Röportaj: Hakan Özbek
Twitter: @gormoti
Fırat Devecioğlu yakın zamanda “Yüzleşme” kitabı ile okurlarıyla buluştu. Aslında Mona Kitap’tan çıkan bu kitap “Kişisel Gelişim” kategorisinde gösterilse de ben bu kitabı oraya koyamadım. “Yüzleşme”, Devecioğlu’nun “modern insan”a bakışını anlatıyor. Hepimizin içinde bulunduğu sistemi eleştiriyor, çözüm arıyor. Kitabında sürekli kariyerini geliştirmeye çalışan, “Sevdiğin işi yap” sözü üzerinde sömürülen, mutlu olmak için saçma harcamalar yapmaya itilen ve basit bir hayat yaşamak yerine kendi hayatını zorlaştıran “beyaz yakalılara” sesleniyor. Mutlaka kendinizden bir şeyler bulacağınızı düşündüğüm bu kitabı görmezden gelmemenizi tavsiye ederken, sizleri Fırat Devecioğlu ile baş başa bırakıyorum…
Öncelikle bize vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum. “Yüzleşme”yi okumak sistemin bir parçası olan herkesin canını acıtıyor. Eleştiriye pek tahammülün olmadığı bu günlerde insanlara “Siz bir yerlerde yanlış yapıyorsunuz” demek cesaret işi aslında. Gerçi kitabınızda bu konuya değindiniz ancak, iyi bir kariyer elde etmiş bir birey olarak neden “Bu konuda bir şeyler söylemeliyim” diye düşündünüz?
Anlaşılan insan, yaşamın lüzumsuz yüklerinden sıyrılır. Kimi dövme yaptırarak, kimi başarılı işlere imza atarak, kimi konuşarak, kimi bekleyerek anlaşılmak ister. Benim için ise yazmak, kendimi en iyi ifade etme yöntemi. Gördüğümüz her şey düşüncedir. Güçlü ifade edilmiş sarsıcı düşüncenin gücüne inanıyorum.
Bir şeyler söylemek istedim çünkü mutsuzluğun kökenlerine dair bulduğum düşüncelerden aldığım tek bir nefes, beni kıyıya çıkardı. İyi yürekli insanlarla orada, düşüncede buluşmak istedim.
Çağımızda bir şeylere sahip olsak da çoğu zaman ‘iç sıkıntısından’ kurtulamıyoruz. İnsanlık pratik yaşama dair pek çok şeyi çözse de, mutsuzluğun nefesi halen ensemizde. Bu durum ticari bir alana dönüştürülüyor. Etrafımız mutluluk tacirleri ile dolu. Boş vaatlerle eğitimini, kitabını, atölyesini size satmaya çalışıyorlar. Gözleri cüzdanınızda. Bir şeylere sahip olarak mutlu olacağını düşünen çağımız insanı bu reçetelere sarılıyor. Oysa insanın kendini iyi hissedebilmesi, çok yönlü sosyal nedenlerle, çözmesi gereken kişisel düğümleriyle ilişkili. Çok daha derinlikli bir konu. İşin toplumsal tarafıyla, önümüze serili yaşam formuyla yakından ilgisi var. Bulduğum güçlü cevaplar, kişisel gelişim kitaplarındaki önerilerle elde edilemeyecek kadar derinlikli ve çok yönlüydü. Bir hazine bulduğuma inandım ve anlamsızlıktan müzdarip diğer insanlarla keşfettiklerimi paylaşmak istedim.
Çünkü ancak değerli olduğunu düşündüğü şeyleri yapan biri mutlu olabiliyor. Bir ömür yapmaktan pişman olmayacağınız tek şey, hayatta yapmaya değerli bulduğunuz şeyin peşinden gitmektir. Bu nedenle ‘Bir şeyler söylemeliyim’ diye düşündüm.
Bireyler genellikle iş yaşamına atılmasının ardından gerçekle yüzleşmeye başlıyor. Öncesinde sizin de dediğiniz gibi hayatın keyifli yönünü görüyorlar çoğunlukla. Peki size göre insanlar ne için mücadele ediyor?
Mücadelenin niteliği önemli, kendini aşarak doğaya, insanlara bir katkı sunma peşinde olmak yaşamı anlamlı kılar. Aksi halde sürekli mücadele eğilimindeki insan beni kuşkulandırır. Çünkü kimi insanın mücadelesi dışarıda gibi gözükse de içeridedir. Dışarı hırs, kazanım arzusu, güçlü olma tutkusu olarak yansır. Dünyamızın kendi kavgasını verenlere değil, gerçekten onu sevenlere ihtiyacı var.
