1. İstanbul 2099 (Kolektif / Doğan Kitap)
William Gibson seksenli yıllarda yazdığı bilimkurgu romanı Neuromancer’da İstanbul’u hep aynı kalan kent olarak tarif etmişti. O kitabın üzerinden geçen çeyrek yüzyılda baş döndürücü hızla değişti şehir. Peki taşı, toprağı, suyu ve canı yerinden oynatan bu değişimin bizi nereye götüreceğini tahayyül ediyoruz? Bu kadim kent iki binyıl önce de hikâyeleriyle ve anlatıcılarıyla buradaydı, 21. yüzyılın kapanışında da öyle olacak ama nasıl bir suretle? İstanbul 2099, on altı yazarın kaleminden 21. yüzyıl sonu İstanbulu’na dair on altı çarpıcı tasavvur içeriyor. Toplumsal, mimari, teknolojik, hatta bazen coğrafi açıdan farklı on altı yeni İstanbul. Bir ömür kadar uzak ama dünün ve bugünün tüm İstanbulları kadar tanıdık ve yakın. Müstakbel İstanbulların “cesur yeni dünya”sına hoş geldiniz.
2. Cam Arılar (Ernst Jünger / Jaguar Kitap)
Bir zamanların süvari yüzbaşısı olsa da, artık beş parasız olan Richard, iş bulmak için ordudan arkadaşı Twinnings’in yardımına başvurur. Fakat artık devir değişmiştir: Atların yerini tanklar, kahraman askerlerin yerini iş adamları almıştır. Neyse ki Twinnings, Richard için gizemli bir mucit ve iş adamı olan Zapparoni ile bir görüşme ayarlar. Zapparoni otomat üretiminden film endüstrisine birçok alanda muazzam bir güce sahiptir ve bazı işler için Richard gibi birine ihtiyacı vardır. Görüşme, Zapparoni’nin hem teknoloji harikalarıyla dolu hem de tamamen doğayla bütünleşmiş malikânesinde yapılacaktır.
Richard böylesine güçlü ve zeki bir adamın kendisiyle neden görüşmek istediğini merak ederken, geldiği bu büyülü mekânın gizemini de fark eder: Teknolojinin yeni dünyası ile bir askerin eski dünyasının karşılaşmasıdır bu.
Distopik kurgusu, felsefi derinliği ve insan ruhunun yeni dünyayla karşılaşması sonucu yaşadığı travmayı tasvir gücüyle türünün en iyileri arasında yer alan Cam Arılar, (1957) adeta bir kâhinin şaşkınlığa uğratan öngörülerinin de romanı.
Yirminci yüzyıl Alman edebiyatının en tartışmalı ve özgün yazarlarından Ernst Jünger’in bu sıradışı eserini Mert Moralı Almanca aslından çevirdi.
3. Yeni Paris’in Son Günleri (China Mieville / Yordam Edebiyat)
Sanatın her alanında geniş yankılar uyandırmış, insanlığın gerçekliğe dönük bakışını ve algısını değiştirmiş, Dali’nin “eriyip gitmiş saat” çizimlerinden Breton’un “büyük çizgileriyle tanınan umutsuzluk” şiirlerine büyük bir akım: Sürrealizm.
Toplumun her alanında büyük yankılar uyandırmış, korkunç yıkımlara yol açıp gerçekliğimizi darmadağın etmiş, bu arada “faşizm” belasını da insanlığın başına bela etmiş, yakın tarihin en korkunç olayı: İkinci Dünya Savaşı.
“Tuhaf kurgu”nun ustası China Miéville, ikisini bir araya getiriyor!
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Paris’te. Eski Paris’te ve “yeni”sinde!
Gerçeküstücülerin resimlerinden, şiirlerinden ve manifestolarından fırlamış “manif”ler dolaşıyor şehirde. Gerçeklikle ilgili algımızı dönüştüren o çizgi ve sözcüklerden “tezahür eden” varlıklar…
“Muhteşem ceset” en başta, pek çok “manif” var şimdi aramızda. Yeraltı mücadelesi sürdüren militanlar gibi, Direniş (Rezistans) hareketinin birer parçası onlar da.
Faşizme karşı direnişin, Fransa’daki “rezistans hareketi”nin romanı Yeni Paris’in Son Günleri. Direniş içerisindeki sürrealistlerin. Resimlerle, şiirlerle, romanlarla, sözcüklerle, “manif”lerle direnenlerin…
“Tuhaf kurgu”nun ustasından, bir solukta okumalık!
