1. Bir Gece Markoviç (Ayelet Gundar Goshen / Cumartesi Kitaplığı)
…Böyle insanların hiç yaşlanmayacaklarını düşünebilirsiniz. Hatta böyle isteyebilirsiniz. Zaman soluk ve yıkıcı ellerini uzattığında, hemen mitoloji yetişir imdada ve zamanın yarattığı hasarı önlemeye çalışır. Hayır olamaz, onlar olamaz! Onları yok edemezsiniz. Yaakov Markoviç son nefesine kadar aşkına ve günahına sadık kalacak. Aşk ve günah doğdukları ilk günkü tazeliğini koruyacak. Bella hayatında gördüğü en güzel kadın olmaya devam edecek ve Yaakov Markoviç’e olan öfkesi hiç azalmayacak. Zeev Feinberg ve Sonya yüksek sesle bağırmaya ve hatta daha da yüksek sesle sevmeye devam edecekler. Irgun komutan yardımcısı, günün birinde Irgun komutanı ya da ‘emekli komutan yardımcısı’ olmayacak, sonsuza kadar komutan yardımcısı kalacak… Her şeye rağmen devam ettiler ve yaşlandılar. Bu hemen olmadı. Asla hemen olmaz ve gücü tam da buradadır.
“Bekle, önce üstündeki şu şeyi çıkarmalıyım.”
2. Her Şey Nasıl Oldu (Irena Douskova / Cumartesi Kitaplığı)
Sık sık Bay S. Gururdu da acaba bir komünist mi diye merak ediyorum. Hakkında hep şiir dinletisi düzenlendiğine göre belki de öyleydi. Eğer öyleyse çok yazık olur, feci derecede hoş biri olduğunu düşünüyorum çünkü… Ve henüz S.Gururdu’nun gerçekte kim olduğunu bilmiyorum, okulda onunla ilgili hiçbir şey öğrenmedik. Winnetou gibi cesur bir Kızılderili olabilir, buna kanaat getirdim. ‘Ve S. Gururdu direndi ve yalan sözlerle ağzını ya da yüreğini lekelemedi.’ Ne de olsa böyle laflar büsbütün Kızılderili. Muhtemelen Julius Fucík ya da Maruška Kuderíková gibi biriydi ama ne fark ederdi ki. Kesinlikle bir kahramandı o. Ne zaman bir zorluk çeksem aklıma onu getiriyorum ve S. Gururdu’nun direndiği gibi direnmek zorundayım diyorum kendi kendime.
“Genç kahramanım Helena Soucková’nın hikâyesi siyasi hicivden ya da geçtiğimiz yüzyılın son yarısının panoramik bir incelemesinden çok, basit gündelik hayatlarımıza dair her şeyin bir yansıması… Düşüncem şuydu ki, kasvetli 1970’ler dönemindeki (çekoslovya) bir çocuğun dünya algısıyla yetişkinlerinki arasında gerçekleşen bir yüzleşme, hepimizi söylemek isteyebileceğimizden çok daha fazla etkilemiş bir dönemin bütünüyle olağan bir portresinden çok, trajikomik halini bir yazar olarak sunmama fırsat verebilirdi.”