Henüz kendini tanımayan insan, sahip olmadığını hissettiği her şey için, önüne konan herhangi bir yerde mücadeleye sorgusuzca atılabilir. ‘Kim için ne için?’ diye sormaya gerek duymaz, boşluklarının peşindedir.
Kendisiyle mücadele eden biri, Dünya’ya fırlatılmış gibi etrafta dolaşır, nedenini bilmeden gördüğü ilk kalabalık kuyruğa girer. Zengin bir ailenin çocuğu cemiyet hayatında, memur bir aileden gelen hırslı biri kariyer basamaklarında, etrafında siyaset konuşulan başka biri, o bölgede etkili olan bir partinin ilçe temsilciğinde türlü türlü mücadelelere girebilir. Zengin, kariyer mücadelesine, kariyer derdi olan siyasete, siyasetle uğraşan cemiyet hayatına burun kıvırsa da aynı şeyin kavgasını verirler; başkalarının hikayelerinde kendini tamamlama ihtiyacı…
Ne istediğini bilmeyen insan, önüne konan hazır alanda kavgaya tutuşur. Zengin çocuk, yeni partide ev sahibi olmayı, memur aileden gelen daha fazla departmanın müdürlüğünü, siyasetçi ilçe meclis üyeliğini gözüne kestirir.
Hırslı insanların hayatı, gerçek anlamda değer vermedikleri insanların takdirini kazanmanın peşinde sürünmekle geçer.
Siz “Yüzleşme”de ne için yaşadığımızı sorguluyorsunuz. İnsan kaynakları eğitiminde ise insanlara “kendini gerçekleştirebilmek” konusunda sözler söyleniyor. Fakat kendini gerçekleştirmek noktasında insanlar genellikle başkalarına hoş görünecek şeyleri yapmayı tercih ediyor. Sizce insan bu noktada nasıl hareket etmeli? Kendini gerçekleştirmenin yolu nedir? Nerede yanlış yapıyoruz?
Başkalarına hoş görünme çabası, gerçekte, kişinin diğerlerinden farklı olduğunu ispatlama arzusundan kaynaklanabilir. Pek çok insan, aynı sosyal sınıfta yer aldığı diğer insanlara, onlardan ne kadar farklı olduğunu, sahip oldukları ile göstermeye çalışır. Daha iyi bir eve, arabaya, işe, mutlu görünen yuvaya sahip olduğunu duyurma çabasını, kendini gerçekleştirmenin yolu sanar. Yüzleşemediği boşlukları onu yönetmektedir.
Yanlışı, hedeflerle yaşamanın önemine fazlasıyla inanarak yapıyoruz. İnsanın kendine hedefler koyması, kendine karşı duvar örmesidir. Bu nedenle kendini gerçekleştiremez. ‘Bir şey olmak’ peşinde koşmak, bir süre sonra ‘mış gibi’ davranmayı getirir. Oysa olmak değil, oluşmak hayata anlam katar. Çoğu eğitimli insan, karton hedeflerinin peşinde gün boyunca sıkılır, zamanın geçmesini bekler, geçen zamana sevinir hale gelir. Ama sorsanız, hayatta pek çok hedefi vardır. Tek yaşayamadığı ise kendisidir.
Oysa insanın kendini gerçekleştirebilmesi için hedefe ihtiyacı yoktur. Kendimize koyabileceğimiz tek hedef, kendimizi, olduğumuz gibi yaşayabilmektir. Başkalarının gözünde nasıl görüneceğimizin kaygısını taşımadan, maskesiz, rol yapmaya ihtiyaç duymadan… İnsan ancak kendisini olduğu gibi yaşayarak kendini gerçekleştirebilir.
Kendi değerini başkasında aramaktan vazgeçmeyen kendini yaşayamaz, her defasında aynı hiçliğin içine uyanır. Kısacası kendimizi hangi oranda kabul ediyorsak o oranda mutluyuz.
Toplumumuzda çoğu aile çocuklarını sıkı denetim altında yetiştiriyor ve bu bireyler ilerleyen yıllarda kendi kararlarını almakta zorlanıyor. Siz kitabınızda sürekli çevresinden onay alan kişilerin bir gün sahip oldukları şeylerin aslında kendine ait olmadığını göreceğini söylüyorsunuz. Bu sözünüze katılıyorum ancak bu noktada nasıl bir çözüm üretilmesi gerekiyor. Aileye ya da bireye düşen nedir?
