1. Hep Seninle: Sennur’la Konuşmalar (Adnan Özyalçıner / Manos Kitap)
50 Kuşağı öykücülerinden Adnan Özyalçıner hayat arkadaşı Sennur Sezer’le birlikte geçirdiği yılların izini sürüyor “konuşmalar”ında. 49 yılı birlikte geçiren çiftin yaşadıkları, özlemleri, gençlik yılları, flört zamanları, çocukları, edebiyat hayatı ve mücadele tarihi gizli sayfalarda.
Sennur Sezer hayattayken, bir bahar sabahı, yazmaya başladığı satırları şairin hayata veda etmesinden sonra da devam ettirmiş Adnan Özyalçıner. Bazen bir yalnızlık duygusuyla, bazen özlem silsilesiyle, bazen hiç ayrı kalmamışlar gibi.
Çiftin kendi aralarında, sezdirmeden bir defterin gizini paylaştıkları çıkıyor okudukça karşımıza. Birlikte geçirdikleri yıllar boyunca Adnan Özyalçıner’in Sennur Sezer’den sakladığı tek şey belki de bu kitabı oluşturan deftere yazdıkları. Anılara şiirler de eşlik etmiş haliyle.
Veda değil, merhaba niyetine yazmış Sennur’a her satırı Adnan Özylaçıner. Nice ayrıntı ve bitimsiz bir aşk içtenliğiyle usta öykücümüzün kaleminden yaşadığımız çağa bir tanıklık aynı zamanda Sennur’la Konuşmalar.
2. Boşluktakiler (Tom McCarthy / Jaguar Kitap)
“Tom McCarthy’nin yazdıkları arasında en sevdiğim kitaptır bu. Ziyan olmuş koca bir dünyadaki yalnızlığın romanıdır Boşluktakiler.” -Simon Critchley
“İkinci vagona atlayıp doğruca arkaya ilerliyor. Aslında en kötü yer burası, çünkü pasosu artık geçerli değil ve sivil kıyafetli kondüktörler geldikleri zaman tramvayın arkasından önüne doğru hareket ediyorlar. Ama Nick dümen suyunda yolculuğa bayılıyor. Pencerenin önündeki parmaklığa dayanarak rayların tramvayın altından, sanki bunları yerden sürüp toplayan bizzat tramvayın kendisiymiş gibi görünmesini ve tramvay ilerledikçe tepesindeki kutunun, ipleri büken bir örümcek edasıyla telleri döndürerek kendisinde toplamasını seyrediyor böylece: Dünyayı, içinden geçerek oluşturuyor.”
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen ardından dört bir yana savrulan insanlar: Mülteciler, sanat ve mafya işlerine karışmış bohemler, kimliklerini arayan Avrupalı gençler, eksantrik sanatçılar, uzayda asılı kalmış kozmonotlar… Kendi boşluklarında dolaşan tüm bu insanlar Sofya’dan kaçırılarak Prag’a getirilen bir Bizans ikonasının etrafında –bilerek veya bilmeyerek– kendi hikâyelerini inşa etmeye başlar. Zamanı gelince daralan, zamanı gelince genişleyen, çoğalan, eksilen ve nihayet boşlukta dağılıp giden bir elipsin içindedir hepsi.
Baş döndürücü kurgusu ve anlatımıyla son dönem İngiliz edebiyatının en iyi romanlarından olan Boşluktakiler, usta çevirmen Çiğdem Erkal’ın Türkçesiyle…
3. Lukundoo ve Başka Korkular (Edward Lucas White / Dedalus Kitap)
Korku her köşede bekliyor. Onu hep yakınımızda taşıyoruz.
Amerikan Edebiyatı’nda, Edgar Allan Poe’nun, H. P. Lovecraft’ın mirasçılarından olan Edward Lucas White, eşi Agnes Gerry’nin vefatından günü gününe tam yedi yıl sonra, 30 Mart 1934’te, Baltimore’da intihar etti. Yazdığı son eser, eşiyle mutlu evliliklerini anlattığı bir anı kitabıydı.
