1. Cadılar Cadı Avı ve Kadınlar (Silvia Federici / Otonom Yayıncılık)
Cadı olduğu varsayılan kadınların avlanıp yakılmasının üzerinden beş
yüz yıldan fazla zaman geçti. Kapitalizmin şafağında ilksel birikim
sürecinde kapatılan, emek gücünü üreten mekanik bir bedene
indirgenen ve tüm ortak olanların çitlenmesine direnişi ile korku salan
kadın bedeni, ibretlik işkencelerin deneme tahtası yapılıp
itibarsızlaştırıldı. Bugün kadına yönelik giderek artan şiddet ve hatta
yeni cadı avları geçmişin izlerinden yürüyor. Topraklarına el koymak
için yaşlı komşusunu veya akrabasını asılsız suçlarla ihbar eden bir
genç… Az çeyiz getiren karısını öldüren bir koca… Ortak olanları ve
cinsel haklarını savunan kadınları evlerinden sürgün eden yerel
otoriteler… Mikro-kredilerle toprakları ipoteklemeyi ve yeni çitleme
biçimlerini teşvik eden uluslararası kurumlar… Hep birlikte yeni bir
ilksel birikim, kapatma ve mülksüzleştirme sürecini örüyorlar. Cadı
avlarının tarihini ve mantığını, halen sürmesini sağlayan sayısız
yöntemi ve kadına yönelik yeni şiddet biçimlerini anlamaya davet eden
Federici, cadıların tarihinin sessizliğe gömülmesine izin vermiyor.
Ancak hafızamızı güçlü tutarak cadılık suçlamalarıyla öldürülen
kadınların yazgısının tekrarını engelleyebilir, bu şiddete karşı direniş
biçimlerimizi ortaklaştırıp yaygınlaştırabiliriz. İşte bu yüzden bu kitap,
“Bizler yakamadığınız cadıların torunlarıyız” diyen herkes için.
İtalya’da doğup büyüyen Silvia Federici, 1967’de felsefe eğitimi için
gittiği Amerika’nın çeşitli üniversitelerinde ve ayrıca Nijerya’da Port
Harcourt Üniversitesi’nde dersler vermiştir. Feminist bir eylemci,
araştırmacı ve eğitimci olan Federici’nin çalışmaları esinini toplumsal
mücadelelerden almış ve bu mücadelelerle sürekli bir diyalog içinde
olmuştur. 1970’lerin başından itibaren, Maria Rosa Dalla Costa ve Selma
James gibi kuramcılarla birlikte, Uluslararası Feminist Kolektif’in
kurucuları ve “Ev İşi İçin Ücret” kampanyasının örgütleyicileri arasında
yer almıştır. Bu hareket, toplumsal yeniden üretimde yer alan kadınlar
için ekonomik bağımsızlık talebini dile getirerek kapitalist ve
patriyarkal iktidara karşı devrimci bir itiraz oluşturmuştur ve feminist
gruplar arasında küresel bir dayanışmaya zemin sunmuştur. Federici,
Afrika’daki politik değişim ve toplumsal mücadeleler üzerine
çalışmalarıyla da tanınmaktadır. Türkçede yayınlanmış birçok makale
ve röportajının yanı sıra basılmış eserleri arasında Caliban ve Cadı:
Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim (Otonom Yayıncılık, 2012), Sıfır
Noktasında Devrim (Otonom Yayıncılık, 2014) bulunur.
2. Öksüz Brooklyn (Jonathan Lethem / İthaki Yayınları)
Polisiyeden Western’e, bilimkurgudan büyüme öyküsüne kadar birçok
farklı tür arasında belki de hiçbir yazarın yapmadığı kadar çok geçiş
yaparak “yüksek edebiyat” ile popüler kültürü iç içe geçiren ve pek çok
prestijli ödülün sahibi olan Jonathan Lethem, kendi jenerasyonunun
en sıradışı yazarlarından. Kariyerinde dönüm noktası olan Öksüz
Brooklyn ise edebiyat tarihinin en alışılmadık başkahramanlarından
birini okurlara sunan, benzersiz bir suç romanı.