3. Ne Güzel Bir Sabah (Serhan Ergin / İletişim Yayınları)
Gördün mü birkaç saniye nelere mâl oluyor… Yıllardır kendine dahi itiraf etmeden beklediğin o adam belki şimdi seni arıyor olacaktı. Belki de her şey farklı olurdu şimdi. O bordo renkli binanın köşesine, hani o dört yola, biraz daha erken gelebilseydin. Topuğun sıkışmasaydı mazgala, vitrinlere dalmasaydın. Ya da o birkaç saniye daha geç dönseydi o köşeden, para bozdurmaya uğraşsaydı, bir kedi görseydi yolda. Birkaç saniye arayla kavşağın farklı yönlerine gitmeseydiniz de tam o köşe başında burun buruna gelseydiniz… Hepsi olabilirdi işte. Ama biliyor musun, aynı anda orada olsaydınız, birbirinizi görseydiniz bile, yine de hiçbir şey farklı olmayabilirdi. Hayat işte…
Hayat Apartmanı’nın sakinleri ve onların iç içe geçen yaşamları… Yaşlılığın ve gençliğin türlü halleri. Kederli ayrılıklara inat yeni başlayan neşeli aşklar. Kesişen yollar, tatlı tesadüfler, acı sürprizler… Yürekleri küle çeviren yangınlar… Kemal, Zuhal’e tiyatroda gönlünü kaptırdı… Bir kadın, bir adamı gecenin ayazından söküp aldı… Ne Güzel Bir Sabah, gülümsetirken sert esen rüzgârla hüzne çeviren hikâyelerin kitabı. Serhan Ergin, insana dair her şeyi samimiyetle anlatıyor. Okurlara sıcacık, kahve kokulu öyküler armağan ediyor…
4. Aile Yadigarları (Rita Ender / İletişim Yayınları)
Çoğu için “aile yadigârı,” bir nesnedir: Bir kolye, bir bilezik, bir kıyafet, bir hesap makinesi, bir fincan, bir küllük veya fotoğraflar… Birisiyse “aile yadigârım, anılarım,” diyor. Biri “anneannem,” cevabını veriyor, aile yadigârı sorulunca. Kimisi özenle seçilip “değerli eşya” olarak yadigâr bırakılmış, kimisini çocuklar, torunlar, yeğenler kendisi seçmiş yadigâr diye… Bir yadigâr, sadece hürmeti, minneti, sevgiyi ve hatırayı saklamakla kalmaz. Belki bazen melankolisi ve neşesiyle geçmişin hislerini de taşır, kuşaktan kuşağa devreder. Rita Ender, yadigâr kelimesinin “tılsımıyla” sözü açarak, Türkiyeli otuz genç Yahudi’yle aile yadigârları üzerine söyleşiyor. Söyleşiler bize hayat hikâyeleri anlatıyor; farklı Yahudilik kültürleri hakkında canlı izlenimler sunuyor ve yadigâr kavramı üzerinden, geçmişle yüzleşmenin ve hatıra “kurmanın” sıradan insanlara ait somut, canlı tecrübelerini aktarıyor. Reysi Kamhi’nin çizgileriyle…
5. Ölü Dalgıcın Sonbaharı (Onur Selamet / Dedalus Kitap)
“Burada kimse gerçek safsatasının arkasına saklanmaz.”
Onur Selamet’in anlattıkları gerçekliğe açıkça cephe alan, sıkıcı hayatlarımızın sarsılmaz somutluğunu yerle bir eden öyküler. Selamet, güçlü imgelemleriyle buhranlı nefeslerimizin ağırlığını üstümüzden kaldırıyor. Bizi imkânsız diye bir şeyin olmadığı, henüz düşlemediğimiz diyarlara götürüyor. Balina midesinde dönüp duran mevsimler, korku kırıntılarıyla beslenen makineler, raydan çıkan trenlerin gittiği vahşi gezegenler, Sukubi Du ve patenli örümcekler… Hepsi yazarın tekinsiz ormanında birer başrol.
Okyanusu ciğerlerinize doldurmaya hazır mısınız?
“Olanları hiçbir çizgi filmin ele alamayacağı bir ciddiyetle anlatacağım. Mantık kaçarsa çizgi filmlere sığının.”