Edward Lucas White, Lukundoo’da korkunun alabileceği yüzleri, nerelerde gizlenebileceğini anlatıyor. Afrika’nın derinliklerinde, sizi inleten, vücudunuzu başka canlıların işgaline açan bir hastalığa kapılsanız ne yapardınız? Çocuğunuz kaybolsa peki, onu bulmak için en acayip görünen mucizeye bile sarılmaz mıydınız? Uzaktan izlediğiniz zengin evlerinde nasıl canavarların olabileceğini düşünüp tedirgin olmuyor musunuz? Falcılara inanıyor musunuz ya da onlar size inanıyor mu? Ölenlerin bu dünyayla işi tamamen biter mi? Edward Lucas White’ın öyküleri sizi bu sorularda gezdirecek.
Yolculuğun sonunda aynı kalabilecek misiniz?
4. Cinlere Ayna Tutan Nakkaş (Emel Esin / Kırmızı Kedi Yayınevi)
Gerek dünya gerekse Türk sanat tarihinin en “gizemli” isimlerinden Mehmed Siyah Kalem.
Kimi resimlerinde yer alan “Kâr-ı Üstad Muhammed Siyah Kalem” (Üstad Mehmet Siyah Kalem’in işi) sözleri dışında gerçek yaşamı ve kimliği tam olarak bilinmeyen bir nakkaş. Çin, Moğol, İlhanlı, Uygur toplumlarının; Budist, Maniheist, Şamanist ve Müslüman kültür coğrafyalarının tam ortasında, dönemin en kozmopolit bölgesinde yaşayıp eser vermiş, sadece bu dünyadan değil başka dünyalardan da figürleri nakşetmiş bir ressam…
Elinizdeki kitap, hakkında pek çok rivayet olan bu ressam üzerine uluslararası konferans ve yayınlarda birbirinden önemli tezler ileri süren ve onun kimliğini tespitte en somut verileri ortaya koyan, uluslararası üne sahip sanat tarihçimiz Emel Esin’in, Siyah Kalem üzerine kaleme aldığı iki kapsamlı incelemesini bir araya getiriyor.
“Cinlere Ayna Tutan Nakkaş” Mehmed Siyah Kalem’de Esin, Siyah Kalem’in yer aldığı kültür coğrafyasını, eserlerinin gizemini ve gördüğümüz figürlerin ardındaki sembolizmi tüm detaylarıyla aktarıyor.
Emel Esin, iblislerin ve fanilerin dünyasına ayna tutan Siyah Kalem’in dünyasına ayna tutuyor.
5. İrlanda’da Yoksul İnsanların Çocuklarının Ailelerine veya Ülkelerine Yük Olmasını Önlemek ve Onları (Jonathan Swift / Kırmızı Kedi Yayınevi)
Bir yanda savaş diğer yanda işsizlik, onca yoksulluk, bunca sefalet ve doyurulacak yığınla boğaz. Şimdi, sormamız gereken soru şudur: Bu kadar çok çocuk nasıl beslenecek ve yetiştirilecek? Nice değme âlim nice değme siyasetçi altından kalkamadı bu sorunun.
Swift ilk başta akıl almaz gibi görünen, oysa gayet makul bir öneri getiriyor. Dişleriniz kamaşacak.
6. Benimle Asla Tanışamayacaksın (Leah Thomas / Martı Yayınları)
Ollie ve Moritz…
Onlar bizden çok farklılar.
Hayal bile edemeyeceğiniz özellikleri olan bu iki yakın arkadaşın buluşması imkânsız. Çünkü Ollie’nin elektriğe olan alerjisi hayatını tehdit ediyor, Moritz’in zayıf kalbi de bir pil sayesinde atıyor. Bir araya gelmeleriyse ikisinden birinin ölümüne neden olacak.
En karanlık zamanlarında birbirlerine yazdıkları mektuplarla hayatı, hissetmeyi ve sevmeyi öğrenen Ollie ve Moritz için tüm dengeler ortak geçmişlerinin açığa çıkmasıyla değişiyor. Acaba arkadaşlıkları bu değişimi kaldırabilecek kadar güçlü mü?
