Elif Ebru Batı Wibrew, son kitabı Ay Parçasının Güz Yaşları’nda ailesinin tarihini, hikayesini anlatıyor. Anı-roman türündeki bu kitap okuru sadece bir ailenin hikayesine ortak etmekle kalmıyor, aynı zamanda tarihte bir yolculuğun da ortağı yapıyor.
Elif Ebru Batı Wibrew ile Ay Parçasının Güz Yaşları’nı konuştuk.
Henüz kitabınızı okumayan, sizi tanımayan okurlar için bize kısaca kendinizi anlatabilir misiniz? Kimdir Elif Ebru Batı Wibrew?
Doğma büyüme Samsun Yakakentliyim. Eski ismi Gümenüz olmasından dolayı çoğu insan burayı bu şekilde bilir. Burası Samsun ve Sinop’a eşit uzaklıkta olsa da, Gerze’den gelen insanlar tarafından kurulan bir yer olduğu için kültürümüz daha çok Sinop kültürüyle benzeşiyor. İlk ve orta okulu burada okudum, ardından Yakakent’te lise olmadığı için Alaçam Lisesi’nde devam ettim. Indiana Jones’a çok özenmiştim, bu yüzden Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümünü bitirdim.
Daha sonra dil kursu için İngiltere’ye gittim. Bana 6 aylık izin verdiler ancak Londra’dan ayrılmaya hazır değildim. O yüzden hem dil kurlarına gittim hem de Uluslararası Turizm, Turizm Siyaseti ve Pazarlama konularında University of North London -şimdiki adıyla London Metropolitan University’de yüksek lisansı yaptım. Bu sürecin ardından Türkiye’ye döndüm ve satış, pazarlama gibi çeşitli sektörlerde çalıştım. Daha sonra evlenince tekrar bir İngiltere maceram oldu ve iki yıl daha orada kaldım. Döndükten sonra da çalışma hayatı birazcık sürse de, kısa süre sonra kendimi yazmaya verdim.
O halde şöyle bir sorum olacak; Bir Londra Masalı’nda Londra’da eğitim alan bir karakterin hikayesini anlatıyorsunuz. Bu kitabınız anı/roman tarzında bir kitap mı?
Bir Londra Masalı aslında yüzde 100 organik bir roman. Ben ailenin pozitif iyonu olduğum için ve başıma gelen her türlü soruna da, sorumsuzluğa da macera gözüyle baktığım için Londra’da hayatım çok güzel geçti. Bunun üzerine kendi karakterime yakın bulduğum kız kardeşim Sedef’i de dil eğitimi için oraya göndermek istedim fakat o negatif iyon olduğu için orada başına negatif durumlar geldi.
Benim çocuğumun olması ile Sedef’in İngiltere’den dönüşü aynı döneme denk geldi ve Sedef iş bulana kadar benimle birlikte kaldı. O anlattıkça dedim ki, “Sedef senin maceraların Bridget Jones’un Günlüğü gibi. Benimkileri yazmaya değmez, hepsi pozitif. Senin başından geçenleri yazayım.” Bir Londra Masalı öyle ortaya çıktı.
Hürriyet Aile’de köşe yazıyorsunuz. Hala devam ediyor musunuz? Bir süredir yazınızı göremeyince, “Ara mı verdi ya da başka bir yere mi geçti acaba?”, diye düşündüm.
Devam ediyorum ancak bazı sorunlardan dolayı bir süre ara verdim. Bir yerleşme, taşınma durumu var. O süreçten sonra düzenli olarak yazmaya devam edeceğim inşallah.
Roman süreci Hürriyet Aile’de köşe yazarlığının devamında gelen bir şey mi yoksa, yazma süreci daha öncesine mi dayanıyor?
Lise çağından bu yana yazıyorum aslında. Benim edebiyat tutkum, yazma işleri şiirle başladı.
Hiç İngilizce öğrenemeyeceğimi zannederek hep başka dillere yöneldim. Latince dersi olduğu için Latinceye, İspanyolca olunca İspanyolcaya girdim. İngiltere’ye gittim, bir yandan İngilizce öğreniyorum, sonra Japoncaya başladım falan filan… Öğrendiğim her dilde, atıyorum bir ay mı gittim, o bir aylık kelime dağarcığımla şiir yazdım. Japonca şiirlerim bile var, öyle söyleyeyim.