Tourette sendromlu “özel dedektif” Lionel Essrog, hastalığının sebep
olduğu dürtüler, takıntılar ve sinir krizleri arasında ona hayatta en yakın
olan kişinin ölümünü çözmek için Brooklyn’in altını üstüne getirmeye
kararlıdır. İpuçlarının peşine düştüğü, çıkmaz sokaklarla ve belalı
karakterlerle dolu bu yolculukta en büyük yardımcısı ise kararlılığı ve
obsesif kompulsif bozukluğu olacaktır.
Oyunbaz dili, unutulmaz karakterleri ve özgün konusuyla
benzerlerinden ayrılan Öksüz Brooklyn, hem klasik dedektif
romanlarına bir saygı gösterisi hem de yakın dönem postmodern
edebiyatta kilometre taşı.
“Bir dedektiflik hikâyesi okumak bile yeterince ilginçken Lethem’ın
Tourette sendromlu bir karakterin de sırlarını açığa çıkarmasına şahit
olmak çok daha eğlenceli.” -Time
“Tekinsiz bir hayal gücünün ve her okumada okuru etkileyen
kurguların yazarı.” -Colson Whitehead
3. Lizbon’da Bir Gece (Eric Maria Remarque/ Everest Yayınları)
“Kader, insanoğluna bir dereceye kadar özgürlük tanır, ama sonra onu
uyarır ve sonunda darbeyi vurur.” E. M. Remarque
Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanıyla savaş edebiyatının
başyapıtlarından birine imza atmış olan Alman edebiyatçı Erich Maria
Remarque’tan aşk, ölüm ve göç üzerine gerçekçi, heyecan dolu,
dokunaklı ve etkileyici bir roman: Lizbon’da Bir Gece.
Hüzün verici 1942 yılı: dünya yavaş yavaş savaşa doğru ilerlerken herkes
Avrupa’yı terk etme derdinde. Pek çok kaçış yolu kapatılmış durumda.
Lizbon’un karanlık rıhtımında fakir bir genç adam, büyük bir hevesle
gemilere bakıyor. Hedefi Amerika. Ama ne vizesi var ne parası. Derken
yabancı bir adam kendisine iki gemi bileti sunuyor. Bu bir hediye, ancak
adamın bir şartı var: bu gece yalnız kalmak istemiyor, karşısındakine
kendi hayat hikâyesini anlatmak istiyor; kaçışının öyküsünü. Tüm
Avrupalı mültecilerin 1933 yılında Osnabrück’te başlayan ve o gece
Lizbon limanında sona eren kaçış macerasını. Dışarıda, Tejo nehrinin
denize döküldüğü kısımda beklemekte olan gemi belki de onun
kurtuluşuydu ama artık bir şey ifade etmiyor. Çünkü özgürlüğe
kavuşturmak istediği kadını çoktan kaybetti.
Lizbon’da Bir Gece tarihle kaderi çarpıştıran, özenle yazılmış, klasik bir
“hayatta kalma” romanı: Nazilerden kaçarken rastlantı eseri karşılaşan
iki kişinin, uzun bir gece boyunca yakınlaşmalarının; geçmiş
yaşamlarını, kaçış planlarını, aşkı, kötülüğü, ölümü, cesareti, tanrıyı,
insanın varoluş nedenini, özellikle de 20. yüzyılda insanlığın ayaklar
altına alınışını sorgularken yavaş yavaş sarsılmaz bir bağ kurmalarının
yürek parçalayıcı hikayesi.
“Nefret, ruhu eriten bir zehirdir; ister kendinizden nefret edin, ister
başkasından; hiç fark etmez.” E. M. Remarque
4. Katil ve Aile Babasıyım (Fabio Rubiano / The Kitap Yayınları)
Bana ‘Alejandro, sen iyi birisin’ diyen insanların, iyi birisi olduğumu
değil de zayıf karakterli, ezik biri olduğumu söylemek istediklerini
biliyorum.