7. Yüksek Doz Çürüyüş (Kolektif / Altın Kitaplar)
Kaos merdiveninde kırık basamaklar…
“Yüksek Doz Çürüyüş”te beş ayrı Distopya dünyasına konuk olacaksınız. 5 yazar, insan ruhunun en karanlık, tehlikeli ve tekinsiz diyarlarına yolculuk yaptı. Sadece hayal gücünün kaçabileceği kalın duvarlı zindanlar inşa etti sizin için…
“Yüksek Doz Çürüyüş” yüklemesi başlıyor! Kusursuz totaliter rejimde şeytani akla sahip bir yazar, tepetaklak olmuş dünyada kendi bedenini arayan bir adam, bozulmuş sistemin çarkları arasında yaşamaya çalışan talihsiz bir solak, uzay boşluğundan daha karanlık ve tekinsiz asteroid kolonisinde cinayetleri araştıran bir müfettiş veya insanlığın şafağını başlatmanın ağır sorumluluğunu yüklenen bir uzay yolcusu olmaya hazır mısınız? Direnmek güzeldir…
Çürümenin ve çöküşün çağına hoş geldiniz!
8. Son Araba: Kebenin Gölgesinde 2 (Ege Avcı / Arka Bahçe Yayıncılık)
Erdi’yle takılmaya başladığımızı hatırlıyor musun? dedi İlker. Yasin’den ses yoktu. …belki geç kalmasaydı hala aramızda olurdu. İkisi de tarlanın orta yerinde, ağaç altında durmuş akşamın gelmesini bekliyordu.
Küçük yerde mevzuya bulaştığınızda tez vakitte diğer bahisler de sizi bulur. Uçsuz bucaksız tarlalar, tekstil fabrikaları, bacalarından çıkan koyu gri dumanlar, duraklarda bekleyen soğukta pişmiş suratlar… Hepsi bir bir karşınıza dikilip öylece durur. Birinden kaçıp diğerine bulaşmamak günlük bir oyalanmadır. Bunun en iyi yoluysa kimselerin olmadığı bir yere çekip onlarca kelime konuşmak ve hiç bir şeyden bahsetmemektir. Korkuları ötelemeye yardımcı olur. Yasin ve İlker de buluştuklarında hep bunu yapardı. Onlarca kelime sarf edip asıl meseleyi hep atlarlardı.
İkinci sayıda mevzu kaldığı yerden devam ediyor.
9. İs Kokusu (Sinem Pehlivan Karakoç / Sola Unitas)
Karşıdan gelen bir arabanın farı sayesinde gördüm gözlerini. Başını bana çevirmişti, gözlerinin içi gülüyordu. Bu gülüş için her şeyi yapabileceğimi düşündüm o an.
Aynı araba sayesinde de o son gülüşü oldu.
Tüm dünyanın ışıklara bürünerek parlak bir topa dönüştüğü o alev topu gibi yanan farlar… O, kulaklarımdan bir ömür boyunca gitmeyecek olan, hayatımın ortasına saplanıp kronik bir işkenceye dönüşecek olan acı fren sesleri… Tuz buz olan camın vücutlarımız gibi hayatlarımızın ondan sonrasını da yarıp geçişi… Genzimden içeri yayılıp bir ömür boyu ciğerlerimde solunmak üzere benimle kalacak olan o is kokusu…
Gerçek şu ki, hayatta insanın kendisiyle ilgili yaşayabileceği en ağır sınav bu. Daha kötüsü ne olabilirdi, diye çok düşündüm, bulamadım. Sanırım daha kötüsü sadece, ikimizin de omurilik felci olması olurdu.
Büyük bir aşk, tarihi bir semt, ömürlük dostluklar… Şimdi hangisi kaldı ki? dediğinizi duyar gibiyim. Bu hikâyede hepsi var. Ve daha fazlası…
Siz sevdiğiniz için nelerden fedakârlık ederdiniz? Ya da onun için yaptıklarınızı fedakârlık olarak görür müsünüz?
10. Gençler için 50 Turfanda Miir (Özdemir İnce / Ve Yayınevi)
Usta şair Özdemir İnce’den Gençler İçin 50 Turfanda Miir
Özdemir İnce Karadelikte Bir Yolculuk – Tersine ya da Sapkın Ayetler (2014) ve Opera Kahkahası (2017) kitaplarının ardından yeni şiir kitabı Gençler İçin 50 Turfanda Miir* ile okurlarına merhaba diyor. Ressam Ekrem Kahraman’ın resimlediği kitap 1000 adet basıldı ve tüm nüshaları numaralandı.