6. Haşhaş Denizi (Amitav Ghosh / Alfa Yayıncılık)
Bu heyecan dolu destanın merkezinde Ibis var, bir gemi; İngiltere ile Çin arasında, 19. yüzyılda patlak veren Afyon Savaşları öncesinde, Hint Okyanusunu aşmaya çalışan geminin bu çalkantılı yolculuktaki mürettebatı denizcilerle birlikte kaçaklar, serseriler ve hükümlülerdir: Sömürgelerde ayaklanmaların yaşandığı bir dönemde kaderin Hintlilerle Batılıları, ailesinden kaçan köylü kadın Dîti’den Amerikalı melez bir denizciye, iflas etmiş bir racadan bir afyon tacirine kadar her kesimden, her ırktan insanı bir araya getirdiği bir dönem. Aileleriyle olan eski bağları silinip gittikçe onlar kendilerini gemi kardeşleri olarak görürler ve kıtalara, ırklara ve kuşaklara yayılan beklenmedik bir hanedan doğar. Ganj’ın kıyılarındaki yemyeşil haşhaş tarlaları, fırtınalı denizler, Kanton’un egzotik arka sokakları bu soluk kesici romanın fonunu oluşturuyor. Son yıllarda yıldızı parlayan, Hint asıllı Amitav Ghosh’tan unutulmayacak bir üçlemenin ilk kitabı.
7. Son İstasyon-Tolstoy’un Son Yılı (Jay Parini / Alfa Yayıncılık)
Anna Karenina, Savaş ve Barış gibi görkemli başyapıtların yazarı Lev Nikolayeviç Tolstoy, hayatının son günlerini huzur içinde geçirmek amacıyla 1910 yılının soğuk bir sonbahar günü, meçhul bir yöne doğru trenle yola çıkar. Evinden, kırk sekiz yıllık karısından, on üç çocuğundan ve gazetecilerden kaçarken yanına sadece en sevdiklerini almıştır. Bu zorlu ve sıkıntılı yolculuk Astapovo İstasyonu’nda son bulur. Son İstasyon, Tolstoy’un karısı Sofya Andreyevna’nın, doktorunun, çocuklarının, can yoldaşı Çertkov’un ve sekreteri Bulgakov’un günlüklerinden ve mektuplarından yararlanılarak, tarihi gerçeklere dayandırılarak yazıldı. Kendisini hüzünlü bir son bekleyen ünlü yazarın hayatının son yılına, başarılı bir kurguyla, bu kişilerin gözünden bakan roman, Tolstoy’un dünya görüşünün, ideallerinin, aşklarının ve hayal kırıklıklarının derinine iniyor. Yalnız ‘yazar Tolstoy’u değil, ‘insan Tolstoy’u da acıklı ama gerçekçi biçimde tanıtıyor.
Son İstasyon, başrollerini Christopher Plummer ile Helen Mirren’ın paylaştıkları iddialı bir prodüksiyonla beyazperdeye de aktarıldı.
“İncelikli bir başyapıt.” —Times Literary Supplement
8. Diane Arbus-Ötekilerin Fotoğrafçısı (Patricia Bosworth / Everest Yayınları)
Frida Kahlo, Georgia O’Keeffe ve Virginia Wool£ gibi Diane Arbus da hem sanatı hem de yaşamıyla hayranlarında yoğun bir ilgi uyandırır. Cüceleri, ikizleri, travestileri, hilkat garibelerini ve tuhaf tipleri gösteren çarpıcı fotografik imgeleri, her şey bir yana normal ve anormal gibi değerlendirmeleri yerle bir etmiş, Arbus’un yaşadığı dönemin ikonografisinde sağlam bir yer edinmiştir. Gelgelelim ölümünü takip eden yıllar boyunca eserlerine duyulan ilgi günbegün artarken, Arbus’un olağanüstü hayatını örten sır perdesi bugüne kadar yerli yerinde durmaktaydı.
Bosworth’ün biyografisi Arbus’un büyüleyici imgelerinin ardındaki hayatı irdeliyor. New York’taki ayrıcalıklı çocukluğunu, fotoğrafçı ve oyuncu Alan Arbus’la tutkulu evliliği ve ikilinin moda alanındaki çalışmalarını; anne ve eş yaşantısını ve evliliğinin çökmesiyle gelen duygusal kargaşayı gözler önüne seriyor. Ve özellikle altmışlı yıllarla birlikte karanlık, özgürleştirici ve oldukça trajik bir yöne kayan sanatını anlatıyor. Bosworth bu vurucu eserde hem depresyonu hem de içinde yaşadığı toplumla mücadele eden, buna rağmen zamanımızın en güçlü ve hiç şüphesiz en özgün fotoğraflarını çeken bir kadının benzersiz portresini çiziyor.
