Röportaj: Hakan Özbek
Twitter: Gormoti
Erdal Şahin’in ilk romanı ‘Yaptığımız Çocukluk’, Küsurat Yayınları etiketiyle okuyucularla buluştu. Mizah dolu hikayesi ile dikkat çeken bu roman bende oldukça güzel bir etki bıraktı. Kitabın ana kahramanı Erdal’ın hayatı hayallerimde kendi hayatıma dönüştü, etrafındaki insanlar ise tanıdığım insanlara… Erdal Şahin’le söyleşmeyi düşünmeme en çok neden olan şeylerden biri de bu oldu aslında. Sonra anladım ki, bu sadece bana olmamış, benim gibi herkes kitapta kendinden bir şeyler bulmuş. Başarılı bir ilk romana imza atan bu yazarı tanımalıyız, diye düşündüm. Sağolsun, kendisi de bizi kırmadı, son derece samimi bir şekilde sorularımızı yanıtladı.
Hem bizi kırmayan Erdal Şahin’e, hem de bu röportajın gerçekleşmesinde büyük emeği geçen Küsurat Yayınları’ndan Büşra Hacısalihoğlu’na da teşekkür ederek sizi Erdal Şahin’le baş başa bırakıyorum.
Yaptığımız Çocukluk adlı romanınızı büyük bir keyifle okudum. Üniversite yıllarına kadar Türkiye’nin küçük kentlerinden birinde yaşayan her insanın bu kitabınızda kendinden bir şeyler bulabileceğini okuduğumda bizzat deneyimleyerek gördüm. Röportajımıza başlamadan önce bize ve sizi daha yakından tanımak isteyen insanlara biraz kendinizi tanıtır mısınız? Erdal Şahin kimdir, neler yapar?
Çok ilginç, bu soruyu duyana kadar hiç düşünmemiştim ben kimim diye. Malatya’nın bir köyünde doğmuş orada büyümüş ardından okumak için Malatya’ya yerleşmiş bir ailenin çocuğuyum ben. Köyde yaşarken yıllarca çobanlık yaptım, ve gururla söylüyorum çok iyi bir çobanımdır ben. Hâlâ anlatılır köyde, bu topraklarda senin gibi bir çoban daha yetişmedi diye. Malatya’ya yerleştikten sonra üniversiteyi kazanana kadar bir yandan eğitimime devam ederken bir yandan çeşitli kurumlarda çırak ve kalfa olarak çalıştım. Terzihane, çay ocağı, kıraathane, kasap, telefon tamircisi, eczane gibi işyerlerinde üst düzey görevler üstlendim. (Gülüyor) Üniversiteyi kazanınca dünyanın Malatya’dan ibaret olmadığını anladım. ODTÜ’de inşaat mühendisliğini bitirdikten sonra ara vermeden yüksek lisans eğitimine başladım, aynı zamanda proje asistanı ve araştırma görevlisi olarak aynı kurumda çalıştım. Aslında akademisyen olmak istiyordum ben, fakat günümüzde akademisyenler çok para kazanamıyor. Gerçi kazandığım para bana hayli hayli yetiyordu ama aileme çok yetmedi. Çünkü ben küçükken bir yaramazlık anında babamın bana kızmasından korktuğum için ona “Büyüyünce size ev alacam,” diye söz vermiştim. O yıldan sonra her yıl bunu bana hatırlattı babam. Üniversiteden mezun olunca bu hatırlatmalar sıklaştı. Ben de oturup bu evi kaç senede alacağımı hesapladım. Çıkan sonuç 13 yıldı. Çok uzun bir süre bu. Baktım ki akademisyenlikle bu iş çok uzayacak. Görevimden istifa ederek, iş aramaya başladım ve aradığım işi Batı Afrika’da Kamerun’da buldum. Üç sene boyunca aralıksız orada çalışarak sözümü tuttum ve o evi aldım. Sonra bağımsızlığımı ilan ederek Türkiye’ye dönüş yaptım. Artık inşaat mühendisliği yapmıyorum. Türkiye’ye döndüğümden beri senaristlik ve oyunculuk yapıyorum. Şu ana kadar Duvarlar isimli bir tiyatro oyunu yazdım. Ayrıca Çalgı Çengi İkimiz filminde hiç unutamayacağım bir oyunculuk deneyimi yaşadım. Onun dışında Selçuk Aydemir’in 2 Mart’ta vizyona girecek olan Ailecek Şaşkınız filminin senaryosunda çalıştım, ayrıca o filmde oynadım. Bunlara ek olarak BKM Mutfak’da sergilediğim ‘Neyim Normal ki?’ adlı bir gösterim var. Belirli aralıklarla orada stand up gösterisi yapıyorum.