Kitapta bahsettiğim onay alma ihtiyacı hisseden kişiler bugünün yetişkinleri. Onlar baş edebilmeyi biliyor ancak çocukluk döneminde sürekli ‘hayatını kurtar, bir şeylere sahip ol, bizi gururlandır, seçilen insan ol, göze gir’ türü bir motivasyonla büyütüldükleri için, onay alma ihtiyacından bir türlü kurtulamıyorlar. Bu sinsi durumu fark edebilmek de bir o kadar zordur. Hak vermek gerekir.
Bu tür bir insan, içine doğduğu sosyal ekonomik sınıfı reddetme eğilimindedir. (Kendini beyaz yakalı olarak tanımlayan ve işçi olduğunu kabul etmeyen çalışanlar gibi) Oysa insanın özgürleşebilmesi için, öncelikle bulunduğu düşünce sınıfını reddetmesi gerekir. Yaşamda ‘onay alma ihtiyacı’ hissederek yaptıklarını sorgulamalı ve onay alma yükünden kendini yavaşça kurtarmalıdır. Böylece geleceğe odaklanabilir.
Farketmenin insana serinlik katan, onu özgürleştiren bir yanı vardır. Ancak geriye dönük kişisel düğümlerini, kendisiyle yüzleşerek çözmeye cesaret eden biri özgürleşebilir. İnsan, hazır olduğunda kendini tanıyabilir ve istediğinde değişebilir. Kendine fırsat verir, tanır, anlamaya çalışır, neyi neden yaptığını çözer ve nihayet ne istediğinden emin olur. Dipsiz boşluktan kurtulur. İnsan kendini anladıkça hayatın en farklı süprizi ile karşılaşır; hayatını belirleyen tüm kararlarını, davranışlarını, düşüncelerini, geriye dönük aynı tutarlılık içinde bir ipe dizilmiş olduğunu görür. Her insan, yaşamı boyunca tutarlıdır. Hayatına benzer insanları seçer, benzer hatalar yapar, ruhunda hep aynı rengin izi vardır. Ancak farkeden değişir.
Çağımızdaki en kıymetli şey, Dünyanın tüm düşünce birikimini, kitapları, kült filmleri, insan doğasına dair düşünceleri elimizin altına bulabilmemizdir. Kendimizi tanıma yolunda sınırsız destek verebilecek eşsiz bir düşünce birikimi yanı başımızdadır. Yine de insan ancak hazır olduğu düşüncelerle karşılaşabilir. Dostoyevski, Carl Gustov Jung, Bertrand Russell, Engin Geçtan burnunuzun ucundan geçer ama göremezsiniz, ta ki onlarla karşılaşmaya hazır olana kadar.
Şu ana kadar yetişkinleri konuştuk. Bugünün çocukları için ise durum farklı. Çocuklar, ileride, bugünün yetişkinleri kadar onay alma ihtiyacı hissetmeyecek belki, ama sorunlarla nasıl baş edebileceklerini öğrenemeden yetişkinliğe adım atacaklar. Bu işin uzmanlarına göre, sorunlarla baş edebilme yeteneğini ancak çocukken kazanabiliyoruz. Az çok imkanı olan bir aile, çocuğunun her istediğini hemen önüne koymaktan keyif alıyor. Çocuklar sorunlarla nasıl baş edebileceklerini öğrenemiyorlar. Kendi yaşayamadığı şeyleri, çocuğuna sunarak yaşamına anlam kattığını sanan ebeveyinler çoğunlukta. Bu durum, bilinçsizlikle beslenen örtük bir bencillik.
Çocuk baş etmekten ziyade, ‘istemeyi’ öğreniyor. Böylece, büyüyerek sahip olacaklarını düşleyen küçük birer kapitalist olarak yetiştiriliyor. Çaba göstermelerine fırsat verilmiyor. Problemle nasıl baş edebileceğini öğrenemeden büyüyen çocuk, yetişkin olduğunda üst üste gelen sorunlar karşısında bocalama ihtimali çok yüksek. Bugün bile, yeni mezunların, problemi gördüğü anda işlerini hızla bırakabildiklerini görüyoruz. Bu rahatlık gibi gözükse de, değil. Sorunla nasıl baş edecebileceğini bilmemekten kaynaklanıyor. Bu durumda, otuzlu yaşlarına kadar aile ekonomisinden pay alarak yaşayanların sayısının artacağını öngörebiliriz. Çocukken baş edebilme yeteneği kazanamayan birey, yetişkin olduğunda yaşam sorumluluğunu alamıyor. Aileye düşen görev, çocuğun bu yeteneğine fırsat bırakmak. İnsanı insan yapan, kıymet bilme, hayal kırıklığı, emek verme gibi duygulardan çocuğu mahrum bırakmamak.