9. Kapıya Not Bıraktım (Sevgi Can Yağci Aksel / Ayizi Kitap)
“Kocaman bir de ağzı vardı yazarın; gezegenin ağır uğultusunu öğütüp sindirmek için. Yaşamın kolay lokma olmadığını küçük yaşta anladığından, onu ufak anlara ayırıp ufalayarak üstesinden geliyordu. Ağzının içinde dönen dil değil de radulaydı sanki. Yaprakları öğüten, binlerce pütürcük sayesinde beslenebilen salyangozun ağzındaki o dişlidilden, o sadık kılıç kuşanmış ordudan. Sözcükleri parçalamasına, anlamları bir kazı makinası gibi delik deşik edip sindirime hazır hale getirmesine yardımcı olan radulası ile her şeyi ufalıyor, soruları geçiştiriyor, cevapları öğütüp havaya saçıyordu. Organik bir hayat hazım makinesi. Gereksiz sözcükler sarf etmekten onu alıkoyan bir de gardiyanı vardı bu ağzın: Kara bir pipo.”
Sevgi Can Yağcı Aksel salyangozları seviyor. Arkalarında bıraktıkları ışıl ışıl, pırıltılı yolları, sarmal biçimli sonsuz döngülü kabuklarını… Tıpkı küçük ve sihirli salyangozlar gibi kahramanlarının da yolculuğu otoyollarda yahut meşhur caddelerde, büyük sokaklarda değil, gözden kaçmış, haritalarda yer bulamamış sokaklarda, ansızın önlerine çıkan yollarda geçiyor. Bu yollarda kaybolmak da, yere kapaklanmak da mümkün, gördükleri karşısında şaşırıp mutlu olmak da. Bazen ağladıkça ufalanıp, kabukları aşınıyor, bazen de gümüş rengi izler bırakıyorlar. Aksel hepsini bize incelikli, hafif ve muzip bir dille anlatıyor.
10. Yürek Burgusu (Henry James / İthaki Yayınları)
“Son yüz senede yazılmış en iyi doğaüstü korku romanlarından biri.” —Stephen King
Üç kere Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen Henry James, İngiliz dilinin en önemli yazarlarından biri. Bir gotik eser olan Yürek Burgusu da ustaca kurgulanmış karakterleri ve uğursuz atmosferiyle, edebiyattaki en meşhur hayalet anlatılarından.
Genç bir mürebbiye iki çocuğa eğitim vermek için kırsaldaki bir konağa yerleşir. İki hayaletin, kendilerini göstermeye başlamasıyla konakta geçen mesut günler giderek daha tekinsiz bir hal alır. Çocukları bu korkunç görüntülerden korumaya çalışan mürebbiyeyse hayaletlerden daha korkunç bir gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Bu hayaletler mürebbiyenin sanrılarından mı ibarettir yoksa konak gerçekten lanetli midir?
11. Mars Yıllıkları (Ray Bradbury / İthaki Yayınları)
“Bradbury’nin öyküleri ve romanları, edebiyatımızın en nadide parçalarından. Ona sahip olduğumuz için şanslıyız.” –Kim Stanley Robinson
“Bradbury’nin öyküleri öylesine içinize işliyor ki bir daha unutamıyorsunuz.” —Margaret Atwood
Ulusal Kitap Ödülü
Pulitzer Onur Ödülü
Ulusal Sanat Madalyası
“BİZ DÜNYALILAR, BÜYÜK VE GÜZEL ŞEYLERİ YIKMAK KONUSUNDA HÜNERLİYİZDİR.”