4. Anonslu Kaset Doldurulur (Engin Barış Kalkan / İletişim Yayıncılık)
İşti güçtü, haramdı küfürdü, Fener’di Cimbom’du derken unutulup gidiyor… Sağ, sol, sermaye, Komünist Manifesto… Hiçbiri umurumda değil. Ben oldum olası yorulmaktan şikayetçiyim.
Hiçbirimizin, enerjisini atsın da erkenden uyusun denerek parklarda, bahçelerde koşturulan çocuklardan bir farkı yok…
Askerde doldurtulan anonslu kasetler, kapısında “miras değil alın teri” yazan birahaneler, tuvalete yakın masalar, yarım kalan rakılar, filtresi rujlu izmaritler, tuzlu fıstıklar, çiziktirilmiş adisyonlar, kaçak çaylar…
En müstesna huylu kadınlar ve onlara âşık adamlar, yapacak hiçbir şey kalmayınca eve gidip Breaking Bad izleyenler, içlerindeki dolmak bilmez kuyuları birayla dolduranlar…
Engin Barış Kalkan, muzip bir insan sarrafı… Zamane ağzıyla “Aa aynı ben” dedirten gözlemlerle örülü hikâyeler anlatıyor.
Anonslu Kaset Doldurulur, herkesin aklından geçenler ama söze dökülmeyenler… Kelebek etkileri…
Sevgi, özlem, kalp çarpıntısı, kıskançlık… Basbayağı çocukluk aşkı.
Ömrün geri kalanına kafa yormayınca her şey daha tatlı.
5. Yalan Satıcısı (Attila Şenkon / İletişim Yayıncılık)
“Yalan satıcısı” olarak çıktığım yolun yıllar sonra ulaştığım bu durağında “yalnız bir deli” diye anılmak incitmez beni. Fikrim sorulsa; deli yerine çılgını tercih ederim elbette. Neyse, önemli değil.
Sıfatların üzerinde durmaya değmez. Deliliği de, çılgınlığı da severim. Gereğinden fazla ciddiyet insan bünyesine zararlıdır. Başa ağrı, mideye gaz, kalbe spazm yapar. Bu yüzden, ölümlü dünyada aklın ipini biraz salmakta yarar var bence.
Yarattığı karakterlerle hayatı paylaşan bir yazar.
Namı diğer Yalan Satıcısı… Ankara’nın müşfik mekânı Kıtır’ın masalarında yazılmaya başlanıp biber gazına bulanmış meydanlarına taşan bir hikâye.
Attila Şenkon, romanın kâğıtta durduğu gibi durmadığını hatırlatıyor.
Edebiyata tutkun bir oyunbaz.
Yalan Satıcısı, Nilüfer’in güzel sesinden dinlemeye doyamadığımız şarkılar gibi…
6. Geçmiş, Bir Daha Geri Gelmeyecek Zamanlar (Selim İleri / Everest Yayınları)
İlk kez tek ciltte bir araya gelen Geçmiş, Bir Daha Geri Gelmeyecek Zamanlar, 2. Abdülhamid döneminden 1980’ler Türkiye’sine bambaşka bir tanıklık…
Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın’la başlayan, benim çocukluk anılarımdan izlenimlerle örülü anlatışı sürdürüyordum.
Bir yandan da yitip giden, daha 1955’lerde yitip gitmeye başlamış İstanbul’u artık bir hayal-şehir olarak yansıtmaktı isteğim.
Gramofon Hala Çalıyor’u yazarken görece bir mutluluk dünyası oluşturmaya çalışmıştım. Geçmişin sıkıntılarını, acılarını sonradan, yaşanıp sona erdikten hayli sonra daha kıymıksız, dikensiz hatırlarız; sanki öyle. Geriye kalanı yazdım. Belki de hepsi, ölmüş insanların defterlerimizden bir türlü silemediğimiz, artık çevrilmeyecek telefon numaralarıdır.
Yürek Burkuntuları için, “Bir tek hikaye, sizi siz yapabilecek, yolunuz oradan gidecek, ötekileri boş verin,” demişti Edip Cansever. Belki uzun yıllar o çizgide gitmedim, sanırım Solmaz Hanım, Kimsesiz Okurlar İçin’le başlayarak, o çizginin derin etkisi altında kaldım.
İtiraf edeyim ki, Kafes’te ondan derin izler var. Cemil Şevket Bey’i düşünerek yazdığımı söyleyememm’i. Fakat hep gözümün önündeydi. Bir roman kişisi yarattığımı sanıyor, öyleyken, Cemil Şevket Bey’in hayatını çalıyordum… Düşünüyorum da, roman yazmak, hayatlar çalmak değil mi?