İnsanlar çoğu zaman kendi istedikleri kararları alamıyor. Burada maddi ve manevi nedenlerden bahsetmek mümkün. Zaman zaman aile, arkadaşlar, toplumsal çevre üzerimizde baskı yaratıyor. Diğer yandan bireyin bir işi varsa üzerinde mutlaka bir hedef baskısı oluyor. Bireyler bu hedef baskısında genellikle iş kalitesinden ya da kendinden ödün vermek durumunda kalıyor. Pek çok insan bu sistemin içinden genellikle maddi nedenlerden ötürü çıkamıyor. Peki bu noktada nasıl bir yol izlenmeli?
Çevreden gelen baskı göz ardı edilemez. Ancak kendi yolunda yürümek isteyen ya da üretmek isteyen insan, etraftan gelen ve onu yaşamın kıyılarına sürükleyen düşüncelerle ilgilenmemeyi öğrenmek zorunda… Bir başkası hayatımıza birkaç saniyeliğine bakar, bir şeyler söyleyip geçer. Ancak dakikaları, saatleri, ayları, yılları siz yaşarsınız ve bu kimsenin umurunda olmaz. Kalbiyle sevenler hariç kimse bir diğerini anlattığı kadar umursamaz. Yani ailesi dışında gerçek anlamda kimse bir başkasının dünyasını önemsemez.
Bu farkındalığa sahip olan biri, halen çevre baskılarından sebeple hayatını seçemediğini söylüyorsa burada durup düşünmek gerekir. Çünkü bazı insanlar için, statü ihtiyacı, özgür olma isteğinden daha fazla önemlidir. (Bunu itiraf etmeyip, çevreden müzdarip olduğunu söylese bile) Çoğu insan hayatını seçme özgürlüğünü bir kadına ya da bir erkeğe, çevrenin ondan beklentilerine bilinçli olarak devreder. Şikayet etse de, konfor alanının nimetleri cezbeder. Tüm bunlar insanın kendisine karşı samimiyetsizliğini gösterir.
Maddi nedenlerden ötürü pek çok insanın sistemden çıkamama soruna gelecek olursak…Evet maddi durum bağlayıcı bir nitelikte ne yazık ki. Ancak uzun yıllar geçimini sağlayacak kadar birikimi olan bazı insanların, para ihtiyacı dışında başka şeyler için aynı hırsla sistemde kaldıklarını da görebiliriz. Yıllarca yaşayabileceği parası olmasına rağmen, etrafına, ‘ayakta kalmak için’ çalışması gerektiğini anlatan pek çok insan görebilirsiniz. Bir ya da iki evi olan, işe jeep ile gelen, insan da çalışmak zorunda olduğunu söyleyebilir. Oysa lüksleri, artık birer ihtiyaç olduğu için çalışmak zorundadır. Kimi insan, ihtiyacı olmamasına ve iş hayatında türlü türlü sorunla uğraşmasına rağmen, işten ayrılmayı aklına bile getirmek istemez. Gerçek şu ki, sonrasında ne yapacağını, yaşamını ne ile dolduracağını bilmiyordur. Belki de sadece, kendisiyle baş başa kalma ihtimalinden korkuyordur.
Kişi sadece maddi nedenlerden ötürü sistemde kalıyorsa ve gerçekten sistemden çıkmak için bir yol arıyorsa, çalışma hayatını finansal özgürlüğünü kazanması gereken bir alan olarak görmeli. Birikimini, harcamasını buna göre yapmalı. Sistemin kısırdöngülerine aldanmamalı. Mesela dört duvar için, kazanmadığı parayı bankalardan ödünç alarak, kendini yıllarca çalışmaya bağımlı hale getirmemeli. Bir haftalık her şeyin dahil olduğu tüketme tatilini, on iki ayda ödemeye normal bakmamalı. Ancak çalıştığı yıllarda finansal özgürlüğünü kazanması gereken çoğu insanın, aksine çalışma hayatına finansal açıdan bağımlı hale geldiği görülür. Her sabah erkenden kalkıp işe gitmek için hazırlanan tüketim odaklı kişinin, evden çıkmadan önce gardırobunun kapağını açıp ‘Sizler için işe gidiyorum’ demesi tutarsızlık olmaz. Aynı şey arabanın kaputana da söylenebilir ya da avm vitrinlerine…
Kitabın en etkileyici bölümlerinden biri “Hissetiğimiz Anlamsızlığın Nedeni: Anlamın Eksilmesi”. Burada insanların gerçekten değerli bir şey için mücadele vermemesini eleştiriyorsunuz. Bugün pek çok insan popüler bir telefonun gelecek yıl çıkan modelini alabilmeyi hayal ediyor. Genellikle bunun bir gereklilik olduğu söylense de insanlar bunun gerçekten neden önemli olduğu sorusuna anlamlı bir yanıt veremiyor. Statü sahibiymiş gibi görünmek bizler için bu kadar önemli mi?
