1. Kont Öderland (Max Frisch / Can Yayınları)
Hiçbir zaman yerine getirilmeyen ve bu yüzden de iktidar devralmayı hep bir ilerleme olarak göstermeye yarayan bir sürü laf ve büyük vaat vardır.
Devasa bir bürokrasinin, şekilsiz bir yapının içinde benliğini, kimliğini yitiren insana anlamlı bir tutunma noktası bulunabilir mi? Sistemin içinde kaybolan insan nasıl direnebilir?
Max Frisch, Kont Öderland’da bizi iktidar ve sembolleri üzerine düşünmeye çağırıyor.
2. Seiobo Orada, Aşağıdaydı (Laszlo Krasznahorkai / Can Yayınları)
Japon Tanrıçası Seiobo’nun bahçesinde üç bin yılda bir çiçeğe duran bir şeftali ağacı vardır; meyvesi ölümsüzlük getirir. László Krasznahorkai’nin 2015 Uluslararası Booker Ödüllü sıra dışı romanı Seiobo Orada, Aşağıdaydı kusursuzluk peşinde ölümlüler diyarına inen tanrıçanın peşine takılıyor.
Kadim bir Buda heykelinin restorasyon serüveni; atölyesini idare eden usta bir Rönesans ressamı; prova yapan bir Noh oyunu aktörü; köylülere ders veren fanatik bir barok müzik tutkunu; Japonya’nın en kutsal tapınağındaki bir ritüeli bozan turist kafilesi ve av peşinde bir balıkçıl kuşu…Tematik bir bütünlük içinde bir araya gelen bu öykülerden oluşan roman ölümsüz sanat eserleri, yaratım ânı ve kadim ritüellerin peşinde içkinlik, yücelik, gelip geçicilik ve elbette hakikat gibi bugün üstü örtülen olguları irdeliyor.
“Obsesif, deha sahibi…” -James Wood, The New Yorker
“Krasznahorkai’nin eserlerindeki evrensellik Gogol’ün Ölü Canlar’ıyla yarışır, çağdaş yazındaki sıradankaygıları da misliyle aşar.” -W. G. Sebald
“Kıyameti anlatan çağdaş bir usta.” -Susan Sontag
“Onun o uzun ve dolaşık cümleleri beni büyülüyor;yarattığı dünya kasvetli olmasına karşın Nietzsche’nin metafizik avuntu dediği aşkınlığı hissetmemek elde değil.” -Imre Kertész
3. Yazma Cesareti (Nihan Kaya / İthaki Yayınları)
Yaratıcılığı her boyutuyla ele alan ilk Türkçe kaynak olma özelliğini koruyan Yazma Cesareti, yeniden okurla buluşuyor.
En sağlıklı içgüdümüz, yaratıcı içgüdümüzdür. Her birimizde doğuştan var olan bu içgüdü biteviye kendisini gerçekleştirmek için çalışır. Ne var ki aynı zamanda kendimizi gerçekleştirme güdüsü olan yaratıcı içgüdüyü dünya dört bir yandan baskılar.
Hayat hiç kimsenin yazmasını, herhangi bir alanda yaratıcı olmasını istemez. Doğduğumuzda nasıl bir hayat yaşayacağımız çoktan belirlenmiştir ve bizim için belirlenmiş bu hayatın dışına çıkmadığımız sürece yaratıcı olamayız.