Benim yazı hayatım şiirdi ama edebiyat öğretmenimiz Leyla Hanım’a buradan yine teşekkür edeyim, bize çok güzel kompozisyonlar yazdırırdı. Ben o zaman, okuduğum romanlarla, oradaki hayatlara özenmemle, öykünmemle hep kafamda yazmak vardı. Küçük küçük hikayelere de yine lise çağlarında başlamıştım. İngiltere işini de bitireyim, döndükten sonra edebiyata gireceğim demiştim.
Edebiyata girişimi de aslında Ay Parçasının Güz Yaşları ile yapmak istedim ancak dedim ki “Bu büyük bir çalışma gerektiriyor.” Onu birazcık daha çıraklık nedeniyle tamamlayamadım. Bir de elimde de Sedef’in maceraları, trajikomik hikayeleri olunca, ben bununla başlayayım ama bir yandan da üçüncü romanımla ilgili doneleri toplamaya devam edeyim, diye düşündüm. Öyle oldu. Birinci kitabım bittikten sonra Hürriyet Aile tarafı açıldı benim için. Bir yandan o oldu, bir yandan da diğer romanımla ilgili doneleri toplamaya devam ettim.
Kitabınızın başında, bu hikayenin aslında bir aile hikayesi olduğundan bahsediyorsunuz. Ay Parçasının Güz Yaşları bir roman ancak anı tarafı da var. Bunlardan ayrı olarak geçtiği dönemi de okura çok güzel yansıtıyor.Tabii ki bir tarih kitabı değil ancak, siz bu türler arasında bir roman olarak mı yoksa bir anı kitabı olarak mı tanımlıyorsunuz kitabınızı?
Tamamen Mehpare babaannemizin anıları, anlattıkları etrafında örülü olduğu için anı diye tanımlıyorum aslında. Çünkü kitapta geçenlerin yüzde 90’lık kısmı tamamen doğru. İngiltere’ye dayanan kısımları bilmiyordum ve orada biraz kurgu yapmak zorunda kaldım ancak olabildiğince en iyi kurguyu yaptım. Yazarken bunu ailemizin bir tarih kitabı olarak düşündüm. Ailemizin tarihini anlatsın ama sıkmasın istedim. Herkes bir şeyler biliyordu aile ile ilgili. Ailenin erkekleri daha çok Zühtü dedenin esir hayatı ve onun savaş anılarını biliyordu. Mehpare babaannenin anılarını pek fazla dinlememişlerdi. Yine Renan halam, anneannem, Pamuk yenge arasında mekik dokuya dokuya öğrendim pek çok şeyi.
Bir de şöyle şeyler oluyordu; biriyle karşılaşıyorum, Mehpare babaanne bize şunu demişti, diyor, o zaman olayın bütün seyri değişiyor. Sonra onun doğruluğunu araştırıyorum. Bu detayları da düşününce iyi ki ilk romanım bu olmamış diyorum.
Kitabın girişinde hazırlık sürecinde akademik destek aldığınızı da söylüyorsunuz. Bu zahmetli bir iş. Bir yandan pek çok insanla görüşüyorsunuz, bir yandan da olayın diğer boyutları ile de ilgileniyorsunuz.
Mesela Selanik’e gitsem, güzel olurdu. Betimlemeleri çok daha zevkle yapardım ama mümkün olmadı. Selanik’le ilgili çok kitap okudum, çok film izledim, oradaki sosyal yaşantıyı anlamak için. Bu arada oğlumun da tarih dersi Kurtuluş Savaşı vesaire olduğu için hem çalıştım, hem de ona anlattım.
Bu kitabınızda yurt dışında geçen bölümler var. Yine Londra Masalı için de aynı şeyi söylemiştiniz. Diğer kitabınız da bildiğim kadarıyla yurt dışında geçiyor. Tüm kitaplarınızdaki yurt dışı bağının özel bir nedeni var mı?
Şöyle söyleyeyim, halamın oğulları merak ettiler bizim genetik tarafımız nereden geliyor diye ve Amerika’da bir genetik test yaptırıldı. Bu testin sonucu İngiltere’yi gösterdi. Kitaplarda İngiltere’ye bağlamamın nedeni de o oldu.Yani illa yurt dışı olsun diye değil de, kader bağladı diyebilirim.