Bu kitap, isyancı komünistlerin takip edildiği, işkenceyle sorgulandığı
ve bacaklarının kesildiği bir iş yerinde çalışan sıradan bir adam olan
Alejandro’nun öyküsü. İyi bir baba olmaya çalışan ve oldukça başarısız
bir eş olan Alejandro, şüphelileri ve ailelerini yola getirmek için
işyerindeki bu yöntemleri hiç tereddüt etmeden uyguluyor. Fabio
Rubiano bu güçlü ve beklenmedik eserinde, lafını esirgemeyen ve
apaçık bir şekilde bir katilin anlatısını işliyor. Kimsenin görmezden
gelemeyeceği gerçekleri, kısa ve çarpıcı cümleleriyle oldukça sürükleyici
bir şekilde anlatan bu eser, Kolombiya gibi karmaşık ve çelişkilerle dolu
bir ülkenin görünmeyen yüzünü ortaya çıkarıyor.
5. Taşlar (Claudio Morandini / Timaş Yayınları)
Küçük İtalyan köyü Sostigno’da her yer taşlarla dolmaktadır. Tarlalarda,
sokaklarda, evlerde açıklanamaz bir şekilde ortaya çıkan ve gün geçtikçe
sayıları artan taşlar canlı varlıklarmış gibi hareket ederler.
Fısıldadıklarını duyanlar bile olmuştur…
Jeologlar, taşların bölgedeki yer kabuğu yapısının bir sonucu olduğunu
öne sürseler de köyün taşlarla dolmasına bir açıklama getiremezler.
Böylece köylüler, inanışları ve tecrübeleri ışığında yaşadıklarını
anlamlandırmanın ve taşlarla mücadele etmenin yollarını aramaya
başlarlar. Olayların nedeni gibi başlangıç noktası da söylentilere göre
değişir. Hayaletlerin ya da kötü ruhların işi midir bu? Yoksa doğa yılların
intikamını mı alıyordur? Belki köy halkının sakladığı sırlardır sebebi?..
Dino Buzzati’nin günümüzdeki temsilcisi olarak gösterilen Claudio
Morandini, tüm bu küçük, sakin, pastoral parçaları alıyor; çokça hayal
gücü, doğayla insan arasındaki çatışma ve edebiyatın büyüsüyle
harmanlıyor.
“Claudio Morandini, hayal kurmasını bilen bir yazar. Peri masallarını,
efsanelerin hafifliğiyle işleyip, trendlerden bağımsız olarak, berrak ve
evrensel hikâyeler yaratan bir ruh. Aslen Aosta Vadisi’nden bu ses,
Beckett’e ve Buzzati’ye yakın anlatım stiliyle melez edebiyatın bir
temsilcisi.” -Sergio Pent
“Yazar, otuz kısa bölümden oluşan hikâyenin tonunu ve kurgusunu
öyle iyi ayarlamış ki kapalı bir anlatı atmosferi ve dağ manzarasının da
yardımıyla duygusunu çok net aktarıyor: Tuhaf. Morandini, yetenekli
bir şekilde kullandığı üslubuyla sonuçta basit bir hareketle başlayan
zengin bir macera yaratıyor: Bir taş belirdi.” -Corriere della sera
“Şiirsel bir tehditle parçalanmış bir toplum arasında bir roman: Taşlar.” –
Fabrizio Ottaviani, Il Giornale
6. Güneyin Kraliçesi (Arturo Perez-Reverte / Nora Kitap)
John le Carré ile Gabriel García Márquez bir araya gelmiş gibi…” -Wall
Street Journal
“Acımasız bir dünyanın, incelikle çizilmiş bir portresi.” -Guardian
“Sıradışı bir macera… Okuru alıp tuhaf bir dünyaya ve kendine özgü bir
adabı ile şeref yasaları olan, tamamen yabancı bir ahlak âlemine
götürüyor. En basit ifadeyle sarsıcı bir roman; son yıllarda
okuduklarımın en iyilerinden.” -Sunday Times
Uyuşturucu ticareti yapan sevgilisi El Güero yakalanıp öldürülünce,
Teresa Mendoza’nın Meksika’dan kaçış hikâyesi başlar. Çünkü artık
“orada kalmak” ve “hayatta kalmak” onun için birbirine zıt iki
seçenekten ibarettir. Gözü kara Teresa, tek başına içine düşüverdiği bu
eril dünyada şimdi kendi yaşam savaşını verecektir…
İspanyolca ve İngilizce olarak iki farklı dizi uyarlaması da yapılan
Güneyin Kraliçesi, macera dolu bir hayata tutunma, güç ve intikam
hikâyesi.