Ray Bradbury sadece bilimkurgunun değil fantastik edebiyatın ve korkunun da yirminci yüzyıldaki ustalarından biri. Bilimkurgunun “iyi edebiyat” da olabileceğini kanıtlayan belki de ilk yazar. 1950’de yayımlanan Mars Yıllıkları ise insana dair yazılmış en naif ve en karanlık eserlerden biri.
İnsanlık atom savaşlarının gölgesindeki, sorunlarla boğuşan Dünya’yı terk etmek için Mars’ta koloni kurmaya karar verir. İlk roketler umut dolu kızıl gezegene iniş yaptıklarında yolcular hiç beklemedikleri sorunlarla karşı karşıya kalır. Mars’ta yalnız değillerdir.
Marslılar şekil değiştiren, zihin okuyan, belirli bir gelişmişlik seviyesine erişmiş canlılardır ve gezegene gelen bu istenmeyen ziyaretçiler için orada yeni bir hayat kurmak hiç kolay olmayacaktır. Bradbury’nin yer yer ürkütücü yer yer dramatik anlatımı da burada sahne alır. Irkçılık ve hümanizm gibi fikirler Mars’ta kendine yer bulur. Yazar, âdeta tarihle ve insanlıkla yüzleşir.
Bilimkurgu edebiyatının en önemli eserlerinden Mars Yıllıkları, okura insanlığın nihai düşmandan nereye giderse gitsin kurtulamayacağını sert ve vurucu bir biçimde anlatıyor: Kendisinden.
Jorge Luis Borges’in önsözüyle
12. Kardelen-Okula Gitme Hakkı (Rebecca Longston / Almidilli)
“Bir çocuk, bir öğretmen, bir kitap ve bir kalem dünyayı değiştirebilir.” —Malala Yousufzai
Pakistan’da Taliban’ın baskıcı yönetimine karşı kız çocuklarının eğitim hakkı için mücadele eden ve
17 yaşında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen MalalaYousafzai’nin öyküsü…
13. Kıtlık ve Bolluk-Avrupa’da Yemeğin Tarihi (Massimo Montanari / Nika Yayın)
Bu kitap, Avrupa’da yemeğin tarihini ve bunun iki bin yılı aşkın bir süre içerisinde, Avrupa kültürlerinin evriminde oynadığı rolü ele alıyor. Yemek hayatta kalabilmek ve kültür için bir önkoşul, ulusal ve emperyal ihtirasların itici gücü, üretim ve tüketim biçimi; bölgelerin, sınıfların ve bireylerin kimlik ve statülerinin bir ifade biçimiydi ve hâlâ da öyle.
Zor zamanlarda, yaşamın amacı yemeğin aracı haline gelmişti. Savaş ve dağılma dönemlerinde yağma yaygın hale geldiğinde, yamyamlığa bile rastlanıyordu. Bolluk zamanlarında ise, yemeğin lezzeti ve hazırlanışı onun varlığı kadar önemli hale geliyordu. Massimo Montanari’nin de gösterdiği gibi, yemeğin tarihi garip zıtlıklarla dolu. Yakın zamana kadar halk, etleri ve tahılları tuzlayarak ya da kurutarak saklarken, soylular, daha Roma zamanından beri, yiyecekleri mevsim dışında, örneğin çileği kışın, şeftaliyi ilkbaharda yemeye itibar ederlerdi. Şimdi ise yiyeceklerin çoğu yıl boyu bulunabildiğinden, her şeyi zamanında yemek bir ayrıcalık haline geldi. Vejetaryenlik ete ulaşabilirliğin bir göstergesi oldu. Eskiden diyet ne yediğiniz anlamına gelirken, şimdi ne yemediğiniz anlamına geliyor.