Kitabınızı babanızın okuyamadığını söylemiştiniz, başınız sağ olsun. Ancak bu hikayeyi size aktaran insanlardan mutlaka okuyanlar olmuştur. Hatta ben Instagram profilinizden baktığımda orada da okuyan insanlar gördüm. Muhtemelen onlar da bu hikayenin oluşmasında rol oynayan insanlar. Bu insanlar okuduktan sonra nasıl tepkiler verdi?
Öyle bir ailem var ki, şöyle söyleyeyim bugün bir düğün olsa zaten 300 kişi bizden gidiyor. Kitapta geçen Zühtü, Ferhat dedelerden gelenler, annemler, annemlerden sonra bizler, bizlerden sonra çocuklarımız… Bir de biz çoğumuz Yakakent’teyiz ya da çoğu zaten Yakakent’te yaşıyor. O yüzden bana 300 ismi say deseniz, hiç şaşırmadan sayarım. Aynı şekilde onlar da sayar. Benim en büyük şansım buydu zaten, herkes elimin altındaydı. Birbirine çok yakın bir aileyiz. Onlar da zaten merakla bekliyorlardı, ne zaman çıkacak diye.
Filmin sahnelerini küçük küçük çekersiniz ama çekenler de, filmin başrol oyuncuları da ilk defa biçimlenmiş halini seyrederler ya, bizim ailede de öyle oldu. Tepkiler çok güzeldi. Mesela bir tanesi diyor ki, “Zühtü Dede beni dövmüştü, ona kızıyordum ama bunu okuduktan sonra fikrim değişti”. Veya geçmişe bakarken onu şundan dolayı suçluyordum ama bu tarafını öğrendim olayın, o yüzden çok görmemek lazım diyen de oldu. Sonuçta herkes göz yaşları ile bitirdi. Neden bazı şeyleri zamanında yapamadık veya yapmadık diye bir içselleşmeye gitti, hepsinde ortak ana fikir bu oldu diyebilirim.
Okurdan nasıl tepkiler geldi? Onların hikayeye ortak olma biçimi, onlara etkisine dair mutlaka size geri dönüşler olmuştur?
İki üç cümle herkeste ortak. Yani beğenmeyen hiç kimse olmadı. İlk önce şunu dediler; ilk sayfalarda, ilk 40 sayfada, çok isim geçtiği için acaba biz bunları aklımızda tutabilecek miyiz? Ama okuduktan sonra hepsi dedi ki, “Bazı bölümlerde öyle bir bağlamışsın ki, hiçbir şekilde geriye dönmeye veya arkadaki tabloya bakmaya gerek bile duymadık.” Yine hepsindeki ortak şey, “Hiç sıkmadan ve öbür sayfada ne var diye okuduk, senin yüzünden tatil yapamadık, denize giremedik, çünkü kitabı elimizden bırakmak istemedik.” diyen çok oldu. Bu da beni mutlu etti. Evet, konu güzel dediler ama yazış biçiminiz, hikayeyi aktarışınız, kelimelere dokunuşunuz çok güzel diyenler de oldu.
Okurlara hak veriyorum ben de. Çok fazla karakter olduğunda aklımda tutup tutamayacağıma dair bir düşünce oluyor. Yazarın bunları nasıl kullandığını, nasıl bir araya getireceğini başlamadan bilemediğimiz için ama okudukça görüyoruz ki anlatımınız gayet başarılı ve o bağları okur olarak rahat bir şekilde kurabiliyoruz.
Çok teşekkür ederim.
Üç kitabınız, üç farklı yayınevi… Bunun özel bir nedeni var mı?
Hiç özel bir nedeni yok. İlk yayınevi çok tesadüf oldu, benim kitabımın çıkışından kısa süre sonra devretti ve devredilen yerde de sadece yer altı edebiyatı çıkacaktı ve onlarla devam edemedik. İkinci yayınevi yine çok tatlı insanlar, küçük bir yayıneviydi. Ben üçüncü kitap için henüz hiçbir yayınevine başvurmadan onlara yöneldim ama maddi sorunlar ve şu anda kitap çıkarmayacağız gibi dönümler aldığım için farklı bir yola girdim. Ama çok memnunum Pika Yayınevi ekibiyle tanıştığım için. Butik bir yayınevi ve o kadar güzel, verimli çalışmaları var ki, hiçbir şeyi merak etmek zorunda kalmadım. Her şey tıkır tıkır işliyor. Bence her şeyin bir zamanı varmış, bu kitabın zamanı da Pika Yayınevi ile benim zamanımın birleşmesiymiş.