Bir tür mutluluk oyunu sahneleniyor. Ancak bir şeylere sahip olarak mutlu olabileceğimize inandırılıyoruz. Bu şirketler için hızla satışa dönüşebilen karlı bir oyun. Mutluluk, nesnelere sahip olarak ulaşabileceğimiz bir hedef olarak konumlandırılıyor. Modern insanın belki de en büyük yanılgısı, kişisel kazanıma dayalı hedeflere ulaşarak hayatına anlam (mutluluk) katabileceğine inanmış olmasıdır.
Bu sürecin arkasında kapitalizm dehası var. Sahip olunmazsa yaşayamayacak gibi hissettiren sanal ihtiyaçlar yaratarak mutluluk oyununu başlatıyor. Statü, mutluluk ya da güçlü görünme arzularını kışkırtan sistem, sürekli sahip olacağı şeyleri düşünen ama sabah kalktığında nereye gittiğini bilmeyen insanı yaratıyor.
Böylece nesne önem kazandıkça anlam değer kaybediyor. Arkası boş olsa bile güçlü, zengin bir ’görüntü’ statü için artık yeterli. İnsanlar, eşyaları kullanıp, insanları seveceğine tersini yapıyor. Günümüzde, bindiğiniz araba kadar sosyal statünüzü belirleyen başka bir şey yok ne yazık ki.
Sorunuzdaki cep telefonu örneği çok isabetli. İki ya da üç aylık kazancı kadar borçlanarak, son model bir telefonu ilk alanlardan biri olmaya çalışan insanları görüyoruz. Statü ihtiyacında en çok tercih edilen ürün cep telefonu çünkü ev ya da arabaya göre çok daha ulaşılabilir fiyata sahip. Asgari ücretlilerin pahalı telefon almalarına burun kıvıranların da, yirmi yıllık geliri kadar borçlanıp ev aldıkları görülüyor. Müteahhitlik mesleğini hakir görüp, popüler bir müteahhitin yaptığı evde oturabilmeyi hayal ediyorlar ve bunun için yıllarca çalışmaya hazırlar.
Değersizlik duyguları taşıyanlar, kendini yeterli hissetmeyenler, sahip olduğu ev, araba, cep telefonu ya da kıyafetlerle bu boşluklarını örtmeye çalışırlar. Durum bu kadar net ve basittir; herkes sahip olmadığının peşine düşer.
Eşyalarla statü kazanma herkes için bu kadar önemli değil elbette…Bir iş insanın akıllı telefon kullanmadığı görülebilir. Volvo’nun tasarım ekibinin başındaki birinin 90 model Volvo kullandığını duyabilirsiniz. Norveç’de uzun yıllardır oturduğu mahalleye, yeni aldığı son model Audi ile gelen birine, komşularının ‘Ne gerek var!’ diye baktıklarına şahit olabilirsiniz.
Günümüzde insanlar bir yandan sosyal medyadan her şeylerini ifşa ederken, diğer yandan kalabalık içinde bir yanlızlık çekiyor. Bir çok kişi ise çevresinden bunalıp kendi isteğiyle yalnızlığı tercih ediyor. Size göre hayal kırıklıklarımızın büyüklüğünü beklentilerimiz mi belirliyor?
Çevremizdeki insanlarla fazlasıyla meşguluz. İş hayatındaki problemli tipler, arkadaşların vefasızlığı, akrabaların iyi gün dostu olması gibi konular elbette can sıkıcı. Ancak bu durum gereğinden fazla zamanımızı alıyor. Bir başkasının olumsuz tutumları karşısında takıntılı olmak, bizi yaşamın kıyılarına sürükler. Kendi yolumuza bakmayı, kendimizi korumayı öğrenmeliyiz. Hayat bu kadar hayal kırıklığı yaşamak için çok kısa…
Doğanın, destek bekleyen insanların, canlıların, yardımsever davranışlara ihtiyacı var. İyi yürekli insanların üzüntüleri ile köşelerine çekilmeleri, hayatı ve kendilerini griye boyar. İyi bir insanın, bir başkasının davranışlarına göre mutsuz olması ve hayal kırıklıkları ile uğraşarak atıl kalması, destek bekleyen doğaya ve insanlara karşı bir tür haksızlığı temsil eder.