Yaratıcılık nedir, yaratıcı sürecin önündeki engeller nelerdir? Her insan acı çeker, ama neden her insan acısını yaratıcılığa dönüştüremez; Yaratıcı insanların ortak özellikleri nelerdir? Sanatı sanat yapan nedir? Sanatsal değerin objektif ölçütü olabilir mi? Sanatçı, toplumla uzlaşırken bir yandan ondan nasıl ayrılır? Sanat neden aykırıdır? Sanat neden “ifade” değildir? Sanat ve yaratıcılık hakkında doğru bilinen yanlışlar nelerdir? Yaratıcılığın psikolojisi, sanat ile benlik ilişkisi ve çok daha fazlası bu kitapta…
4. Kızıl Mars (Kim Stanley Robinson / İthaki Yayınları)
Nebula En İyi Roman Ödülü
BSFA En İyi Roman Ödülü
“Sarsıcı bir kitap… Mars’ın kolonileştirilmesine dair yazılmış gelmiş geçmiş en iyi roman.” -Arthur C. Clarke
“Kızıl Mars 90’lı yılların Mülksüzler’i olabilir; tıpkı Le Guin’in romanında olduğu gibi, yeni yüzyılın öngörülemeyen ihtimalleri karşısında yeni politik fikirler uyandırabilir. Kızıl Mars, bilimkurguyla ana akım romanın bir araya gelip uyuştuğu, verdikleri hazdan bir şey kaybetmedikleri nadir örneklerden biri: Her iki şekilde de okunabilir.” -Fredric Jameson
“Muhteşem bir kitap. Bilimsel arka plan ve teknolojik detaylar bütünüyle tatmin edici, karakterler âdeta canlı, hikâye müthiş finaline doğru ilerlerken dünya edebiyatının nadir eserlerinde olabilecek bir şekilde tarihe tanık olduğunuz hissine kapılıyorsunuz.” -Poul Anderson
“Zamanımızın en iyi yazarlarından birinin elinden lirik, güzel, kusursuz bir gelecek hikâyesi.” -David Brin
“Mars biz gelmeden önce boştu. Ama bu hiçbir şey olmamış demek değildi.”
Kim Stanley Robinson, günümüz bilimkurgusunun en büyük ustalarından biri. Özellikle uzay üzerine yazdığı romanlarla 90’lardan beri türün gelişimine katkıda bulunan yazarların en önde gelenlerinden. Dünyalaştırma ve kolonileşmeye bakış açımızı değiştiren Kızıl Mars ise hem bilimsel hem siyasi hem de sosyolojik açıdan şimdiye dek yazılmış en gerçekçi bilimkurgu romanlarının başında geliyor. İnsanlık artık Mars’ta; önce bir, sonra yüz ve giderek on binlerce insan… Şehirler kuruyor, tüneller kazıyor, sadece kraterlerden ve kayalıklardan ibaret görünen gezegeni kendi suretlerinde değiştiriyorlar. Ama cansız yüzeyini kazıdıkça Mars onları giderek daha fazla kendine bağlıyor, âşık ediyor.
En başından beri tüm kızıllığıyla bir hedef, amaç olarak beliren Mars eskiden bir güçtü, şimdiyse bir mekân: Amerika ve Rusya için yeni bir hegemonya alanı, Araplar için toplumsal baskıdan kaçış, İsviçreliler için bakir bir doğa ve üçüncü dünya için nüfuslarını aktaracakları bir koloni.
Yine de akıllarda kalan bir soru var: Yeni yuvaya eskisinin sorunları da mı götürülecek, yoksa bu gezegen kendi fırsatlarını ve sorunlarını dayatarak yeni bir topluma mı can verecek? Mars’a gelenler için Dünya yalnızca geride bırakılmış bir yuva olarak mı kalacak, yoksa Kızıl Gezegen’in kaderinde yeni bir Dünya olmak mı var?
5. On Dakika Otuz Sekiz Saniye (Elif Şafak / Doğan Kitap)
Adı Leyla’ydı. İstanbul’un en eski genelevlerini barındıran o meşum sokakta yer alan gülkurusu renkli evde bilinen adıyla Tekila Leyla. Öyle derdi ona arkadaşları, ahbapları ve müşterileri. Öyle derdi ona beş kadim dostu. Hiç istemezdi Leyla kendisinden geçmiş zaman diliminde söz edilmesini. Ama işte kalbi daha az evvel susmuş, soluk alış verişi ise hepten kesilmişti. Şehrin kenarlarında bir çöp kutusuna bırakılmıştı cansız bedeni. Gene de henüz durmamıştı beyni. Çalışıyordu hâlâ. Tastamam on dakika otuz sekiz saniye boyunca…
6. Durduk Yere (Murad Ertaylan / P Kitap)
“Kendi yazdıkları gibi kendi teorilerini de beğenmez Kamuran. Duruma göre, durduğu yere göre değişmektedir gerçek. Bir tarafı tutarken bir de bakmış, karşı fikir daha olası görünüyor. Gerçeği aramak, eleştirmekten bin kat zordur.”