Ben de editörlük açısından başarılı buldum açıkçası. Ancak sorumun nedeni şuydu, şu dönemde yayınevi bulmak yazarlar için biraz sıkıntılı olabiliyor. Pandemi yayıncılığı olumsuz etkiledi ve bu nedenle yeni bir maceraya atılmak istemeyen, risk almak istemeyen yayınevi çok fazla.
Anlayışla karşılamak gerekiyor. Ben tabii ki ilk öncelikle hangi yayınevi ile çalıştıysam onunla yürümeyi tercih ederim ama yayınevi yapamıyoruz derse o zaman yeni bir araştırmaya girişirim. İnşallah Pika Yayınevi beni her zaman kabul eder ve birlikte yıllarca devam edebiliriz.
Kitaptan bağımsız olarak pandemi süreci hepimiz için sıkıntılı geçti. Sizin için nasıl geçti?
Kilo aldım.
Hepimiz kilo aldık.
Şimdi şöyle, aslında profesyonel yazarlar, ben kendimi profesyonel bir yazar addetmiyorum. İki üç tane kitap çıkardım diye, yazar oldum denilmez. Bence yazar olunmaz zaten, devamlı değişiyoruz, bir şeyler katmamız gerekiyor. Yazarım demeye utanıyorum ben. Okuyucu beni öyle görüyorsa ne mutlu elbette.
Ben bu romanla iç içe olduğum için bunu bitirdim ama bu kitap haline gelmeden diğer başka şeylere çok fazla kanalize olamadım. Çünkü onunla çok doluydum, çünkü çok güvendiğim bir kitaptı. Tabii projelerim yok değil ama oturup bir türlü kendimi veremedim. Küçük küçük hikayeler yazdım. Aldatma hikayelerinden oluşan bir projem var. Bunun haricinde kafamda romanlaştırmak istediğim iki tane de konum var. Hikayeler girdim küçük küçük. Zaten ben sonunu yazıyorum, başlığını koyuyorum, ondan sonrası kolay geliyor. Şimdi artık kitap elimde ve yeni projelere başlayabilirim. Ancak pandemi döneminde birkaç editörlük çalışmam oldu. Başka da bir şey yapmadım.
O zaman bir sonrakinde öykü gelecek?
İkisini aynı anda yapabilirim. Öyküleri topluyorum şu an. Çok aldatılma hikayesi var ama benim hikayelerimde şöyle söyleyeyim, yakalanma detayları çok farklı olduğu için, birinci ağızlardan dinleyip, röportajlar yapıp onları hikayeleştireceğim. Onun haricinde bir roman çalışmam da başlayacak.
Peki bu süreçte okuyamadığınız, izleyemediğiniz, kitap, dizi filmleri aradan çıkarma şansınız oldu mu?
Bol bol Netflix’te dizi izledim ama benim okumazsam olmayacak olan birkaç kitabım var. O kitapları 2-3 yılda bir mutlaka tekrar okurum. Çünkü çok seviyorum. Bunlardan bir tanesi Reşat Nuri Gültekin’in Çalıkuşu’dur. Bir tanesi, artık piyasada yok, araştırıyorum, yazarına ulaşmaya çalışıyorum, ama ulaşamadım. Bir Liseli Kızın Romanı diye İsmail Kaya’nın bir kitabı vardır. Özellikle Yakakent’e gelince, lise ortaokul çağlarımdan babamdan kalan bir sürü kitap var, onlara bir dokunurum şöyle. Onları yaptım, bir de bolca dizi izledim açıkçası.
O zaman son olarak bir mesajınız var mı okurlarınıza?
Şimdiye kadar okuyanlardan güzel dönüşler oldu. Ben biraz doyumsuzum. Bunun için herhangi bir okur okuduktan sonra benimle düşüncesini paylaşırsa bu benim için çok motive edici oluyor. Hatta şöyle bir şey de oluyor, mesela bir okur 70. sayfada. Bu sefer ben 70. sayfayı açıp okurun gözünden okumaya başlıyorum kitabımı.
Okuyucularıma sevgiler. Umuyorum hepsi keyifle okur. İmkanları olursa benimle paylaşırlarsa çok sevinirim, çok mutlu olurum. Konuşmak isterlerse konuşurum.
O halde teşekkür ederek bitiriyorum.
Ben teşekkür ederim.