– miir: Astarsız, botokssuz, rastıksız, rimelsiz, brüt, yeni bir çalgı tarzı
“Hem seyirlik hem okumalık, hem ağlamalık hem gülmelik, hem durmalık hem düşünmelik, hem şaşırmalık hem de… Tanrı, Türkiye, tarih, mitoloji, menakıbnâme, kutsal metinler, anılar, haberler, söylenceler, ansiklopedik bilgiler, güncellik, söyleşi, çocukluk, coğrafya, doğa, felsefe, siyaset, eleştiri ve duyusal bir kavrayış…” -Haydar Ergülen
“Özdemir İnce, şiirlerinde de yazılarında olduğu gibi yüksek gönüllüdür. Kulenin tepesinden değil, şiirin doruğundan meydan okuyor ki, taştan yapılma kuleyi metreyle ölçebilirsiniz de, şiirden kuleyi metre ölçmez. Şiirin ölçüsü -olabilirse, varsa eğer- imge ve anlam/imgeselanlam’dır. Her şiir bu anlamın oluşumunda bir aşama, taş sırası, basamak.” -Mecit Ünal
11. Aşkın Kafsız Şinsiz ve Noktasız Hikayesi (Mustafa Mestur / Hece Yayınları)
Yatağa uzanmış ve annemi düşünüyorum. Gün geçmiyor ki onu ve ölümünü düşünmeyeyim. Sanki bir felaket iki ay önceydi. Bazen felaketin olmasını beklemek felaketten daha zordur. Kolumun üzerine uyuyorum ve yatak odasının köşesindeki vazoya bakıyorum. Vazonun içindeki yapraklar, üst üste sanki genişçe bir şemsiye olmuş. İsmi nedir bilmiyorum. Bitki isminde olan apartmanları hiçbir zaman aklımda tutamıyorum. Çiçek isimlerini de bilmiyorum. Mehtap’a bir demet çiçek alacağım zaman çiçekçiye çiçek ismi yerine her zaman renklerini söylüyordum: “Lütfen bir tane sarı çiçeklerden, birkaç tane de o beyaz çiçeklerden kenarına koyunuz. Zahmet olmazsa kırmızıları sarıların önüne koyunuz.” Ama Mehtap bütün çiçeklerin isimlerini biliyordu. Saksının içinde bitkilerden birinin kökü kırılmış, geniş yapraklar ona yapışıp eğilmiş saksının bitkiye doğru uçuyor ve o anda aklıma buzdolabının arkasında görmüş olduğum büyük karıncalar geliyor. Bilmiyorum bu evde niye bu kadar karınca ve böcek var.
12. Önce Mekan Vardı (Kolektif / Edebi Şeyler)
Bir tarafta ordularıyla, sermayeleriyle, bütün yıkıcılıkları ile devletler ve şirketler; sürekli biçimde ele geçirilmeye, temellük edilmeye ve “yeniden yapılandırılmaya” çalışılan mekanlar. Diğer tarafta, kendi yaşam alanlarını, topraklarını, evlerini, mahallelerini, ormanlarını, kısacası mekanlarını savunanlar…
Önce Mekan Vardı, devletlerin ve şirketlerin bu topyekûn saldırısına karşı mekanların söylediğini ve eylediğini kayıt altına alan, bunlar üzerine düşünen ve söz üreten yazıları bir araya getiriyor. Derleme; mekanın siyaset, bellek, praksis felsefesi, işgal ve biyopolitika ile olan bağları üzerine sohbet edip, zamanın ve mekanın dört bir yanında direnenleri; Topraksızlar Hareketi’nin, Sitüasyonistlerin, İtalyan Otonomcu Hareketin ve kent yoksullarının mekânı savunma hikayeleri üzerinden anlamaya ve anlatmaya çalışıyor.
Önce Mekan Vardı, mekanını savunanların kitabı. Kitapta, Stuart Elden’dan Bob Jessop’a, Metin Yeğin’den Bülent Diken’e, Neil Gray’den Abdurazack Karriem’e birçok düşünürün makalelerini ve denemelerini bulabilirsiniz. Önce Mekan Vardı’yı, Önder Kulak ve Soner Torlak derledi.