Kendi hayatın olmadı; roman kişilerinin hayatından kendine bir hayat. Okuyup gittiğin her yerden –önceleri romanlar, sonraları öykü, sonraları şiirler; sonra belki hep şiir – dirimler ve ölümler kuşandın. Yırtığını söküğünü dikebilirim diyordun, ölümlerin dirimlerin. Dikebildin mi? Yeniden başla!
7. Borges Çetesi (Hakan İşcen / Everest Yayınları)
“Hakan İşcen’in yeni romanı Borges Çetesi çağdaş edebiyatımızı da enikonu etkilemiş ünlü Borges’in izleklerinden esinli bir roman mı? İşcen simgeler ve düşlemlerle yol alarak, Borges edebiyatı çerçevesinde, bütünüyle yerli, bize ait bir dünyaya mı yol alıyor? Ya da, Borges, şimdiyi, bugünümüzü dile getirmek, yansıtmak için, görkemli bir aracı mı; aracı, araç, olanak… Bir türlü karar veremiyorum. Bununla birlikte, Hakan İşcen’den çok severek okuduğum Yaratıcı Yazarlık Kursu’ndan sonra, Borges Çetesi’nden daha çok tat aldığımı açık seçik ayırt ediyorum. Edebiyata, edebî değerlere gerçekten bağlılığını her yeni eseriyle kanıtlayan Hakan’ı okumak, yalnız benim için değil, başka birçok okur için de mutluluk olacak.” -Selim İleri
“Edebiyatın her türünde eserler veren, şiir, öykü, deneme ve romanlarıyla tanıyıp sevdiğimiz Hakan İşcen’in yeni romanı Borges Çetesi, birbirine benzemeyen, ortak geçmişleri olmayan, farklı yaşlarda ve farklı kişiliklere sahip bir grup insanın gelişen dostluklarını ve gizemli suç ortaklığını anlatıyor. Bu farklı bir çete…” -Asuman Kafaoğlu – Büke
8. Çıplak ve Ölü (Norman Mailer / Everest Yayınları)
“Çıplak ve Ölü’yü hâlâ seviyorum. Meziyetleri de kusurları da var, ama aynı zamanda arındıran, hatta canlandıran bir Tolstoycu şefkat dokunuşuna sahip ve bu sayede, ara sıra dönüp birkaç sayfa okuduğumda hepimiz için umutlanmamı sağlıyor. Öyleyse izninizle, tüm sayfalarını okuyacak birinin orada fazlasıyla umut bulacağını varsayacağım.” -Norman Mailer
Pulitzer ve Légion d’Honneur ödüllü ABD’li romancı Norman Mailer’ın, uçak mühendisi olmak için girdiği Harvard Üniversitesi’nde okurken askere alınarak cepheye gönderilmesinin ardından 25 yaşında kaleme aldığı ilk romanı Çıplak ve Ölü “İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan en iyi roman, belki de tüm savaşları anlatan en iyi roman” olarak değerlendiriliyor.
Mailer, Pasifik Cephesi’nde, Japonların elindeki Anapopei adasına yapılan çıkarma sırasında Amerikan askerlerinin yaşadığı büyük korkuları ve acıları anlatırken, savaşın boşunalığının altını çizer. Askerlerin canları pahasına gönderildiği bu adanın aslında stratejik bir önemi yoktur; âdeta ölmeye gönderilmişlerdir. Ustaca kurgulanmış ve son derece gerçekçi bir dille yazılmış roman, savaşın topyekûn felaket olduğunu gösterir. Her biri ayrı bir romanın kahramanı olacak derinlikte işlenmiş karakterlerin içindeki umut ise onların ölüm makineleri değil, insan olduklarını hatırlatır. Tüm dünyada en çok okunan savaş romanlarının başında gelen Çıplak ve Ölü, cepheden sağ dönebilmiş bir yazarın savaş karşıtı güçlü manifestosudur.
“İşte acımasız, tedirgin edici, yer yer sinirlendirici ama unutulmaz bir kitap. Çıplak ve Ölü savaşın korkunçluğunu veriyor yalnızca. Çünkü dehşetini, gereksizliğini ve boşluğunu göstermeden savaştan gerçekçi olarak söz etmek olanaksızdır.