Geçmişinize baktığımızda ODTÜ İnşaat Mühendisliği bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimi aldığınızı görüyoruz. Peki yazma fikri ne zaman, nasıl ortaya çıktı? Daha doğrusu böyle keyifli bir hikayeniz varken neden bu kadar beklediniz?
Köyden Malatya’ya taşındığımız zaman insanlarla iletişim kurmakta çok zorlandım. Çok bozuk bir Türkçem vardı ve ben ne zaman konuşmaya başlasam çevremdekiler çok gülüyordu. Gülmekte haklılardı çünkü kendimi ifade ederken kafam çok karışıyordu. Bu durumdan dolayı baya içime kapandım ben. O sıralarda Arı Maya diye bir kitap vardı. Öğretmenimiz o kitabı bize okuyup duruyordu. Kitap bitince Türkçe öğretmenimiz bizden bir hikâye yazmamızı istedi. Ben Arı Maya- Malatyalılara karşı diye bir hikâye yazmıştım. O hikâye sınıfta okununca insanlar çok eğlendiler. Orada karar verdim aslında, madem konuşarak sosyalleşemiyordum, yazarak yapacaktım bu işi. Okuldan eve geldiğim zaman ertesi gün yapılacak derslere göre planlama yapar ve ne söyleyeceğimi yazardım. Sonra onları ezberler ve onun dışında başka hiçbir şey söylemezdim. Öyle öyle her gün yazmaya başladım. Bu romanın ortaya çıkışı ise Afrika’da mühendislik yaptığım yıllara denk geliyor. Afrika’ya çalışmaya gittiğim bölgenin resmî dili Fransızca idi. Ben ise tek bir kelime dahi Fransızca bilmiyordum. Baktım ki insanlarla iletişim kuramıyorum, o zaman oturup eğleneceğim bir şey yapayım derken bir baktım kitap yazmışım. Ben bu kitabı üç sene önce Kamerun’un kuzeyinde uçsuz bucaksız bir ormanda yaşarken yazdım. Sadece yakın arkadaşlarıma gönderdim okusunlar diye. İstanbul’a döndükten sonra Küsurat Yayınları ile tanıştım ve sonra kitabı yayımlama fikri ortaya çıktı. Ben her şeyin bir zamanı olduğunu düşünen bir insanım. Bekleme kısmına inanmam pek fazla. Eğer bir şey olmadıysa zamanı değildir der işime gücüme bakarım. Üç sene önce kitabı yazmam onun basılması gerektiği anlamına gelmiyor tabii ki. Zaten ilk yazdığım hali de bu değil. Kitabı bu haline getirmek için bir sürü şey öğrenmem gerekiyormuş. O kitabın basılması için hocam kabul ettiğim Selçuk Aydemir ile tanışmam ve ondan bir sürü şey öğrenmem, sonra Burak Aksak’ın yayınevi kurması, editörüm Büşra Hacısalihoğlu’nun beni cesaretlendirmesi gerekiyormuş.
Malatyalısınız, ilk çocukluğunuzdan üniversite yıllarınıza kadarki yaşamınız burada geçti. Hikayeniz de yine Malatya’da geçiyor. Ana karakterinizin adı Erdal. Hemen herkes yazdıklarına kendinden izler bırakır. Romanınızda sizin çocukluğunuzdan ne kadar izler var? Erdal tamamen gerçek ise diğer karakterler de gerçek kişiler mi?