13. Sınıfın Sınırında-Gazeteciler ve Proleterleşme (Çağrı Kaderoğlu Bulut / Nota Bene Yayınları)
20. yüzyılın düşleri süsleyen profesyonel meslekleri, 21. yüzyılın ilk onlu yıllarında yerlerde sürünüyor. Mesleklerdeki değersizleşme tartıya vurulsa, eminim ilk sıra, açık ara farkla gazeteciliğin olurdu. Zira inişe geçtiği nokta, bir hayli yüksekti. Gazetecilik; belli bir diplomadan bağımsız şekilde, toplumsal tabakalaşmanın hemen her çeperine açık bir meslek olarak, her seviyedeki iktidar ilişkilerinin tüm faillerini haber konusu yapabilme olanağına sahipti. Basının gücü ve kurumsallaşması 20. yüzyılın son çeyreğinde en üst seviyeye eriştiğinde, neoliberal programın gereklerine uygun bir şekilde mülkiyet yapısı ve işin örgütlenmesindeki dönüşüm de başlamış oldu.
İşte elinizdeki kitap, medyadaki dönüşüm sürecini, gazeteciyi merkeze alarak çözümlüyor; bu ayırt edici özelliği ile de medya çalışmaları alanında öncülük sıfatını başarıyla üstlenmiş bulunuyor.
Gazeteciler, bu çalışmada, neoliberal dönüşümün sonuçlarına tabi edilgen varlıklar olarak resmedilmiyorlar; aksine, toplumsal sınıf ilişkileri içindeki nesnel yerleri ve sahip oldukları mücadele kapasitesi ile kendi tarihlerinin yapıcıları olarak kavranıyorlar. Kavramsal düzlemdeki varlıkları, “Ankaralı gazeteciler” şahsında ete kemiğe bürünüyor; meşakkatli saha çalışmasının sonuçları; emek süreci, gündelik yaşam ve örgütlenme deneyimleri olarak analiz ediliyor.
Gazeteciliği; tarihsel bakımdan kapsamlı ve derinlikli, kuramsal bakımdan eleştirel ve açıklayıcı, olgusal bakımdan da zengin bir içerikle çözümleyen bu eser, hem Gazetecilik hem de Sosyal Sınıf çalışmaları için vazgeçilmez bir başvuru kaynağıdır.
14. Bir Rumeli Rüyası: Eski Yugoslavya (Güner Arslan / Nota Bene Yayınları)
Geçmişi her anışında insan yeniden yazar. Hatırlayışın doğası bu… İnsan, görebilmek için çoğu zaman anıları kendinden uzaklaştırır. Dönüp bakabilmek için… Anılar eskidikçe öyküleşir ve o öyküye tutunup kalır. Buna tanıklık denir. Tanıklık etsin diye taşır kişi öyküleri omzunda. Ama gerçek ama benzer…
Güner Arslan da çocukluğunun Yugoslavya’sına, Yugoslavya’dan Bozkır’a göç edenlerin dünyasını taşıyor bize. Bildiklerini, gördüklerini ve duyduklarını öykülere bırakıyor. Bir nevi geçmişe borcunu ödüyor.
Bir Rumeli Rüyası: Eski Yugoslavya, Tito dönemi Yugoslavya’sından Türkiye’ye uzanıyor bu yüzden. Güner Arslan on beş öyküyle, on beş farklı yaşamın tanıklığına soyunuyor. İnandıklarıyla yaşamları bir türlü uyuşmayanları, göçe zorlanıp köklerinden koparılanları; dinin ve milliyetçiliğin kanla böldüğü insanları anlatıyor.
15. Kıyamet Ha Kıyamet (Hakan Sipahioğlu / Nota Bene Yayınları)
İnsanlık belki de nefes aldığı her günü anlamlı kılmak için, adına kıyamet dediği tek bir gün yarattı. Her şey o günü ötelemek ya da o günü aşmak içindi. Tekinsiz bir gündü kıyamet. Ne zaman geleceğini, gelince ne olacağını bilmediğimiz… Kutsala yazdı insanlık. Eşitlik ondan sonra başlayacaktı, günah sevap tartılacaktı, Sırat Köprüsü’nden geçilecekti. Ya cennet ya cehennem, başka yer yoktu. Belki bir süre Araf’ta bekleyecekti o kadar. Peki, ya kıyamet her günse. Kıymet bugünse. Kıyamet ha kıyametse yaşadığımız. Cehennem de cennet de bizsek… O zaman ezberi bozulacaktı insanlığın. Ki ezber bozuldu.