“Hayvan oğlu hayvanlar, dediğini duyuyor. Kahrolasıcalar. Ve bir
şeylerin kötü gittiğini anlıyor. Belki ona ya da kendisine kurşun isabet
etti veya şu anda kendisi ölmek üzere ama bundan haberi yok. Ama sağ
eli tetiğe basmaya devam ediyor. Dan, dan. Ve, eğer ateş ediyorsam
yaşamaya devam ediyorum, diye düşünüyor. Ateş ediyorum, o halde
varım.”
7. Uzaydaki Çatlak (Philip K. Dick / Alfa Yayıncılık)
Irkçılık, aşırı nüfus yüzünden uyutulan milyonlarca insan, dolup taşan
kürtaj merkezleri, tepenizde dolaşan bir zevk uydusu … geleceğe hoş
geldiniz!
Arızalı bir gezdirgeçin (bkz. Meşhur Yazar Öyküsü) paralel bir dünyaya
bir kapı açtığı keşfedilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin siyahi başkan
adayı Jim Briskin bu alternatif dünyayı dünyanın nüfus sorununa bir
çözüm olarak görür ve dondurulmuş yurttaşların buraya gönderilmesi
için çalışmalar başlar.
Ne var ki bir PKD romanında beklenmedik olan her zaman bir adım ya
da bir evren ötede olabilir ve elbette bu alternatif dünya da sahipsiz
değildir.
8. Kore Masalları (Willam Fairy Tales / Maya Kitap)
Sabah ışığının ülkesi Kore’den masallar…
Kore’nin kuruluş efsaneleri, komşu imparatorluklarla ilişkileri, halkının
ortak kişilik özellikleri, inanışları ve Kore’ye dair daha pek çok şeyi
konu edinen bu masallar, sizleri Kore kültürü ve tarihinde keyifli bir
yolculuğa davet ediyor.
Özenle seçilmiş bu 24 masal, antik metinlerde “Doğu’nun nazik
milleti” olarak söz edilen Korelilerin dünyasını gözler önüne seriyor.
Kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelen bu masallarda
şakacı peri Tokgabi’den Hapşıran Dev Heykel’e, Kore’nin Atası Prens
Sandalağacı’ndan bilge Kija’ya kadar pek çok ilginç karakterle
tanışacaksınız.
Geçmişle geleceği birbirine bağlayan bu masallar, masal seven herkesin
kitaplığında bulunmalı.
9. Genelevde Yas (İrfan Yalçın / h2o Kitap)
İstanbul. Karaköy. Zürafa Sokak. No: 14.
Basit bir adres. Sadece postacıların değil neredeyse tüm erkeklerin
bildiği, kadınlarıyla meşhur, kadınlara yasak bir adres.
Sıradan insanların sıra dışı acılarının mekânı. İş bulamayan yoksul
kadınların açlığa karşı tutunacakları son dal.
Yaşı geçmekte olanların günden güne tükendikleri, bütünüyle
düştükleri ve düşkünleştikleri, geri kalanların ibretlik geleceklerini
gördükleri çaresizlik kuyusu.
Genç bir Yaprak’ın düşmesiyle yarınsızlıklarının acısını gözbebeklerinde
hisseden kabuk bağlamış kadın gövdeleri.
Bu âlemin her yerinde ölümü bile hiçleştirenlerin “insanlığımız budur”
haykırışı yankılanır. “Koca” lakaplıların kadınlara, Arap’ın Zargana’ya
olan insanlığı, bir diğerimize olan insanlığımıza benzetilebilir mi?
“Anne” lakaplıların “kızlarına” olan insanlığı çok mu uzak kalır
çocuklarımıza olandan?
Korkmayın, utanmayın burası bir genelev… Nonoşları, zürafaları,
tansiyoncuları, bohçacılarıyla; komünist olanlarıyla; dünyanın düz
olduğuna inananlarıyla ev ev bir sokak. Her meslekten, her yaştan, her
erkekten misafirleriyle; sözcüleri, gözcüleri, dikizcileriyle burası bir
ülke.
