Son kitabı Modern Meram ile ‘büyük’ romanlara eğilen Ersan Üldes ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Merhaba Ersan Bey, böyle bir çalışma yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
Modernist romanlara hep ilgi duydum. Onların uzun yıllar düşünülmüş ve fazlaca emek verilmiş yapıtlar olmasını, roman sanatına verilen bir değer olarak gördüm. Ancak aynı zamanda bu değerin doğru değerlendirilmediği, aşkınlaştırıldığı ve imgelerin gölgesinde heba edildiği yönünde bazı düşünce ve izlenimlere de sahiptim. Modern Meram, işte bu düşünce ve izlenimlerin derinleşmesinden doğdu, diyebilirim. Çalışma, uzun yıllara yayıldı tabii. Söz konusu romanları yeniden okumak ve onlar üstüne yazılmış kuramsal incelemelere dalmak işin en zevkli kısmıydı. Sonrası biraz sancılı ve yorucu oldu. Fakat yine de pişman değilim. Sonuçtan memnunum.
Sizce ‘büyük roman’ nedir? Bize tarif edebilir misiniz?
Aslında çok tercih ettiğim bir tabir değil. Sıfatı özellikle tırnak içinde kullanmamın sebebi de bu. Postmodernist teorinin, kendini modernizm karşıtlığı üzerinden tanımlarken sık sık başvurduğu bir argüman var: “Büyük anlatı.” Bu tabir, özellikle Lyotard ile birlikte, postmodern teoride vazgeçilmez bir dayanak olarak yerini alır ve modernist metinleri olumsuz bakışla yargılamaya yarar. İlk planda bu bakış çerçevesinde, bir başka deyişle postmodernin objektifinden bakarak ve bu çalışma özelinde “büyük” sıfatını kullandım. Ama çoğunlukla biz, aynı zamanda “iyi” olduğunu düşündüğümüz, klasik olmuş, tarihe kalmış kitapları da bu sıfatla niteleriz. Bir üçüncü “büyük” de, biraz tuhaf bir kullanım olmakla birlikte, fiziksel/hacimsel olarak büyük, yani çok sayfalı kitaplar için söylenegelen şekilsel tanımlamadır. Bu üç kullanım, elbette birbirinden çok farklı, fakat ilginç olan şu ki, modernist romanların neredeyse tamamı her üç anlamda da büyük (hem postmodern bakışla makro hem iyi hem de hacimsel olarak dev gibi) kitaplar kategorisinde değerlendirilebilir eserler; o yüzden, Kayıp Zamanın İzinde, Ulysses, Şato, Mrs. Dalloway, Ses ve Öfke, Niteliksiz Adam, Vergilius’un Ölümü gibi modernist romanları tanımlarken, topluca “büyük” sıfatını kullanmakta sakınca görmedim. Değişen koşullarla birlikte, yalnızca “iyi” dediğimiz “büyük” kitapların belirlenmesinde bir kriter değişikliği olabilir. Çünkü modernist romanlar, postmodern teori için, olumsuz anlamda da olsa, her zaman “büyük” kitaplar olarak kalacaklar.
‘Büyük romanları’ okumak zor mudur? Sıradan bir okur, büyük romanlardan uzak mı durmalı?
Evet, bunlar genelde “zor” görülen ve korkulan romanlar. Şüphe yok ki bu romanlar okurdan biraz çaba istiyor. Ama ben yıkılmayacak denli güçlü bir korku duvarının varlığına inanmıyorum. Biraz çaba isteyen metinlere karşı, sıradan okur her zaman, Musil’in tabiriyle “güvenmediği bir ameliyata girmiş” gibi hisseder, bu doğaldır. Okurları ameliyata ikna etmek için bu kitabı yazdım ama bu romanların kolay olduğunu da iddia etmiyorum. Sadece, emek veren sonucunu alacaktır, diyorum. Biraz çaba harcayan için çok eğlenceli romanlar olduğunu, yer yer örnekler vererek ispatlamaya çalıştım.
Klasikler ile çağdaşlar arasına sıkışan okurlara, bir başka okur olarak, bir tavsiyeniz var mı?