Hayatta kaldığımız kısa sürede mutluluğu dış dünyada değerli şeyler yaparak yakalayabiliriz. Bunun için, minik dünyasında küçük hesaplar yapan insanları görmezden gelmeli, daha ulvi amaçlara yönelmeliyiz. Başka türlü hayat, boş konuşmalara sürüklenir, zamanını tüketene kadar orada kalır.
İnternetin nimetleri tartışılmaz ancak internet hızı ile birlikte tahammül etme sürelerimiz düşüyor gibi. Herkes kendini mutlaka beğendirmek için hareket ediyor. Ancak bunu salt şunun için yapıyorum da diyemiyor. Gerçekten kendimizi kusursuz mu görüyoruz yoksa böyle görülmek mi hoşumuza gidiyor?
Kusursuz görünmeyi neden istiyoruz ve bu durum aslında kimin işine yarıyor? Bu soruya vereceğimiz samimi yanıt ile gerçeğe odaklanabiliriz.
Çağımızın en ticari düşüncesi ‘nasıl göründüğümüzdür’ Bu düşünceye göre bizde hep değişmesi gereken bir şeyler vardır! Saçımız, burnumuz, kilomuz, arabamız, kıyafetlerimiz, evimiz vs.. Kendinimizi güzel değil, biraz da çirkin hissetmemiz istenir. Böylece dünyanın bize sunduğu güzellik imkanları ile kendimizi kusursuz yapabiliriz! Önemsiz gibi gözükse de, etrafımıza bir yabancı gibi baktığımızda, bu sinsi ‘kusursuz olma tohumu’ etrafında şekillenen dünyayı farkedebiliriz.
Kendimizi kusursuz görmüyoruz ancak kusursuz olmaya zorlanıyoruz. Böylece kapitalizm kendine yeni pazarlar yaratabiliyor. Her insan, hissettiği eksiklik duygusu karşısında doğru ya da yanlış harekete geçmeye hazırdır. Sistem bir yandan kişiye kendini eksik hissettirir diğer yandan bunu nasıl kapatabileceğinin yollarını işaret eder. Moda bloggerları, süslü kıyafetlerle kendini çeken adamlar, kadınlar, attığı ‘post’ başına para alan ekran yüzleri, bu sahnenin başlıca piyonlarıdır.
Hepimiz üniversite sıralarına gelecekte iyi bir kariyer hedefiyle oturduk. Ancak bir yandan baktığınızda Türkiye’de işsizlik gerçeği var. Yani muhtemelen hayal ettiğiniz işte çalışma şansınız oldukça düşük. Eğer bunu başarırsanız bu kez beklediğiniz çalışma koşulları çoğunlukla hayal olarak kalıyor. Bunların sonuncunda da mutsuz bir genç nüfus ortaya çıkıyor. Sürekli kendine uygun şeyi arayan ancak bulamayan bir topluluk. Peki bunu nasıl çözeceğiz?
Başta şu gerçeği kabul etmemiz gerekir; insanın sevdiği işi yapabilmesi, bulunduğu ekonomik-sosyal sınıfla ilgili bir durumdur. İmkanınız varsa, sevdiğiniz işi yaparsınız ve bu sizin için harika olur. Ancak herkes eşit fırsata sahip değil ne yazık ki… Benzer imkana sahip olmayan, bir işte çalışma zorunda olan birine ‘Sevdiğin işi yap!’ demek, kişinin yaptığı işi değersiz görmesine sebep olur. Zamanla kendini de değersiz hisseder.
Ancak pek çok insan ‘Sevdiğin işi yap!’ baskısı altında. Oysa çalışmak, ücret karşılığı emeğinizi sunduğunuz bir alan. Bahsedildiği gibi ‘sevgi eylemi’ değil.