Keyifle okunan, merak uyandıran üstelik bazı yerleri bir kedinin gözünden anlatılan bir metin var karşımızda. Sadece Kamuran’ın değil, tüm karakterlerin değer yargıları gelişigüzel olaylara göre şekil alıyor
Ancak, kurgunun akıcılığı ve dilin sadeliği sayesinde suya damlatılan renkler giderek anlam kazanmaya başlıyor ve finalde ahenkli bir tablo oluşturuyor.
Başımıza geldiğinde nasıl davranacağımızın garantisi olmayan çelişkili olayları mercek altına yatırmış Ertaylan ve ortaya iç dünyamıza ayna tutan, kararlarımızı sorgulayan bir novella çıkmış.
Farklı üslubuyla okuru ilk sayfasından yakalıyor, hem gülümsetip hem düşündürtüyor. Son cümle tamamlandığında, başa dönüp tekrar okumak istetecek ender yapıtlardan biri Durduk Yere.
7. Kayıp (Arzu Bahar / Alakarga Yayınları)
Hiç anlamıyor. Kaybolmuş ne demek? Koca adam nasıl kaybolsun? Hiç mi yol iz öğrenmemiş bunca zaman şehirde? Mümkünü yok, gelir mutlaka. Olmadı birilerine sorar yolu, bulur gelir. Umudu hep sıcacık göğsünde.
Gelmiyor.
Daha önce Kovulmadım Ben Ayrıldım adlı kitabını yayınladığımız Arzu Bahar, yeni öykülerini bir araya getirdiği Kayıp’la birlikte kendi öykü serüveni içinde önemli bir adım atıyor. Zengin konusu, duru Türkçesi ve insancıl yaklaşımıyla öykü gibi öykü okumak isteyenlerin dikkatine sunuyoruz.
8. Pele’nin Öldüğü Yaz (Kaan Kara / Nebula Kitap)
Kaan Kara, ilk eseri Pele’nin Öldüğü Yaz’da geniş bir insan yelpazesinden rengârenk yaşantılarla çıkıyor karşımıza. En derin hüzünlerden ansızın havai fişek gibi patlayan sevinçlere ve çocuksu kırılganlıklardan akılalmaz gamsızlıklara değin sayısız duyguyla kol kola yürütüyor bizi. Evlerin, seslerin, insanların içinden kıvrılarak geçen, kelimelerden taşlarla döşenmiş uzunca bir patikada, bizden habersiz tasarladığı büyülü bir düş âleminin edebi sofrasına davet ediyor.
Bilenmiş satırını kesme tahtasında saydıran kebapçılar, röveşata atan ihtiyarlar, zorlu babalar, kara sevdaya tutulmuşlar, yoksullar, deliler, sahtekârlar, sıcaktan nevri dönenler, yollara düşenler İstiridye misali, kabuğu aralanan her bir öykü içten, yalın ve felsefi incilerini şairane bir anlatım eşliğinde sıra sıra döküyor ruhumuza.
Karşısına kurulduğumuz, sönmeyen ama karşısında bir bir söndüğümüz bir mum ışığı yaşam. Kalemini mum ışığıyla aramıza uzatan Kaan Kara, kahramanlarının gölgeleriyle hayatlarımızın ve sokaklarımızın köşelerine fener tutuyor. Bize bizden, içimizden hikâyeler anlatıyor. Homeros’tan, Dede Korkut’tan süregelen bir gelenek, Pele’nin Öldüğü Yaz’la meclisinde bir neferini daha ağırlıyor.