Kıyamet, geçmişle bugünün, değişimle durağanlığın, gelenekle modernin, küreselle yerelin kol kola olmasındaydı. Kıyamet, modern öznenin parçalanışında, sonra da bütünüyle kendini kaybedişinde, yok oluşundaydı. Kıyamet, anlamın doğmayışında, değerlerin gün be gün batışındaydı.
Hakan Sipahioğlu Kıyamet Ha Kıyamet’te bir ayağı küresel ağlarda, bir ayağı yaylalarda, İngilizceyi de memleketinin ağır şivesini de hemen hemen aynı yetkinlikle konuşan, tuhaflık derecesinde özgün bir kuşak üzerinden insanlık dramını anlatıyor. Yalnızca mekânsal değil, zamansal, kültürel ve ahlaki alanlarda da sınır geçişleri yaşayan, daima gezinti halinde olanların öykülerini. Modern ile geleneksel arasındaki sınırı insanla siliyor.
Hakan Sipahioğlu, dil yardımıyla bir yarık açıyor. Bize günümüz yaşamını eskimiş bir dille aktararak, dünle bugünü buluşturuyor. Adam Smith Müslüman oluyor, Muhittin bey kızı için kuş azat ediyor, oğul mirası değil miras oğlu devralıyor, doğunun Paris’i Paris’e kavuşuyor, kuramı olan züğürdün çenesi düşüyor, uyuyanlar gökdelenkondulara taşınıyor, denizden balık değil töre çıkıyor…
Çünkü sentez çelişkinin günahı, ayıbı… Çünkü yanlış yaşam doğru yaşanmıyor. Çünkü Negatif Diyalektik sahteyle barışmayı veya sahteye kanmayı değil, sahteyi açığa çıkarmayı bekliyor…
16. Bana Öyle Tuhaf Bakma (Fulya Bayraktar / Nota Bene Yayınları)
“Tuhaf” çoklu, göreceli bir kavram. Yere ve zamana göre değişen, adeta yaşayan bir kelime. İçinde yadırgamayı, önyargıyı, sevgisizliği ve şaşkınlığı taşıyor. Bu yüzden tuhaf sayanın bakışı tuhaf oluyor, tuhaf gözle bakılan tuhaf kaçıyor, belki de tuhaf bakan kişi bir tuhaflık taşıyor…
Tuhaflık nerede başlar, nerede biter? Sınırı var mı? Neye, kime göre tanımlanır tuhaflık? Tuhaf demek, “başka” demek midir? Bu kavram gittikçe ötekileşiyor. Oysa tuhaflık, bir nevi ele avuca sığmazlık, farklılık, belki biraz derinlik ya da istenmeyenden kaçma isteğine dayanan farkındalık…
Fulya Bayraktar, öyküleri yoluyla “Bana Öyle Tuhaf Bakma” derken tuhaflığı, birbirimizi dinlemeye, anlamaya bir yol açmanın döşeme taşı olarak kullanıyor. “Tuhafamaneden” de diyor öykülerinde, “ama”ları, “neden”leri kullanmadan farklılıkları, başkalıkları kabullenmenin bir yolu olması gerektiğini de hissettiriyor. Çünkü olağan hayatların içinde sıradan günler yaşayan insanların ufacık fark edişleri, küçücük isyanları, sessiz serzenişleri bile onları “tuhaf” yapmaya yetiyor. Oysa tuhaf da insan coğrafyasında bir ülke. Öykülerde, tuhaf görünmekten çekinen, çekinmeyip olabilecekleri göze alan, bozkırın sıkıcı yaşamına sığamayan insanlarına dokunuyoruz.
Fulya Bayraktar, gri bir kentin bürokratik, soğuk ve boğuk atmosferinde, istemedikleri bir yaşam süren, çoğu kez de bunun farkında olan insanları anlatıyor. Her biri bize tanıdık gelen kahramanlarına, “Bana Öyle Tuhaf Bakma”yın dedirtiyor. O anda biz tuhaf gözlerle bakıyoruz onlara… Çünkü yazar bize ricasını tersinden sunuyor.