En derin acıların yapmacık bir kahkahayla seyreltildiği, tebessümlerin
gelip geçiciliğinde hüznü ağır basan bir dünya.
O halde neden yas tutmamaktayız…
10. Montauk (Max Frisch / Yapı Kredi Kültür Yayınları)
Hayatta başarılı bir adam bir su aygırı gibi görünebilir, kadınlar
kendilerini ona teslim etmekle kalmazlar, çekiciliklerini hiç
çekinmeden, seve seve ortaya koyarlar. Ancak sokaktayken, kalabalığın
arasına karışmışken kendimi yine tamamıyla su aygırı gibi
hissediyorum.
Anlatıcı, kitabının tanıtımı için gittiği New York’ta, yayınevinde çalışan,
kendisinden yaşça epey genç Lynn ile tanışır. İkisi de birbirinden
etkilenir ve hafta sonunu birlikte Montauk’ta geçirirler. Bu kısa
birliktelik, anlatıcının yaşamı boyunca kadınlarla ilişkisini
irdelemesine, üzerinde derinlemesine düşünmesine yol açar. Yazar,
Mayıs 1974’te yaşadığı bu romantik ilişkiyi özyaşamöyküsel çerçevede
anlatırken, kendisini üçüncü kişi konumuna koyar, anlatımını pek çok
küçük parçaya böler; bu parçaları anılarla, günlüğünden notlarla,
kendine dönük eleştirilerle, ilk karısı, çocukları, sevgilileri ve özellikle
Avusturyalı şair ve yazar Ingeborg Bachmann’a olan tutkulu aşkıyla
mozaik gibi işler. Montauk, eserlerinde ağırlıklı biçimde kimlik
sorunsalı, yabancılaşma, modern toplumun ahlaki açmazları temalarını
araştıran Max Frisch’in kadın-erkek ilişkisi üzerine en kişisel kitabı
sayılabilir. Mahrem ve çok özel bir hesaplaşma.
“Frisch daha önce hiç bu kadar kısa, bu kadar kıt sözcükle, ama aynı
zamanda bu kadar açık ve özlü, bu kadar canlı ve coşturucu
yazmamıştır. Montauk şiirsel bir bilançodur; kaygının yazarının elinden
çıkmış aşka dair bir kitaptır.”
11. Goldstein: Gereon Rath’ın Üçüncü Vakası (Volker Kutscher / İletişim
Yayıncılık)
Berlin’e “düşen” bir Amerikalı gangster, Komiser Rath’ı, Berlin’in yeraltı
dünyasından gayrı bir de uluslararası mafya işlerine karıştırıyor. Çok
boyutlu, karmaşık bir entrika. Fonda ekonomik buhranın yıkımı
veNazilerin yükselişi…
Goldstein’da suç ve cürüm yelpazesi, bu defa olağanüstü geniş! Küçük
suçlar âleminin çocuk hırsızlarından boy boy mafyaya, uluslararası suç
bağlantılarına ve ırkçı şiddete uzanıyor. Kutscher’in ustası olduğu şey
bu zaten: “zamanın ruhunun” müthiş zengin bir tasviri.
Berlin Babylon televizyon uyarlamasıyla uluslararası şöhret kazanan
Komiser Rath dizisinin bu üçüncü romanı, “sert polisiye” stilindeki
ustalığıyla da dikkat çekici. Yahudi-Amerikalı gangster figürü, sadece
30’lar Almanyası’ndaki antisemitizme değil, Amerikan mafya “töresine”
de eğilmeye imkân vermiş.
“Kutscher, romanın uzunluğuna rağmen gerilimi 119 bölüm boyunca
ayakta tutmayı başarıyor. Yozlaşma, cinayet ve nasyonal sosyalizmin
yükselişi, karmaşık örgüsü içinde, çok yönlü olarak aydınlatıyor.” –
Rheın-Neckar-Zeıtung
12. Ve Ateş Bizi Tüketiyor (Murat Gülsoy / Can Yayınları)
Sokak lambasının aydınlattığı girişte, gemi tarifesinin yanında asılı olan
semt haritası dikkatimi çekti. Kırmızı bir noktanın yanında
“Buradasınız” yazılıydı. Ağır ceza reisinin titreyen parmaklarıyla bu
kırmızı noktaya dokunduğunu, “Buradayım ama burası neresi?” diye
mırıldandığını duyar gibi oldum.