Kitapta bahsedilen karakterlerin yüzde doksanı gerçek kişiler ve yaşanılan olayların çoğu gerçek olaylar. Sadece birkaç karakterin ismini değiştirdim, mesela Mesut. Aslında Mesut, benim çok sevdiğim başka bir kuzenimin adı. Onun dışındaki isimler birebir aynı yazıldı. Zaten kitap çıkmadan önce arayıp izin aldım herkesten. Gerçi Nasır Dayım en başta şüphelendi “Erdal sana pek güven olmaz,” diyerek ama bizim köydeki araziden bir dönüm verince ona verince ikna ettim. Çünkü çok istedim onun isminin kitapta olmasını. Bence ucuza gitti, dört dönüme kadar verebilirdim.
Erdal karakterini okurken, kendi çocukluğum gözümde canlanıyor. Olay Doğanşehir’de geçse de, okurken benim hayallerim hikayeyi kendi çocukluğumun geçtiği köye, sokaklara taşıyor. Sanki Erdal’ı, Ufuk’u, Mesut’u, Sarı Mehmet’i ya da Muhtar Emin’i tanıyorum hissine kapılıyor insan. Bunun için çok beklemem de gerekmiyor. Kitabın yazarı olarak sen bunu nasıl yorumluyorsun?
Çünkü hepimiz aynı topraklardan besleniyoruz. Anadolu denilen yer sadece Türkiye’nin doğusunda bulunan bir toprak parçası değil ki. İzmir’in herhangi bir ilçesi de Anadolu, Malatya’nın Doğanşehir ilçesi de. Hepimizin kökü bu topraklarda ve hepimiz bu topraklardan yeşeriyoruz. Ben de bunu yeni fark ediyorum aslında. Kitabı okuyan biri sosyal medyadan bana mesaj yazmış “Ben İzmirliyim, kitabı okuyunca çocukluğum aklıma geldi,” diye. Çok şaşırdım, sonuçta orası İzmir, nasıl aynı çocukluğu yaşamış olabiliriz diye sordum kendime. Cevabı aslında çok basitmiş, öyle bir ağ var ki bu toprakları sarıp sarmalayan, ne kadar farklı olursa olsun herkes bir yerde kesişiyormuş. Ee durum böyle olunca romandaki her karakter bir şekilde bizim hayatımıza dokunmuş başka birisine benzeyebiliyor.
Erdal aslında çok güçlü görünmeye çalışıyor, zayıflıklarını görmezden geliyor. Her çocuğun yaptığı gibi bazen fark etmeden etrafındakileri eziyor aslında. En çok da Ufuk’u… Diğer yandan Ufuk ve Mesut’un da ondan pek aşağı kalır yanı yok arka planda. Yazarının gözünden Erdal nasıl bir çocuk? Bize biraz karakterlerden bahsedebilir misin?
Erdal’ın tek amacı var; saygı kazanmak. Saygı kazanmayı da kendini daha fazla sevdirmek için istiyor. Bu uğurda elinden gelen ne varsa yapmaya hazır. Gözüne muhtarlık makamını kestirmiş. Neden muhtarlık makamı diye soracak olursanız cevabı çok belli; o sıralarda köyün en çok sevilen adamı köyün muhtarı. Biliyor ki oraya vardığında artık tüm köylü onu çok sevecek. Sonuçta sekiz yaşında bir çocuk o, tek ihtiyacı olan şey sevilmek. Mesut’un da tek derdi bu, ne şekilde olursa olsun köyün en sevilen insanı olmak istiyor. Sadece Mesut’un yöntemleri farklı. Ufuk zaten fiziksel özellikleri sayesinde her gittiği yerde sevilen bir çocuk. Bu sebepten ötürü Erdal ile Mesut arasındaki savaşı çok önemsemiyor. Ufuk deyimi yerindeyse ekmeğinin derdinde. Şeker veren kim varsa onun yanında.
Kitaba başlarken genellikle önsöz okumak gibi bir alışkanlığım olmasa da Selçuk Aydemir’in yazdıklarını okudum. Önce güldüm, sonra yazdıklarına hak verdim. Peki siz önsöz okur musunuz?
Bir kitabı elime aldığımda ilk yaptığım şeydir önsözü okumak. Çünkü kitabın önsözüdür ama en son yazılır. Hep garip gelmiştir bu durum bana. Aylarca uğraşılıp bir kitap çıkartırsınız her şey biter sonra önsözü yazmaya koyulursunuz. Kısıtlı sayfada anlatmanız gerekir bazı şeyleri. İnanılmaz bir duygu yüklemesi vardır o anda. İşte tam o anda neler yazıldığını çok merak ederim.
