonunda muzaffer bir komutan ve peygamberdir. Hazreti İsa ise çarmıha gerilir, ölür, bir anlamda yenilir. Bunlar benim görece yorumlarım.
Otoriterlik bağlamında Mahmut Usta ve Cem arasındaki ilişki nasıl bir usta-çırak, baba-oğul ilişkisi?
Cem, babasından otoriter baskı görmediği için Mahmut Usta gibi kendisini yönlendiren bir adamdan hoşlanmıyor. Öte yandan birisinin “ne yapıyorsun, karnın doydu mu, şimdi yat uyu” diyerek onunla ilgilenmesi onu mutlu ediyor. Ama özellikle doğaya karşı savaş veriliyorsa; yani kuyu, köprü gibi işler varsa bir otorite gerekiyor. Bir babaya, bir ustaya ihtiyaç var bu konularda. Öte yandan bu usta, kahramanımızın on altı yaşına, yani tam çocukluktan olgunluğa, özgürlükten sorumluluğa geçiş dönemine denk geliyor. Hikâye de buralarda Oidipus, sorumluluk, suç, cinsellik ve kadın için rekabet gibi konulara giriyor… Bunlar benim sevdiğim konular.
Babayı hem arzuluyoruz hem de isyan ediyoruz. Bunlar yan yana. Hem öldürmek istiyoruz hem de öldürdükten sonra, Batı’da, büyük suçluluk duyuyorlar. Ya da baba hem oğlunu çok sevdiğini söylüyor hem de pat diye kafasını kesip başında hüngür hüngür ağlıyor. Bunlar karşıtıyla birlikte var olan duygular. Babayı çok önemsiyoruz bizim ülkemizde, bu coğrafyada. Bana kalırsa otoriteye ihtiyaç duyan, çok fazla özgürlükçü olamayan, dayatarak işlerin yapıldığı geleneksel toplumlarda babaya ihtiyaç duyuluyor…
Ama asıl önemli olan babaların, kendilerinde her şeyi yapma hakkını görmesi. Çünkü devletten, cemaatten, toplumdan, aileden, dernekten, örgütten, kısacası her şeyden onlar sorumlu. Babaların otoritesi biz vatandaşların bireyliğinden daha önemli olduğu için baba asar, keser ve herkes de susar. Otorite ihtiyacı da çaresizlikten, anarşi, kaos korkusundan geliyor. Demirel’e yıllarca ‘baba’ demiş bir toplumdayız. Kemal Atatürk baba, Demirel baba, herkes baba. Bir kurtarıcıya inanmak istiyoruz.
Nobel konuşmanız “Babamın Bavulu” babanız hakkındaydı.
Kendini hissettirmeyen, etrafta olmayan, bizi terk eden bir babayla büyüdüm ben. Kitapta da bir babasızlık acısı var. Babam genç yaşta ölmedi ama çoğu zaman etrafta yoktu. Bazan ağabeyimle bunları konuşuruz. Kültürlü ve gerçekten özgürlükçü olduğu için bize el sürmeyen, bağırmayan, “İstediğinizi yapın, siz çok akıllısınız” diyen bir babam oldu. Asla otoriter değildi. Mahmut Usta gibi değildi. Sınırsız özgürlük verdi bana. Büyük bir güven de verdi. Ama bir merkez eksikliği oldu zaman zaman. Şaşkınlık, özgürlükten korkma gibi duygularla beraber yaratıcılık da verdi bu özgürlük duygusu. “Her istediğimi yapabilirim.” diye de düşünürdüm. Bazan babam “Sen kaçıncı sınıftaydın?” derdi, çok bozulurdum. Öte yandan bunun güzel yanını da görüyordum. “Özgürsün, kendi kendine, her şeyi sen yapacaksın” derdim kendime. Benim babam Cem’in babası gibi değildi, belki Cem gibiydi. Güzel bir hayat yaşamak istemişti benim babam, bense ‘daha idealist’, edebiyatla uğraşmış, siyasi dertlerle uğraşmış biriyim. Babam evde kitap okurdu ve o kitaplardan iyi bir şekilde bahsederdi. Ben de ondan etkilenip o kitapları yazmış olmak isterdim. Babama pek çok nedenle müteşekkirim. En çok da güzel bir kütüphanesi olduğu için… Babalar ne öğretir? Türkiye’de en önemli adamlar kimlerdir? Askerler, din adamları, başbakanlar, paşalar, polisler önemlidir… Türkiye’de bunu öğretirler. Benim babama göre ise önemli adamlar yazarlar, ressamlar, filozoflar idi. Babam bana okuduğu kitapları yazan yazarları anlatırdı. Ben de paşa, din adamı, devlet adamı olmak istemezdim. O kitapları yazan adam olmak isterdim. Bana hiçbir zaman “Yazar olacaksın” demezdi. Ama onun hoşuna gidecek, gurur duyacağı biri olmak istedim, evet. O yüzden romana “aslında yazar olmak istiyordum!” diye başladım.
Ocak 2018
Not: Bu konuşma Kırmızı Saçlı Kadın hakkında kendisine basında en çok sorulan sorulara verdiği cevaplara ekledikleriyle Orhan Pamuk tarafından düzenlenmiştir.