Mevsimlerin hızla değiştiği, hayatın akıp geçtiği bir kış gecesi kaybolan
yaşlı komşusunu aramaya çıkan bir adam, yaşadığı mahallenin bildik
sokaklarında tekinsiz bir yolculuğa sürüklenir. “78 Nova”nın kadife
koltuklarından üniversitenin gizli dehlizlerine, zifirî karanlıktaki bir
heykel sergisinden kendi filmini çekenlerin açık hava sinemasına, eski
bir sarayın bahçesinden bağlar arasındaki hayal evine ve nihayet
yeraltındaki metro inşaatından ölüm kuyularına uzanan bu yolculukta
kahramanımız hem yol boyunca karşılaştığı insanların hikâyelerinin bir
parçası olacak hem de yaşlı komşusunun kim olduğunu öğrenecektir.
Murat Gülsoy, sıradan hayatların ardına gizlenen karanlığı, on yıllarca
saklanan derin korkuları, yaşlı kalplere gömülmüş hüzünlü aşkları,
başkalarının aynasında kendi benliğiyle yüzleşmeyi fantastik, yer yer
grotesk bir arayış hikâyesine sığdırırken sırlarla dolu geçmişin kapısını
cesaretle aralıyor.
Ve Ateş Bizi Tüketiyor… Gecenin içinde dolananların, gecede
kaybolanların romanı…
13. Bakışınla Aydınlanır Dünya (Susanna Tamaro / Can Yayınları)
Arkadaşlık yıllarımız benim için büyük özgürlük yılları oldu. Olduğum
gibi olabildiğim; uğurböceklerini umursamayan, her zaman nereye
gideceklerini, ne yapacaklarını bilen, daima ulaşacakları hedefleri olan
o büyük insanlar karşısında takmam gereken maskeden ari olabildiğim
yıllar.
Susanna Tamaro’nun çarpıcı ve dokunaklı yeni kitabı Bakışınla
Aydınlanır Dünya yoğun bir dostluğun öyküsü. Yazar, on altı yaşında
geçirdiği trafik kazası nedeniyle engelli olan ve 2017’de elli yaşında
kanser yüzünden hayatını yitiren şair Pierluigi Cappello’yla arasındaki
derin arkadaşlığı taşıyor kitabın sayfalarına. Bununla yetinmeyip kendi
çocukluğu, ergenliği ve gençliği hakkında hayli dokunaklı ve kişisel
itiraflarda bulunuyor. Böylece bu dostluğa adanan sayfalar olağanüstü
bir samimiyetle ışıldıyor. Zira fazlasıyla duyarlı, kırılgan ve ürkek bir
kişiliğe sahip, bu sebeple de arkadaşları tarafından hep dışlanmış olan
Tamaro, bir de ailesinin duyarsızlığıyla karşı karşıya kaldığından
çocukluğunda derin yaralar almış, karakteri esaslı bir imtihandan
geçmiştir. Dünyaca ünlü bir yazar haline gelmesinde bu derin yaraların
da payı vardır elbette.
Gelgelelim Tamaro için sevgi, değişme yeteneği ve kurtuluş sözcüklerin
ardında gizlidir. O büyülü sözcüklerle ilmek ilmek dokuduğu Bakışınla
Aydınlanır Dünya, okurları üstü örtülmüş, unutulmuş yollara çağırıyor;
sıcak bir dostluk ilişkisinin ışığında içdünyamızı, hayatın bizi saran
gizemini ve varoluşumuzun derin anlamını irdeliyor.