Gerçeğe odaklanırsak şunu görürüz; temel mesele sevdiğimiz işi yapmaktan ziyade, emeğimizin karşılığını alabilmektir. Çünkü, sevdiği işi yapma imkanı olmayan bir insan, makul mesai saatleri içinde emeğini sunuyor ve hakettiği ücreti alıyorsa, iş dışındaki hayatında sevdiği şeylere yönelebilir. Ailesine zaman ayırabilir, arkadaşlarıyla görüşebilir ya da bir takım hobiler edinebilir. Sevdiğin işi yap baskısı, yapmaktan keyif duyduğumuz şeyleri piyasaya sunma baskısını beraberinde getiriyor. Hobilerinizle artık kendiniz için değil, piyasada bir karşılığı olması için uğraşırsınız. Başarı ölçütünüz hobilerinizden para kazanıp kazanamadığınıza dönüşüyor. Bu düşünce, insanların kendilerini yok yere köşeye sıkıştırdıkları bir alan.
Diğer yandan çalışma hayatının gerçek sorunları, bu tür sinsi tavsiyelerin gölgesinde kalır. Çözüm bekleyen iş piyasası sorunları yerine, kimin hangi işi sevmesi gerektiği konuşuluyor.
Kapitalizm, insanlara ‘mutsuzsan sevdiğin işi yap!’ diyerek, kendi yarattığı gerçek sorunları (ücret, çalışma saatleri, nobran yönetici gibi) konuşulmamasını sağlar. Böylece sosyal sorunlara yönelik kollektif hareket etme yeteneğini törpüler. Sorunlara doğal bir süreç gibi bakarken, insanlar hatayı kendilerinde arar.
‘Sevdiğin işi yapmalısın’ fikri çağımızın en sinsi tuzaklarından biridir. Az çok sevdiği bir şeyin peşinden giden çalışana ‘madem sevdiğin işi yapıyorsun’ diyerek düşük ücret verilir. Çalışma koşulları ağır olan birine ise ‘o zaman sevdiğin işi yap’ denir. İnsanların nasıl mutlu olacaklarını ‘parasızlıkla’ öğrenmeye ihtiyaçları yok! İhtiyaç olan tek şey hak, hukuk gözeten, adil bir çalışma hayatının oluşturulması…
Çalışanlar ‘sevdiğim işleri yapmayılım’ baskısından sıyrılmalı. Bulunduğu ekonomik durum itibariyle sevdiği işi yapamayanlar, hatayı kendilerinde görmemeli. Bu durum sosyal eşitsizlik sorunu. Çalışma hayatına finansal özgürlüğümüzü sağlamamız gereken fonksyonel bir süreç olarak bakmalıyız. Ancak çalışarak finansal özgürlüğünü kazanması gereken çoğu insan, çalışma hayatına finansal açıdan bağımlı hale geliyor.
Devreciliğin hep askerlikte olduğu söylenir ancak aslında normal yaşamımızda da sıkça karşımıza çıkıyor. Sizin bahsettiğiniz orta düzey yöneticiler kendilerini düzenin kırbacı olarak görüyorlar. Kariyerinin başında kendine uygulanan baskıyı fazlasıyla çalışanlara uyguluyorlar. Neredeyse yöneticilerin sessizce sorgulanmadığı, gizli saklı küfredilmediği iş yeri yok diyebiliriz. Bu durumda karşısındakine hoş görünmek kişinin ruhunu incitirken, geri çekilmek ise bu yöneticilere istediğini vermek gibi durmuyor mu?
İş hayatının en büyük problemlerinden biri, sorunlu orta düzey yöneticilerdir. İş hayatında onların elinden çekmemiş bir çalışan bulmak zordur. İşin kalitesi, verimi, bu kibirli insanların yüzünden düşer. Çalışma kültürü zedelenir.
Bu tür problemli yöneticinin en büyük problemi, kendine yabancılaşmış olmasıdır. Çünkü oynadığı role öylesine kendini kaptırır ki maskesi yüzüne yapışır. Kendine yabancı her insan gibi huysuz, öfkeli, takıntılı olur. Artık onu yöneten kazanım arzularıdır. Yaşadığı değersizlik duygularını, güçlü birey kimliğine sarılarak örtmeye çalışır. Bazı insanların ömrü, burnuna sürtülen havucu yakalamaya çalışmakla geçer.
Bu durum karşısında mücadeleden kaçınmamak gerekir. Problemli insanlara ne kadar alan verirseniz o kadar üzerinize giderler. Ancak bu durumun geçici olduğunu ve pek çok çalışanın böylesi törpülenme sürecinden geçtiğini unutmamak gerek. Elbet bir gün gelir ve her şey yoluna girer. Ancak nitelikli insanların oyunda kalması gerekir. ‘Kaçtığım bütün kavgaların yaralarını taşıyorum.’ (Fernardo Pessoa) dememek için…
Şu “Kırsala yerleşme” düşüncesi çok ilginç. Neredeyse hepimizin aklından geçen, geçmese bile mutlaka duyduğumuz bir muhabbet bu. Kırsala yerleşince tüm sorunların biteceğini düşünmek ne kadar doğru?