9. On Üç Sıfır Sıfır (Ercan y Yılmaz / Sel Yayıncılık)
Ercan y Yılmaz, 2015 Necati Cumalı Öykü Ödülü’ne değer görülen ilk öykü kitabı On Üç Sıfır Sıfır’da, matruşka bebekler gibi iç içe giren, içine girdikçe dışa açılan hikâyeler anlatıyor. Çocukluk, kadınlık, yoksulluk ve yoksunluk hallerinden nesnelerin dillendiği evrenlere geçen Yılmaz, sınırların derin ayrımlarla çizildiği, depremlerle sarsılan bir ülkede, okuru iki çeyrek altın bozdurularak yaptırılan çiçekli bir perdenin peşinden zamanlarca, diyarlarca sürüklüyor.
İlk kitabını eline alacak olmanın heyecanıyla saniyelerin pençesine düşen genç yazarlar, küçük ve kalabalık evlerde yaşayan, odası yastığından ibaret kocaman yürekli çocuklar, gurbetteki babalar, kayıplar, kıyımlar… Ercan y Yılmaz’ın kişileri, politik olanla kişisel olanın birlikte raks ettiği o müphem ve can alıcı perdede canlanıyor.
10. Talihsiz Bir Kadın (Richard Brautigan / Sel Yayıncılık)
Richard Brautigan’ın, intiharının ardından yayınlanan son kitabı Talihsiz Bir Kadın, ölümler, seyahatler, yeni ya da tanıdık insanlar, yangınlar ve fırtınalarla sarmalanan dünyasının nihai ürünüdür. Ölümü savuşturmanın, ondan kaçmanın ya da onunla yüzleşmenin yollarını arayan birinin anlatısı değil, yalnızlığın karşısına yola çıkmayı, yokluğun karşısına yaşama dair küçük detayları koyma hikâyesidir.
Amerika’yı baştan başa kat ederken ölüm fikrini daima bavulunda taşıyan bir yolcunun, loş otel odaları, kirli yataklar, arabalar ve yollar boyunca zihnine doluşan fikirlerle örülü tekinsiz bir Beat evreni.
11. Paradise Pansiyon (Onur Özgüner / Kaos Çocuk Parkı)
Paradise Pansiyon’daki öyküler “öteki”, hatta “öteki içinde öteki” olmayı temel alarak kat üstüne on üç kaçak kat çıkıyor: Bir zangocun kendi doğasını keşfeden ayrıksı oğlu, kilisedeki fresklere dalan bir midye toplayıcısı, darbe arifesinde çıktıkları tatil kâbusa dönen genç bir çift, merhume eşiyle yaşadıklarını hatırlamaya çalışan Alanyalı bir kuyumcu, kurban bayramı ziyareti için taşraya dönerek kurbanlığı kavrayan bir yazar, Hermafrodit mitinin yeniden yorumuyla bir kez daha başkalaşım geçiren hınzır bir nemf, zalimliğiyle ünlü bir Roma imparatorunun devasa heykeli karşısında kendinden geçen bir müze ziyaretçisi, Filistin direnişini coğrafi beden olarak hülasa eden bir anti-kahramaniçe, Viyana’daki bir çark barında sürpriz kuklasını konuşturan yerli bir vantrilok, Shakespeare’in kader anlayışına zamanın ötesinden bakan iki oyun kişisi, kurtuluş umudunu Yeşil Kart çekilişine bağlayan bir gassal, film çekimi esnasında metaforik bir depremle enkaz altında kalan genç bir yönetmen ve öykülerin her birinde cehenneme dönen postarabesk bir cennet.