Böyle bir sıkışma söz konusuysa ben bunu biraz edebiyat dışı bir durum olarak görürüm. Çünkü tarih kronolojiden bağımsız yazılamaz ama roman tarihi, tarihi esir eden bu kronolojiye o denli mecbur değildir. Mesela tipik bir on dokuzuncu yüzyıl yazarı olarak Dickens’ı ele alalım. Bazı açılardan kendi dönemi adına bile çağının gerisinde kalan bir yazardır. Bugün Dickens’ın hikayeleme tarzının dahi gerisinde anlatımlarla roman kotaranları, salt bugün yazdılar diye çağdaş yazarlar olarak karşılayabilir miyiz? Bu yüzden ben, özellikle roman sanatı söz konusuysa, klasik ve çağdaş gibi ayrımları çok yerinde bulmuyorum. Romanın kendine özel bir tarihi var, daha önce bahsettiğim kronolojiyi bazen gereksiz kılan… Cervantes, Diderot, Gogol ve Kafka mesela, dört ayrı yüzyıldan dört ayrı insan; üstelik ayrı milletlerden… Dördü de günümüzün pek çok yazarından, romansal anlamda daha çağdaş yazarlar. Bu anlamda, eğer mutlaka bir öneride bulunmam gerekirse, anlatılan hikayelerin ardına takılıp kendinden geçmeyi tercih eden saf okurlara değil de roman sanatını mesele edinen, incelikleri üzerine kafa yoran, mizahından etkilenen okurlara ancak şunu söyleyebilirim: Bir disiplin olarak roman sanatı ortada; kimin klasik, kimin çağdaş olduğunu kendiniz belirleyin…
Pek çok okurda, “İyi bir okur mutlaka klasikleri okumalıdır” gibi bir düşünce var. Peki size göre iyi okur klasikleri okumalı mıdır? Klasiklerden uzak duran ya da bir kısmından uzak duran iyi okur olamaz mı? İyi bir okur olmanın ölçütü nedir?
Bunları örnekler üzerinden konuşmalıyız. Daha önce de belirttiğim gibi, sizin övgüyle yaklaştığınız klasik bir eseri, başka bir okur, okumaya bile gerek görmeyebilir. İyi okuru belirlemek için ortaya net bir ölçüt koyamasam da şunu söyleyebilirim; günümüzde roman okumakla film izlemek arasındaki farkı bilendir iyi okur.
Her dönemden kitaplar okuyoruz ancak çağdaşımız romanları ‘büyük’ler kategorisine koyamıyoruz. Aslında bugün de çok değerli metinler kaleme alınıyor. Okur neden yeni metinlere mesafeli?
Genelde duyduğumuz şikâyet şöyle: “Eskisi gibi iyi romanlar yazılmıyor artık.” “İyi” romanlar yazılıyor, merak etmeyin. En azından ben karşılaşıyor, okuyorum. Ama bunlar “eskisi gibi” değil. Eskisi gibi olursa zaten “iyi” olmaz. Genel olarak okurların alıştıkları yapılarda olmayabilirler ama Türkiye’de de dünyada da çok iyi romanlar yazılıyor. Ama yine Musil’in aynı tabiriyle söylersek, okurlar bu romanlarla karşılaştıklarında “güvenmedikleri bir ameliyata girmiş gibi” hissediyorlar. Bunun sebebi yine kısırlık. Tabii sonra da tembellik. Genel olarak okurlar, onları yoracak, dolayısıyla onları şüpheye düşürecek, güvenlerini kıracak ve eksik hissettirecek metinlerden kaçmayı tercih ediyorlar. Çünkü güven eksikliği çağımızda bir hastalık olarak görülüyor. Mantığı, kişiyi geliştirmemek üzerine kurulu kişisel gelişim kitaplarının, aynı mantıkla yazılmış ıslah ve aşk romanlarının yoğun ilgi görmesi de bu yüzden. Sonuç olarak, iyi romanlar var. Göz önünde değiller, evet, çünkü pazarlamaya hiç yatkın değiller. Göçmen sorunlarını, azınlık meselelerini ya da cinsel kimlikleri kolay pazarlanır formda konu etmemiş ve gerçek hayat ya da tarihi gerçeklik gibi bir iddiası olmayan romanların, işi gerçekten çok zor. Ama görenler görüyor.
Bugün bir yazar olarak anılmanın kriterleri sadece iyi yazmaktan geçmiyor. Maalesef sosyal medyadaki takipçi sayısı da bir metnin kitaplaşmasını etkiliyor. Peki bu durum sizce edebiyatı değersizleştiriyor mu?
Bence edebiyatı değil, daha çok sosyal medyayı değersizleştiriyor. Ama bu sayı meselesi, yeni bir mesele değil. Takipçi sayısı ya da satış sayısı; bunlar çok ayrı düşünülebilecek şeyler değil. Yayınevlerinin ticari tavrını doğal olarak yadırgıyoruz, fakat onların savunması da belli; ayakta kalmak için mecburuz. Ben bu meselelere çok fazla takılmamayı tercih ediyorum. Ayrıca tutucu değilim, sosyal medyayı edebi bir mecra olarak görmekte bir sakınca görmüyorum. Kitapları çok sattığı için yazarlığı onanmış ucuz polisiye yazarımızı yazar sayıyoruz da takipçisi çok diye kitabı basılmış bir sosyal medya fenomenini niye yazar olarak görmüyoruz? Benim için hiçbir bir farkları yok.