Bu düşünce beni hem çok yoruyor hem de çok üzüyor.
‘Vazgeç, kırsala yerleş!’ düşüncesi, yabancı dil bilen, farklı memleketleri bilen, sosyal sorunlar karşısında bir katkısı olabilecek nitelikli insanları atalete sürüklüyor. 26 yaşında Android üzerinden bir uygulama yazabilecek potansiyele sahip bir genç, Ayvalık’a taşınmanın ve orada yaşlanmanın hayalini kuruyor. Oysa bu en üretken olduğu dönemde piyasa değeri yüksek bir şirket kurabilir. Hem yaşama dair bir ihtiyacı karşılar hem de kazandıkları ile ulaşabildiği insanlara destek olabilir.
‘Vazgeç’ öğüdünün uyutucu etkisi ile, nitelikli insanların köşelere çekilmesini kapitalizm memnuniyetle izler. Onları bireyselleştirerek, kollektif bir güç olmasına yönelik önlem alır. Haksızlıklara karşı mücadele edebilecek insanların atıl kalmasını isteyen bozuk sistemin kendisidir.
Kırsala yerleşince sorunlar bitmeyecek. Gittiğiniz her yere kendinizi de götürürsünüz. Yaşamda değerli bulduğunuz bir amacınız yoksa, Kaş’daki komşunuzun köpeğini gezdirme şekline bile takılabilirsiniz ya da takıntı yapacak başka bir şeyler bulursunuz.
Kitabınızda ifade ettiğiniz gibi yöneticilerin yönetim tarzları şirketlerin kültürüyle benzerdir. Ülkemizde ise şirket kültürüne sahip olan bir şirket sayısı hayli az. Burada sanırım şirketlerin de bir şeyleri değiştirmesi gerekiyor?
Bu bir tercih. Kurumsal kültürünü evrensel düzeye taşımış pek çok şirketimiz de var, bunun sadece sözde kalmasına seyirci kalan da.
“Slum tourism” denilen uygulama sanırım insanlara şükredin demenin başka bir yolu?
“Slum tourism” yani yoksul mahalle turizmi, ne yazık ki yaygınlaşıyor. Güney Afrika’daki bazı 5 yıldızlı bir oteller, zenginlere, yeni tatil paketi olarak fakir köylerde ‘gerçek varoş’ deneyimi vadediyorlar. Bu fakirlik turları Rotterdam’dan Meksika’ya kadar birçok yerde “poorism” adında yapılıyor. Turistlere yoksul hayatı deneyimleme şansı (!) veriyorlar. Zenginlere bir tür ‘vicdani arınma terapisi’ sunuluyor.
“Slum tourism”, kendi ile yoksulların arasındaki çizginin, hiç değişmeyecek şekilde çizilmiş olmasından duyulan memnuniyetin ya da bir tür kendi sosyal konumuna, sahip olduklarına şükretme aracı olarak kullanılıyor. Bu insanlar, yoksulluğu hayatın doğal bir sonucu olarak görüyor. Çözülmesi gereken, uğruna mücadele edilmesi gereken sosyal bir problem olarak değil. Yoksulluğu, gerçekten bir sorun olarak gören bu kadar zengin insan olsaydı, yoksulluk diye bir şey olur muydu?
Son olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu iyi ya da kötü durum ister istemez bu topraklarda yaşayanları etkiliyor. Etrafımıza baktıkça giderek daha fazla mutsuz insan görmeye başlıyoruz. Giderek garip olaylar yaşanıyor. Tahammülsüzlük artıyor. Bize ne oluyor?
Öncelikle birbirimize iyi bakmamız gerekiyor. Karamsar olmamalı, etrafa umutsuz düşünceler yaymamalıyız. Evet zor zamanlar ancak bir şekilde var olmaya, yaşama katılmaya, yaşam sorumluluğunu almaya devam etmeliyiz. Etraf bu halde diye Vivaldi’nin bir bestesini çalmaya çalışan öğrenci hevesinden vazgeçmemeli, ilk romanını kaleme alan genç karamsarlığa kapılıp kaleminden uzaklaşmamalı, yeni bir şey kurmak üzere bir araya gelmiş insanlar bu hayalinden caymamalılar. Her ne yapabiliyorsak devam etmeliyiz. Yaşam için, çocuklar için, doğa için, dünyayı sevdiğimiz için.