Tuhaf mı tuhaftı! Hemen her tatil bölgesinde “Paradise” adlı bir işletme mutlaka vardı; fakat asıl tuhaf olan, terk edilmiş bir mekânın böyle bir adı olmasıydı. Tıpkı Atılgan’ın Anayurt Oteli adlı romanındaki gibi, adın yazılı olduğu ok biçimindeki tabelanın çivilerinden biri çürüyüp düşmüş, fakat bu okun ucu yukarıya dönmüş, göğü gösteriyor, pansiyonun gökyüzünde olduğu sanısını veriyordu.
“Bir yitik cennet daha,” dedim. “Cehennem” demeliydim.
12. Aynı Sahnenin Başka İnsanları (Volkan Şıpka / Luna Yayınları)
“Sahnenin sağ yarısına, “Hangimiz Haklı” oyununun dekoru (Mahkeme salonu), sol yarısına da “Havalar da Bayaa Soğudu” oyununun dekoru (Nikâh dairesi) yerleştirilmişti. Bu iki dekor, panolarla bölünmüştü. Bu panolar, oyuncuların birbirlerini görmelerini engellemekteydi…”
Bir tiyatro sahnesi… Aynı sahne üzerine kurulmuş iki farklı oyun dekoru… Seyirciler arasına konuşlanmış Hollywood prodüktörleri… Polisler… Birbirinden habersiz oyuncular, yapımcı, yönetmen…
Volkan Şipka bu eserinde okurlara tiyatro kulislerinin bilinmeyen yönlerini mizahi bir dille okurlara aktarıyor. “Aynı Sahnenin Başka İnsanları” eğlenceli bir okuma vadeden bir ilk roman.
13. Hiç Aklıma Gelmezdi Ayrılık (Hayri Öztürk / Çolpan Yayınları)
Birinci Dünya Savaşı’nın ülkeyi kasıp kavurduğu, ülkenin işgal edildiği günler… Kadınların hem eğitim hem de üretim alanında var olmaya çalıştığı, üstelik işgalcilere karşı erkeklerle omuz omuza mücadeleye girdiği yıllar… Bir aşk üçgenindeki çıkmazı görüp kendini feda eden Osman Fahri’nin şiirlerinden damıtılıp Şükûfe Nihal’in gönlüne sunulmuş mektuplar…
Bir Osmanlı subayı olan babasının isteğine boyun eğerek erken yaşta evlenen Şükûfe Nihal, kocasından ayrıldıktan sonra Darülfünun’da öğrenim gören ilk kadın öğrencilerden biri olmuş, Millî Mücadele’yi desteklemiş, şiirler yazmıştır. Şükûfe Nihal’e ilk görüşte âşık olan Osman Fahri, ömrünce aşkının peşinde pervane olmuş, her şiirini, her bir mektubunu onu düşünerek ona yazmıştır.
İki şairin hazin aşkının odağa alındığı Hiç Aklıma Gelmezdi Ayrılık, Birinci Dünya Savaşı ve işgal dönemi Türkiye’sinin siyasal, toplumsal ve edebî hayatına ışık tutuyor. Bu ışığın aydınlattığı alanda neler yok ki: Devrin kahramanları ve bigâneleri… Osmanlı’nın son döneminde yaşanan zorluklar, çaresizlikler… Yangın, kıtlık, işgal, yok sayılma ve yeniden canlanma… Yokluk içinde modern bir hayat kurma çabası, kadınların okula ve hayata katılması… Ve aşk; sımsıcak, hazin, umutsuz bir aşk…
Hiç Aklıma Gelmezdi Ayrılık, zor coğrafyanın en sıkıntılı yıllarında heba olan bir aşkın, iki şairin, Osman Fahri ile Şükûfe Nihal’in öyküsü.