Yaptığımız Çocukluk’u okurken her kesimden okurun kolayca anlayabileceği bir dil kullanmışsınız. Okuyucunun hızı kesilmiyor. Bunu özellikle mi tercih ettiniz, yoksa konu bunu mu gerektiriyordu?
Yani bu tercihe bağlı bir şey mi, hiçbir fikrim yok. Ben başka türlü nasıl yazılır bilmiyorum açıkçası.
Romanınızın bölümlerini okurken baktığımda aslında her bölümden farklı bir öykü çıkarabilirmişsiniz gibi geliyor. Öykü yazmak gibi bir planınız var mı?
Yazdığım bir sürü öyküm var aslında. Bazılarını stand up gösterimde kullanıyorum zaten. Bazılarını henüz kimseye okutmadım. Zamanı gelince belki öykü kitabı çıkartırım, neden olmasın.
Romanınızda sürekli bir mizah var, bu da okurken bizi eğlendiriyor. Diğer yandan arka planda Türkiye’nin gerçekleri de var. Mesela köy öğretmenleri ve köy okulları, büyük şehirlerin dışında kalan insanların hayatlarının zorlukları gibi. Hikaye 90’lı yıllarda geçse de Anadolu’da bir şeylerin değişimi her zaman, zaman alıyor. Siz günümüzde bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Artık eskisi gibi değil galiba. En azından Malatya için bunu söyleyebiliyorum. Çünkü İnternet denen bir şey var. Ben mesela şehre ilk geldiğimde her gördüğüm yeni şeyde acayip şaşırıyordum ama şimdi öyle değil. İnternet sayesinde herkes her şeyi bilebiliyor. Bir de köy okulları artık çok fazla yok çünkü insanların imkânları daha fazla.
Kitabın ilerleyişi bir çocuğun gelişimi gibi. Erdal sürekli hayatı öğreniyor, sonunda ise ehlileşiyor. Bu senin planın doğrultusunda mı oldu yoksa yazarken, hikayen ilerledikçe gelişen bir durum mu?
İkisi de. Zaten olayların çoğu gerçek olduğu için Erdal’ın hikâyesinin nerden başlayacağı ve nerede biteceği belliydi. Sadece yazım esnasında hayır bu kısım böyle olmamalı, şöyle olmalı dediğim yerler oldu. Çünkü bütün olaylar keyifli bitmemişti, ve ben o olayların da keyifli bir şekilde bitmesini istedim.
Kimiler yazmadan önce planını yapar, kimileri ise doğaçlama ilerler, akışına bırakır. Kimi yazarlar oturur ve yazar, kimi yazarlar ise yazmak için doğru ortamın, havanın oluşmasını beklerler. Sen nasıl yazıyorsun? Yazmaya başlamadan önce neler yaparsın, nasıl başlarsın? Nelerden ilham alırsın?
Nelerden ilham alırsın sorusuna vereceğim tek cevap çay. Bana çay verin yedi yirmi dört oturup yazayım. Çaydan ilham alıyorum galiba ben. Yazmadan önce herhangi bir ortam aramam ya da şu an yazacak durumda değilim dediğim hiç olmamıştır. Haddimi bilerek söylüyorum, ben çok büyük anlamlar yüklemiyorum yazar olma durumuna. Bana göre dünyadaki birçok meslekten bir tanesi de yazarlık. Nasıl ki tarlada ki çiftçi şu an buğday biçecek bir havada değilim, o havam olursa biçerim demiyorsa ben de demiyorum. Siz hiç “İlham gelmedi bana,” diyerek hasta bakmayan bir doktor gördünüz mü? Tabii bazen yazarken hiç hoşuma gitmeyen şeyler de çıkıyor ama o hoşuma gitmeyen şeylerden bile bir sürü şey öğreniyorum. Elbette yazmadan önce ne yazacağımla ilgili bazı planlarım var ama akışına bıraktığımda güzel şeyler çıkacağını hissediyorsam o planlara bağlı kalmadan ilerliyorum.