Avrupa’nın yemekle ilişkisi nadiren düz bir ilişki olmuştur. Bu geniş kapsamlı tarih araştırmasında yazar Avrupa’nın sınıfları, bölgeleri ve ulusları, Eskiçağın alışkanlıklarıyla günümüzün sorunları arasında ustaca gidip geliyor. Tüketim, üretim ve lezzetin içiçe geçmiş evrimini inceleyerek, bunların hem geçmişte Avrupa’nın çeşitli kültürleri ve halkları arasında neyi ortaya koyduklarını hem de bugün ne anlama geldiklerini gösteriyor.
14. Dönüş (Alberto Manguel / Kırmızı Kedi Yayınları)
Hayatını Roma’da sürdüren, sürdürmekten mutlu olan bir adam, yıllar önce terk etmek zorunda kaldığı ülkesine, kendisi için artık yaşamayan bir yere ait o kente geri dönüyor. Uçaktan iner inmez şehrin geri kalmışlığını ele veren çirkinlikler bir süre sonra yerini tarifsiz bir eğretiliğe, hayal ile gerçek arasındaki çizgiyi bulandıran tuhaf tersliklere bırakıyor. Ve ortaya geçmişin kayıplarıyla malûl bir kent manzarası çıkıyor.
15. Gölet 13 (Jon McGregor / hep kitap)
İngiltere’de huzur dolu küçük bir köy. İnsanlar işinde gücünde. Kimi sürüsünü otlatıyor, kimi tarlada ekin ekiyor, kimi atölyesinde çömlek yapıyor, kimi pansiyon işletiyor. Noel tatili için ailesiyle birlikte köye gelen on üç yaşındaki Rebecca’nın aniden ortadan kaybolmasıyla her şey değişiyor, köyde yaşam bir süre sekteye uğruyor. Kurtarma ekipleri, polis ve köy halkı her yerde küçük kızı arıyor. Göletler, fundalık arazi, eski taşocağı, ambarlar… Bakılmadık yer kalmıyor. Küçük kızdan hiç iz yok!
Mevsimler değişiyor, bebekler doğuyor, ergenler yetişkin oluyor, yaşlılar ölüyor, kuşlar göç ediyor… Kayıp kız hep akıllarda, bir gün bulunacağı, kendiliğinden ortaya çıkacağı umudu ise hep yüreklerde.
Amazon, Barnes&Noble, Kirkus Reviews ve Los Angeles Review tarafından yılın kitabı seçilen ve 2017 Costa Roman Ödülü’ne layık görülen Gölet 13, okurun merakını sürekli canlı tutan, ritmik diliyle sarıp sarmalayan, sıcacık bir roman.
16. Genlerimizden İbaret Değiliz (Leon J. Kamin, Richard C. Lewontin, Steven Rose / Yordam Kitap)
Biyoloji, psikoloji ve toplum bilimlerinin kesişim noktasında çığır açan bir yapıt.
İlk baskısını 1984 yılında yapan ve büyük tartışmalar yaratarak alanında bir klasik haline gelen Genlerimizden İbaret Değiliz, uzun yıllar boyunca tartışılmazlık mertebesine erişmiş olan bir bilim dalını, biyolojiyi konu ediniyor ve biyolojik determinizmin bilimsel, toplumsal, politik kökenlerini analiz ediyor.
“Sınıf, ırk veya toplumsal cinsiyet temelli eşitsizlikler, genetik kalıtımın sonuçlarıdır” savını ortaya atan biyolojik determinizm, hemen ardından kötü haberi verir: Bu konuda yapacak bir şey yok! Öyle ya, biyolojiyi değiştiremiyorsan biyoloji kaynaklı şeyleri de değiştiremezsin. Gerçekten öyle mi peki? İşte yazarlar bu sorunun cevabını arıyor. Evrimsel biyolog ve genetikçi Richard C. Lewontin, biyoloji ve nörobiyoloji profesörü Steven Rose ve psikolog Leon J. Kamin’in bu klasikleşmiş eseri, biyoloji ile ideoloji arasındaki ilişkiye daha önce bakmadığınız bir pencereden bakmanızı istiyor.