14. Bir Dava (Ayhan Geçgin / Metis Yayıncılık)
“Anneme ne diyebilirim? Teselli edecek hangi sözcükleri? Bak, bir
aradayız ya da bunlar da geçecek, hatta babam ölmedi ya. Üzülsem,
söylemek istesem bile ağzımdan böyle sözcükler çıkmıyor. Sessizce
öylece duruyor, burnunu çeken, az önce ağladığı belli anneme
bakıyorum. Niçin söyleyemiyorum? Çünkü haberi aldığımdan beri
içimde bambaşka bir his ya da sezgi taşıyorum. Sanki asıl olay bu değil,
asıl olay başımıza çok önce geldi. Annem yanlış yere ağlıyor, ben yanlış
bir şeye üzülüyorum. Babamsa şimdikinin yanında çok ufak kaldığı çok
daha büyük bir yanlışlıktan dolayı hapiste. Acılar zamanında asıl bu
olay için çekilmeliydi, tüm teselli sözcüklerimiz zamanında onun için
söylenmeliydi. Söylenmedi, acısı çekilmedi. Söylenmemişliğe, acısı
çekilmemişliğe mahkûm oldu. Hangi olay bu, ne zaman oldu?
Bilmiyorum, tek bildiğim şimdi bütün teselli sözcüklerini anlamsız,
boş, saçma kılıyor…”
Bir Dava Ayhan Geçgin’in beşinci romanı.
15. Yola Çıkma Cesareti: Bir Suudi Kadının Uyanışı (Manal Al-Sharif /
Epsilon Yayınevi)
Suudi Arabistan’da bir kadının araba kullanması, ‘araba kullanmak’tan
çok daha fazlası. Direksiyona oturabilmek, aslında hayatının da
direksiyonuna geçebilmektir.
Manal al-Sharif, Suudi Arabistan’ın Mekke şehrinde, 1979 yılında doğdu
ve dindar bir toplumda, yoksulluk içinde büyüdü. Bilgisayar
bilimlerinden mezun olduktan sonra, Suudi-Aramco petrol şirketi
tarafından işe alındı ve krallıkta bilgi güvenliği alanında çalışan ilk
Suudi kadın oldu. 2011 yılında, kadın olarak araba kullanmaktan
hüküm giydi ve hapse mahkûm edildi. İki erkek çocuk annesi olan
Manal, Oslo Özgürlük Forumu, ForeignPolicy, Time ve Forbes
tarafından alkışlanmış bir kadın hakları savunucusudur.
“Temsil ettikleri ruhsal ya da zihinsel acı, yaralanma anında oluşan
fiziksel acıdan daha büyük olduğu için saklamak isteyebileceğimiz bazı
izler vardır. Bir de aynaya her bakışımızda görmek istediğimiz yaralar…
Onlar, geçmişimizden kalan değerli yadigârlardır. Benim yaralarım,
onların oluşmasına sebep veren şeylerden daha güçlü olduğumu öğretti
bana. Yüzümdeki yara izlerine her baktığımda, çocuklarımın
bağırılmaktan, azarlanmaktan ve ihmalkârlıktan uzak, sevgi ve
cesaretle dolu, mutlu bir yaşama sahip olmaları için yeni bir kararlılık
hissederim.” -Manal Al-Sharif
“Suudi Arabistan’da bir kadının araba kullanması, ‘araba kullanmak’tan
çok daha fazlası. Direksiyona oturabilmek, aslında hayatının da
direksiyonuna geçebilmektir.İstediğin zaman istediğin yere gidebilmek.
İstersen saçında rüzgârın dolaşabilmesi, bir işe girmek, babanın,
kocanın, hatta bazen küçük kardeşinin yazılı izni olmadan bir yerden
bir yere gidebilmek. Direksiyona oturmanın sembolize ettikleri
bunlardır aslen; kadının bir insan olarak kendi hayatı ile ilgili kararları
verebilmesi… Bir dönem gözden düşen ya da düştüğünü sandığımız
sekülerleşmenin neden önemli olduğunu anımsamak için Manal’ın
hayatına tanıklık etmek önemli.” -Nevşin Mengü
“Manal Al-Sharif’inki çok cesurca ve sonuna kadar haklı bir
mücadeledir.” -Hillary Clinton
“Esaslı ve ilham verici bir kitap.” – O, TheOprah Magazine