Karıncaların Günbatımı, Yalnızlar, Meteliksiz Âşıklar romanları nihayet Türkçe’de de büyük bir heyecanla okunan Zaven Biberyan’ın özyaşamöyküsünü anlatan Mahkûmların Şafağı, bir yazarın yaşamını ve yaşadığı zamanı yansıtıyor.
1921 doğumlu Biberyan’ın 100. doğum yıldönümünde yayımlanan Mahkûmların Şafağı, Biberyan’ın ömrünün ilk yirmi beş yılına, çocukluğuna, gençliğine, 1930’ların ve 40’ların siyasi ve kültürel ortamına dair eşsiz bir tanıklık. İstanbul’da yaşama dair ayrıntılar ve insanlar, hatta toplumlar arasındaki ilişkilerin tasviri bakımından oldukça zengin olan bu anlatı, yazıyla ve edebiyatla daha çocuk yaşta tanışan Biberyan’ın usta bir yazara dönüşme serüvenini de görünür kılıyor.
Türkiyeli bir Ermeni yurttaş olarak maruz kaldığı ayrımcılığın, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında yıllar süren Nafıa askerliği esnasında çektiği ıstırabın, sonrasında Ermeni ve sol kimlikleri nedeniyle uğradığı kovuşturmaların hayatına, ruhuna nasıl damga vurduğunu ayrıntılarla anlattığı bölümler de, bu acıların Biberyan tarafından nasıl işlenerek edebiyat yoluyla benzersiz birer kara inciye dönüştüğünü düşündürüyor.
“Akşamın beni en şaşırtan olayı, Demir’in masasının üzerinde Nor Lur’un, ben öğlen bir gibi matbaadan çıkarken henüz basılmamış olan son sayısını görmem oldu. Bu normal değildi. Yasaya göre, gazetelerin devlet nüshasını ibraz etmek için yirmi dört saatleri vardı. Bu işi bir dağıtımcı hallediyordu; gazeteleri savcıya ve emniyet müdürlüğüne bile hemen çıktıkları gün getirdiğini hiç sanmıyorum. Nor Lur’un son sayısı henüz satışa çıkmamıştı bile. Zira baskı önceliği günlük gazete olan ve her ne olursa olsun gecikmesine müsamaha gösterilemeyen Jamanak’a aitti. Dolayısıyla Nor Lur matbaadan öğleden sonra üç, hatta dört gibi çıkacaktı. Jamanak’ın baskısı en azından üçe, üç buçuğa kadar sürüyordu. O saatte, matbaada devlet nüshasıyla ilgilenecek kimse kalmıyordu. Ayrıca devlet daireleri de akşamüstü beşte paydos ediyordu; zaten o saatten sonra hiçbir memur Nor Lur’a ya da Biberyan’ın yazılarına bakmayı aklından geçirmezdi. Dolayısıyla normal şartlarda, Emniyet Müdürlüğü’nün Basın Bürosu, Nor Lur’un bu sayısını ertesi gün, yani çarşamba günü görecek, içeriğinden ancak o zaman haberdar olacaktı.
Ancak, manşetinde tehdit mektubu olan gazete orada, çalışma masasının üzerinde açılmış duruyordu; polis de benden hesap soruyordu. Çok uzun zamandır tutuklanmayı bekliyordum, ancak bunun –en azından açıklanan– sebebinin Avak olacağı aklımın ucundan geçmemişti.
Ayrıyeten tehdit mektubunu, manşet yazısını, üstüne bir de “Emperyalizmin Sonu” başlıklı yazımı ne ara tercüme etmişlerdi? Polisin resmi tercümanı Ermenice bile bilmeyen, Georgi adında Katolik bir Ermeni’ydi. Gazete Basın Bürosu’na akşamüstü beşten önce getirilse, Georgi de orada olup –ki bu pek muhtemel değildi– tercümeye akşamın o saatinde başlaşa bile –ki bu ihtimallerden biri bile olası değildi– bir tam sayfa tercüme edecek vakti bulmuş olamazdı. Tercüme yapıldı diyelim, bu sefer polisler akşam dokuza, haydi bilemedin dokuz buçuğa kadar sayfayı inceleyip kabahati tespit etmiş, savcılığa haber vermiş, mahkemeden tutuklama ve arama emri çıkarmış olamazdı.
Bu mümkün değildi. Demek ki matbaada bir “sızıntı” vardı. Polisin, tehdit mektubundan da, mektubun yayımlanacağından da haberi vardı; ayrıca manşette Ceza Kanunu’nun şu ya da bu maddesinin kapsamına giren, suç niteliğinde ibareler olduğunu da biliyorlardı. Gazetenin bu sayısı basılır basılmaz ellerine geçmişti, hatta belki de prova baskıyı ya da müsveddeleri görmüşlerdi. Sayfanın çevirisi için polise birileri yardım etmişti. Polisin Ermeni basınında her şeyi gönüllü tercümanlar, muhbirler sayesinde bulduğunu o zaman daha bilmiyordum; aksi takdirde her gün koca koca gazete sayfalarını tercüme ettirmeleri mümkün değildi. Aynı zamanda bunun önceden tasarlanmış, kurgulanmış, titizlikle hazırlanmış, hiçbir şeyden şüphelenmeden içine düştüğüm bir tuzak olduğunu görmem de mümkün değildi. Sanasaryan’da geçirdiğim o ilk geceki bazı davranışlarımı böyle açıklayabilirim.”