14. Sabbath’ın Tiyatrosu (Philip Roth / Monokl Kitap)
Annesi her gün yanındaydı ve Sabbath onunla konuşuyor, annesi onunla sohbet ediyordu. Tam olarak ne kadar varsın, anne? Bir tek burada mısın yoksa her yerde misin? Seni görmeyi becerebilsem, kendin gibi mi görünürdün? Zihnimdeki resmin değişip duruyor. Sadece yaşarken bildiklerini mi biliyorsun yoksa şimdi her şeyi biliyor musun ya da artık “bilmek” diye bir şey yok mu? Olay nedir? Hâlâ mutsuzluk içinde kahroluyor musun? Morty yanında olduğu için sürekli ıslık çalan eski hâline döndüğünü duymak en güzel haber olurdu. O yanında mı? Ya babam? Hem üçünüz birlikteyseniz, neden Tanrı da orada olmasın? Yoksa bedensiz varoluş da her şey gibi kendi doğal akışında ilerliyor ve Tanrı orada da en fazla burada olduğu kadar mı gerekli? Ölü olmayı da en fazla yaşıyor olmak kadar mı sorguluyorsun yani? Ölü olmak evi çekip çevirmek gibi yaptığın bir iş mi yalnızca?
Bu tekinsiz, anlaşılmaz, gülünç ziyaretler her şeye rağmen gerçekti: Bunu kafasında ne şekilde mantıksallaştırırsa mantıksallaştırsın annesini gönderemiyordu… Annesi yalnızca umutsuzluğa kapıldığı zamanlarda, gecenin bir yarısında kaybolup gidenlerin yerine koyacak bir şeye derin bir ihtiyaç duyarak uyandığı anlarda gelmiyordu; ormanda, İn’deyken de Drenka’yla ikisinin yarı çıplak bedenlerinin üzerinde o helikopter gibi süzülüyordu. Belki de o helikopter annesiydi. Ölmüş annesi yanında onu izliyor, gittiği her yerde onu sarmalıyordu. Annesi üzerine salınmıştı. Sabbath’ı ölümüne götürmek için geri dönmüştü.
15. Beşinci Çocuk (Doris Lessing / Delidolu Yayınları)
Beşinci Çocuk’un Uyandırdığı Kadim Korkular
2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Doris Lessing’in imzasını taşıyan Beşinci Çocuk; okurları, kökleri derinlere uzanan evrensel korkularıyla yüzleştirirken annelik, toplumsal normlar, ahlaki seçimler ve aile ilişkileri gibi pek çok zorlu mesele üzerine düşündürüyor. Hiç kimsenin hoşlanmadığı, hatta içten içe korktuğu için uzak durmayı tercih ettiği olağandışı bir çocuğa sahip olmanın yol açtığı ruhsal etkilere odaklanan, onu sevememenin yarattığı suçluluk duygusunu cesaret isteyen bir dürüstlükle anlatan bu romanı bir solukta okuyacaksınız. Filmlere de konu olan “şeytani çocuk” imgesini, ustaca kaleme alınmış bir korku, gerilim başyapıtına dönüştüren Doris Lessing’in, mutlulukla örülmüş aile yaşamının nasıl ilmik ilmik çözülüp gittiğini resmettiği Beşinci Çocuk; empati duygusunu tetikleyen hikâyesi ve etkili kurgusuyla okurunu daha ilk sayfalarından avucuna almayı başarıyor. Harriet ve David, geleneksel aile yapısının önemini yitirdiği bir toplumda, akrabaları bir araya getirdikleri büyük evlerinde dört çocuklarıyla mutlu bir yaşam sürmektedir. Dışarıdaki yıkıcı dünyanın etkilerinden uzak, düşledikleri eski moda değerlere adanmış huzurlu yuvayı kurmakla övünen çiftin yaşamı, beşinci çocukları Ben’in doğumuyla altüst olur. Harriet, içinden çıkan bu çirkin, iri ve kontrolü güç bebekle birlikte hiç tanımadığı bir karanlıkla ve ummadığı bir toplumsal tepkiyle karşı karşıya kalır; bir zamanlar gerçek kıldıkları aile düşü giderek kâbusa dönüşür.Harriet birçok kez uyanmış, Ben’in yarı karanlıkta durup onları seyrettiğini görmüştü. Bahçenin gölgeleri tavanda oynaşır, koca odanın içindekiler hiçlikte kaybolurken, karanlığın içinde bütünüyle seçilemeyen bu ifrit çocuk oracıkta dikiliyordu. İnsana ait gibi durmayan o gözler, Harriet’i uykularından uyandırıyordu.