Yazarlık yolunda ilerlemek isteyen pek çok insan var ve hepsi ilk kitabının raflarda okuyucularla buluşacağı günü hayal ediyor. Sen kitabını kitabevlerinde gördüğünde neler hissettin?
O hissiyat biraz değişik oldu bende. Kitap çıktıktan sonra Acıbadem’de bir kitapçıya gittim ve kitabımı aramaya başladım. Rahat yarım saat aradım ama bulamadım. Sonra görevli arkadaşa sordum Yaptığımız Çocukluk kitabı var mı diye. Bilgisayardan kontrol etti ve yok dedi. Oysa o kitapçıda olduğunu biliyorum, çünkü bir gün önce arkadaşım oradan almıştı kitabı. Ben tekrar kontrol edilmesi konusunda ısrarcı olunca, benimle ilgilenen arkadaş başka arkadaşını çağırdı. Sonra onunla da anlaşamayınca başka bir arkadaş daha geldi, sonra başkası, diğeri derken biz altı kişi benim kitabı arıyoruz. İnsanlar sinirlendiler tabii, onlar sinirlenince ben de gerildim. Bir süre sonra o kitabevinin müdürü olan kişi elinde bir koli kitapla koşarak geldi ve “Gelmiş ama depodaymış,” dedi. Neden bu kadar ısrarla bu kitabı istediğimi sorduklarında utanıp benim kitabım diyemedim. Sadece bir arkadaşım yazmış diyebildim. Madem o kadar insan yoruldu, herkese bir kitap alarak teşekkür etmek istedim ve kitabımdan 6 tane aldım. Tam kasada kitapların parasını verirken cüzdanımın üzerimde olmadığını fark ettim. Yani kitabı ilk gördüğümde gerginlik sinir, utanma, mahcubiyet gibi birçok duyguyu aynı anda yaşadım. Gururlanma kısmı hiç nasip olmadı.
Peki okuyuculardan nasıl tepkiler aldın?
Hep olumlu yorumlar aldım. Kitabı çok sevdiklerini, ve komik bulduklarını söylediler genelde. Onun dışında hemen hemen herkes şu anda o köyde yaşayanların olup olmadığını sordular. En çok Ufuk ve Mesut’un şu anda neler yaptıklarını ve aramızın nasıl olduğu ile ilgili sorular geldi bana.
Ben kitabınızı sevdim, muhtemelen okuyan pek çok insan da yeni bir kitap yazmanızı bekliyordur. Yakın bir gelecekte yeni bir Erdal Şahin kitabı okuyabilecek miyiz?
İkinci kitap ile ilgili bazı fikirler var kafamda. Hatta on sayfalık kısmını hali hazırda yazdım. Fakat biraz beklemek lazım. Öncelikle ilk kitap yeterince insanlara ulaşmalı. Sonrasında eğer zamanı geldiyse ben de çok mutlu olurum.
Birkaç klasik soruyla bitirelim isterseniz. En çok hangi yazarları okuyorsunuz, ne okuyorsunuz, kimlerden etkileniyorsunuz?
Şu anda dünya klasiklerini okuyorum. İlk okuduğumdan bu yana baya zaman geçti, tekrar okumanın faydalı olacağını düşünüyorum. Ayrıca Yaşar Kemal’in tüm kitaplarını okumuşumdur. Amin Maalouf’un kitaplarına bayılıyorum. Çok satanlar listesinde olan kitapları mümkün olduğunca kaçırmamaya çalışıyorum. Beni en çok etkileyen yazarlar Selçuk Aydemir, Yaşar Kemal ve Amin Maalouf.
Edebiyatımız hakkında neler düşünüyorsunuz. Bu topraklardan yetişen yazarları ne kadar başarılı buluyorsunuz?
Bence herkes kendi çapında çok başarılı olsa gerek. Sonuçta kitap okuma oranlarının çok az olduğu bir ülkede kitap yazıyorlar. Bu bile başlı başına bir başarı.
Dada Kitap okuyucularınıza söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Yazılan bir sürü kitap anlatılan onca hikâye varken kendilerini bunlardan mahrum bırakmasınlar ve en önemlisi her daim kendilerine iyi baksınlar. Çünkü onlar iyi oldukları sürece kitaplar yazılacak, bir sürü hikâye yerini bulacak.