“Bilim, burjuva toplumunun nihai meşruiyet sağlayıcısıdır. Biyolojik determinizm sınıflar arasındaki mücadelede kullanılacak silah ise, o zaman üniversiteler silah fabrikasıdır.”
Yayımlandığı günden itibaren tartışmalar yaratmış, Stephen Jay Gould, Richard Dawkins, Edward Osborne Wilson gibi yazarların hakkında eleştiri ve değerlendirmeler kaleme aldığı Genlerimizden İbaret Değiliz şimdi Türkçede!
17. Feminist Sosyal Politika (Kolektif / NotaBene Yayınları)
“Feminist Sosyal Politika: Bakım, Emek, Göç” adlı bu kitap sosyal politika alanını feminist bir mercekle inceliyor. 1990’lara değin sosyal politikanın odağına oturan erkek işçinin dışında, ev içi ücretsiz emek, güvencesiz kadın emeği gibi mecralara dümen kıran bir sosyal politika kitabı görüyoruz karşımızda.
Bu kitap, hizmet sektörünün eğreti işlerinde kadınların konumundan, bakım emeğine, göç ve sığınmacılığa kadar uzanan güncel tartışma alanlarını toplumsal cinsiyet deneyimleri üzerinden yeniden yorumluyor. Gülay Toksöz’e armağan edilen bu kitap, Türkiye’de toplumsal cinsiyet çalışmalarının öncülerinden olan Yıldız Ecevit ile bu alanın gelişimi ve sosyal politika araştırmalarına katkıları üzerine gerçekleştirilen keyifli bir söyleşi ile başlıyor.
Kitabın Feminist Ekonomi ve Bakım Politikaları başlıklı ilk bölümünde, İpek İlkkaracan’ın dünya literatürüne armağan ettiği “Mor Ekonomi” kavramıyla tanışıyoruz. Ardından çocuk ve yaşlı bakımına ilişkin refah devleti politikalarının tartışılmasına şahit oluyoruz. Kitabın Kadın Emeği, Geçicilik, Eğretilik başlıklı ikinci bölümünde, ilk önce işçi kiralamanın temel özellikleri kadın istihdamına etkileriyle birlikte ele alınıyor. Ardından hizmetler sektörünün düzensiz ve güvencesiz işlerinde kadın istihdamının boyutları analiz edilip, Alışveriş Merkezlerinde çalışan kadınların istihdam koşulları irdeleniyor. Kentsel Ve Tarımsal Üretimde Suriyeli Kadın Emeği’nin ele alındığı üçüncü ve son bölümde ise Adana Ovası’nda ve Denizli Kentsel İşgücü piyasasında Suriyeli Kadın İşçilerin göçmenlik ve kadınlık deneyimlerine mercek tutuluyor.
18. Nefesi Tutku Olan Kadın-Afife Jale (Osman Balcıgil / Destek Yayınları)
Osmanlı’nın ilk Müslüman kadın oyuncusuydu Afife Jale. Babasından Şeyhülislam’a, Dahiliye Nazırı’ndan Şehremini’ne kadar kimler uğraşmadı ki onunla, yılmadı.
Teyzesinin oğlu çok âşıktı güzel kıza. O da seviyordu dünya yakışıklısı delikanlıyı. Aralarına önce sahne, sonra Afife’nin “beyninde taşıdığı hançer” girdi.
“Bir Bahar Akşamı” ikinci aşkı Selahattin’e (Pınar) rastladı Afife. Büyük bir aşkla sarıldı ünlü sanatçı güzel Afife’ye.
Paşa dedesinin de tutkusu olan tiyatroya beşikten mezara ve ölümüne bağlı kaldı Afife. Son nefesini Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde verirken, “gözlere yıldız tozu serpmeyi” sürdürüyordu kuşkusuz.
Osman Balcıgil, satış rekorları kıran CELİLE, YEŞİL MÜREKKEP ve İPEK SABAHLIK’ta olduğu gibi, NEFESİ TUTKU OLAN KADIN AFİFE JALE’de de yaşadığımız coğrafyanın tarihsel ve toplumsal derinliklerine büyük bir ustalıkla iniyor.