“Kâbuslara malzeme olan o keskin sadelikle yazılmış… Yaşadığımız dünyanın sadık, ama tüyler ürpertici bir yansıması.” -Sunday Telegraph
“Farklı türlerde kalem oynatan ve onları dahiyane biçimde yeniden üreten Doris Lessing, bu sefer bir korku hikâyesi anlatıyor. Çok kadim bir korku üzerine kurulu Beşinci Çocuk çarpıcı ve unutulmaz.” -Guardian
“Doris Lessing’in okurları etkisi altına alma ve ikna etme gücü daha ilk sayfadan kendini belli ediyor… Bu kitap yer yer tüylerinizi ürpertecek olsa da bitirene kadar elinizden bırakamayacaksınız.” -Sunday Times
16. Onu Ben Öldürdüm Leonardo (Deniz Kavukçuoğlu / Oğlak Yayıncılık)
Boşlukları başka insanlarla dolduruyordu Gizem.
Bense kitaplarla.
Leonardo da Vinci’nin yaşamını okuyordum. Kudurmuş bir halk yığını, alçıdan yaptığı Sforza heykelini parçaladığında, büyük usta, heykelin bulunduğu alanın gerilerinde bir yerde, öğrencileri arasında durarak yapılanlara, hiç ses çıkarmadan, hiçbir tepkide bulunmadan yalnızca bakmış. Öğrencileri de büyük üzüntü içinde olayı izlemişler.
Tutkuya ilişkin ne biliyoruz? Başkasının tutkusuna ne kadar tanıklık edebiliriz? Ne kadar tanıyabiliriz? Başkalarını anlama çabamız, kendi tutkumuzla onun tutkulu yaşamını benzetme girişimi midir? Bir tür kendimizi iyileştirme çabası…
En yakınımız, sonunda sözümüzü yönlendireceğimiz kişi bu özdeşliğin nesnesi midir?
Onu Ben Öldürdüm Leonardo’da Deniz Kavukçuoğlu, insanın en gizemli yönüne bir kazıbilimci titizliğiyle eğiliyor. Delilikle tutkunun birbirine karışan yollarını ustalıkla çiziyor.
17. Mephisto-Bir Kariyerin Romanı (M. Sami Türk / Everest Yayınları)
“Mephisto, 1930’lu yıllarda faşizm yükselirken, boyun eğme ve direnme, kariyer ve ahlak arasında kalanların hikâyesini anlatan en iyi roman.” -Der Spiegel
Mephisto: Bir Kariyerin Romanı, Almanya’da kişilik hakları nedeniyle uzun yıllar yasaklanan, yayınlandığı tarihten itibaren ise fırtınalar koparıp kült statüsüne erişen bir başyapıt! Klaus Mann, 1930’lu yıllarda sürgündeyken yazdığı bu romanla, babası Thomas Mann’ın gölgesinden çıkarak kendini gerçek bir yazar olarak ispat ediyor.
Zorbaya boyun eğenlerin trajedisini, inandırıcı ve derin karakterleriyle işleyen Mephisto, 1930’lar Almanya’sında Naziler yavaş yavaş iktidara gelirken, şeytanla işbirliği yapan oyuncu Hendrik Höfgen’in hikâyesini anlatıyor. Nazilerin ideolojisinden hazzetmese de, kariyerinde yükselmek için iktidara hizmet eden ve bu uğurda önce dostlarını, sonra da ruhunu kaybeden Höfgen, her devirde türlü türlü kılıklarda karşımıza çıkan oportünisti temsil ediyor.
İlk kez 1936 yılında yayınlanan ama oyuncu Gustaf Gründgens’in kişilik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle uzun yıllar yasaklı kalan roman, 1981 yılında yeniden basıldığında hemen çoksatarlar arasına girdi ve günümüze kadar hep gündemde kalmaya devam etti. 1981 yılında Macar yönetmen István Szábo tarafından filme de alınan Mephisto, bugün her zamankinden güncel!
“İki dünya savaşı arasındaki Almanya’yı, hatta Avrupa’yı anlamak için bu romanı okumalı.” -Marcel Reich-Ranicki
18. Bir Yunan Hikayesi (Philip Kerr / Alfa Yayıncılık)
Yıl 1957. Bernie Günther kimliğini ve kirli geçmişini ardında bırakıp Christof Ganz adıyla Münih’te kendine yeni bir hayat kurmuştur. Çok geçmeden, sevimsiz bir tesadüfle Almanya’nın saygın bir sigorta şirketinde işe başlayıp bir sigorta ödemesini araştırmak üzere Yunanistan’a gönderilince, kendini bir anda karmaşık bir suç ağının ortasında bulur. Batan bir geminin ardından işlenen dehşet verici bir cinayet, yıllar önce, savaş döneminde yaşanan bir zulmün izlerini ortaya çıkarır. Yunan polisiyle zorunlu işbirliğine giren Bernie Günther katili bulup ülkesine dönebilmek için savaşın karanlık tarihiyle ve geçmişiyle korkusuzca yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Romanlarında gerçek kişi ve olaylardan ilham alan Philip Kerr, Bir Yunan Hediyesi’inde, İkinci Dünya Savaşı dönemindeki ve sonrasındaki tarihi gerçekleri polisiye kurguyla birleştirmekte muazzam bir ustalık sergiliyor.
19. Yeşil Valiz (Semra Özkan / Heyamola Yayınları)
Selametler Kasabası’na sonbaharın son günlerinde elinde küçük, yıllardır kullanıldığı belli, soluk yeşil renkte valiz olan takım elbiseli bir adam geldi. İlk başta İstasyon Kahvesi’nde oturan ve uzaktan bakıldığında dev bir bıyığın düz ya da kıvırcık, kırçıllı parçalarından biri gibi görünen kasketli adamlara göre bu çok sıradan, alışılmış bir durumdu. Anadolu’nun ücra köşelerinden biri sayılan bu kasabanın ortasından dev bir yılan kıvraklığıyla geçen kara trenden oturmaktan beli kırılmış, bacakları uyuşmuş yolcular soluklanmak, bir şeyler yemek ya da bir cigara tüttürmek için inerlerdi. Selametler Kasabası’ndan yalnızca yolcu değil hiç görmedikleri şehirlere demir, çimento yahut canlı hayvan taşıyan yük trenleri de geçerdi. Bunlar çok gerekli olmadıkça durmazlardı. Yolcu taşıyan trenler istasyona geldiğinde soluklanmak için inen yolcular bir şeyler yiyip içtikten sonra caddelerini, sokaklarını, insanlarını bildikleri yerlere gitmek için tekrar binerlerdi.
20. Longdra (Edward Carey / Kırmızı Kedi Yayınevi)
Çöpkent’in yakılmasıyla oradan ayrılan Iremonger’lar Londra’da! Kendilerine yeni bir ev bulmak istiyorlar ve bu konuda oldukça kararlılar, çok da sinirli! Onlarla birlikte gelen Hurdalık Humması sokaklarda kol gezerken hastalanan insanlar hızla nesnelere dönüşüyor!
Giderek kaosa sürüklenen ve karanlığa gömülen Londra, her şeye rağmen önemli bir güne hazırlanıyor. İşte Iremonger’ların büyük planı da aynı gün gerçekleşecek ve başarılı olurlarsa, daha doğrusu Clod başarılı olursa intikamlarını alıp sonunda kendilerine bir yuva bulacaklar.
Dikkatli olun! Iremonger’lar Londra’yı, Longdra yapmaya geliyor!