19. Dudullu Postası (Serkan Yılmaz / Alfa Yayıncılık)
Bir semt düşünün ki Türkiye’yi özetlesin…
Ulusal gazeteleri taklit eden ve gazetecilik hakkında hiçbir fikri olmayan bir yerel gazetedir Dudullu Postası. Köşe yazarı Asım Velioğlu, idealist, aydın, gurme, sanatçı bir duayendir. Fakat kafasına aldığı darbeler sebebiyle mantıklı düşünemez. Asım bey, deli olduğunu bilir, fakat toplumda yaşanan olayların daha mantıksız olduğunu gözlemlediğinden, ulaştırmaya çalıştığı ideal, Asım Bey’in kendi deliliğidir.
Dudullu Postası, 2008 yılının başından itibaren, Penguen dergisinde 8 yıl yayımlandı. Elinizdeki kitap bunlardan derlendi. Yönetmen Onur Ünlü ve Limon Yapım tarafından 13 bölümlük dizi olarak da çekilmiştir.
20. İbn Eca Seyahatnamesi (Muhammed b. Mahmud Eca el-Türki / Ötüken Neşriyat)
15. yüzyıl seyyahlarından İbn Ecâ et-Türkî (1417-1478), Memlûk Devleti’nde hem ordu kadılığı (kazaskerlik) hem de elçilik vazifesi yapmış Türk kökenli bir tarihçi ve seyyâhtır. İbn Ecâ, 1471 senesinde Sultan Kayıtbay döneminde Memlûk kumandanı Emîr Yeşbek ed-Devâdâr’ın yanında Dulkadiroğlu Şehsuvar’a karşı yapılan son sefere katılmıştır. Bu sefer esnasında Emîr Yeşbek tarafından Şehsuvar’a Memlûk elçisi olarak gönderilmiştir. Ardından İbn Ecâ, Akkoyunlu Uzun Hasan’a Memlûk elçisi olarak gönderilmiştir. Bu elçilik görevleri esnasında gördüklerini kaleme alarak İbn Ecâ Seyahatnâmesi adıyla tercümesi yapılan Kitâb fî Târih Yeşbek ez-Zâhirî adlı eserini hazırlamıştır. İbn Ecâ’nın yazdığı bu eser; Mısır ve Suriye’de hâkimiyet tesis etmiş olan Memlûklerin, Maraş ve Elbistan ile Çukurova Bölgesin’de varlık gösteren Dulkadiroğulları Beyliği’nin, Doğu Anadolu ile Azerbaycan ve Irak’ta hüküm süren Akkoyunlu Devleti’nin coğrafî varlığı, siyasî ve kültür tarihi hakkında ana kaynaktır. İbn Ecâ Seyahatnâmesi’nin Türk tarihi açısından önemli bir kaynak olduğu görülmektedir. Eserde Halep’ten Diyarbakır’a oradan Ahlat’a ve Tebriz’e kadar o dönemde bölgede yer alan şehirlerde Türk nüfusunun yoğunluğu göze çarpmaktadır. Dolayısıyla İbn Ecâ Seyahatnâmesi, yaklaşık beş yüz elli yıl önce Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğu Bölgesi’nde Türk nüfusunun çokluğuyla birlikte bölgenin hâkimiyetinin Türklerde olduğunu ortaya koymaktadır. Bu durum; Malazgirt Zaferi’nden itibaren Anadolu’nun Türkleşmesinin mükemmel bir şekilde gerçekleşmiş olduğu hakikatinin, 15. yüzyılın ikinci yarısında Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde apaçık biçimde görüldüğünün ispatıdır. Bu yönüyle eser, tarihî ve coğrafî kıymetinin yanında Anadolu’nun Türk yurdu olduğunu göstermesi açısından da ayrıca öneme sahiptir.