Bazı Amerikalı eleştirmenler, Çıplak ve Ölü için ‘gerçekçi bir kâbus’ dediler. Hayır, yanıtını verdi yazar: Bir simge.” -Andre Maurois
9. Karganın Elyazması-Jacobo’nun Hikayesi (Max Aub / Kırmızı Kedi Yayınevi)
Jacobo bir karga; meraklı, zeki, gözlemci bir karga üstelik. Kendi türünün yararına insan yaşamına dair çeşitli notlar düşmüş defterine. Akıl yürütme şekline bakılırsa feraset sahibi bir kargaymış. Ama eserini tamamlamaya vakit bulamadan ortadan kaybolmuş. Elinizde tuttuğunuz kitapta bu elyazmasının dilimize çevirisini bulacaksınız. Anlatılanlar Fransa toprakları içinde yer alan bir toplama kampında geçiyor. Zamanında Max Aub diye bir yazarın da yatmış olduğu bir kamp.
10. Varoluşun Sıfır Noktasına Kadar (Kurd Lasswitz / Laputa Kitap)
Alman bilim kurgu yazarı, bilim insanı ve filozofudur.
Alman bilim kurgunun babası olarak kabul edilir. İlk yayınlandığı bilim kurgu öyküsü 1871’de yazdığı 2371’de yaşamı tasvir eden Bis zum Nullpunkt des Seins ( Varoluşun Sıfır Noktasına Kadar ) idi. 1897 tarihli Auf zwei Planeten adlı romanla adını duyurdu.
“Seni anlıyorum, anlıyorum Oxygen, diye düşündü, sadece topluma değil dünyaya da elveda deyişini. Tahmin ediyorum, doğanın güçleri üzerindeki etkini kendini onlardan kurtarmak için kullandın. Varoluşun sıfır noktasına gitmek istiyordun ve kendince bu görevin üstesinden geldin. Kendini kozmosun büyük kuşağından, yer çekiminden kurtardın, serbestçe uçuyorsun, hiçbir şey tarafından çekilmeden, hiçbir şey tarafından yönlendirilmeden, mutlak bağımsızlıkla, gerçekten gönüllü ve geri dönüşü olmayan bir sürgündesin. Evrene sürgün! Ve yine de özgürlüğü yakalayabilmiş değilsin! Ölüyorsun ve dolayısıyla özgürlüğünü yaşayamıyorsun! Ve gerçekte varoluşun büyük birliğinden de kopabilmiş değilsin!”
11. Kopan Ağası’nın Vasiyeti (István Fekete / Epsilon Yayınevi)
Benim de bir karım vardı. Bir Macar kızıydı. Onun üzerine hiç evlenmedim. Öldü, ama geride küçük bir kızım kaldı…” Kapalı kirpiklerinin arasından gözyaşı parıldıyor gibiydi. “Onu evine götür László Babocsai, annenin yanına götür. Bu serhatlarda kalıp ömrü heder olmasın… Eve götür onu, yetiştirin…”
Beş Türk yiğidi Macar grubunun önünde durdu… Macarlar külahlarını sallayarak Türklere yer açıyor, onlarsa Macar yiğitlerin huzursuz atlarını hayranlıkla izliyorlardı… Şimdi düşman değil, sadece rakiptiler, yiğittiler, serhat yaşamının güzellikleri ve haşin şartları içinde âdeta arkadaş idiler…”
Tarihi hikâye bir düello ile başlar: Babocsai László, ölen babasının öcünü almak için Kopan Kalesi’nin efendisi Oglu’yu öldürür. Türk zabit Oglu, yaşamının son dakikalarında rakibine barış elini uzatır ve ondan Macar anneden doğma kızı Zsuzsa’nın sorumluluğunu üstlenmesini ister. István Fekete 1586’da Macaristan’da geçen bu romantik ve maceralı hikâyesinde, Türk fetih dönemini, serhat çarpışmalarının tehlikelerle dolu ve heyecanlı günlerini gözlerimizin önüne seriyor.
Yazarın ilk roman denemesi olan 1937 tarihli Kopan Ağası’nın Vasiyeti’nden sinemaya uyarlanan film aynı zamanda ilk renkli Macar filmi olma özelliğini de taşıyor.
12. Otopsim (Jean Louis Fournier / Yapı Kredi Yayınları)
Daha ziyade aile anlatılarıyla tanıdığımız Jean-Louis Fournier bu kez otopsi masasına kendisini yatırıyor: Aşkları, eşi, iş yaşamı ve iz bırakmış anıları… Otopsim konusu, dili ve Fournier’nin olmazsa olmaz mizah anlayışı gereği onun başyapıtlarından biri olmaya aday.
Hey! Buraya bakın!
Mösyö Fournier öldü.
Ama hissetmeye, hatırlamaya ve anlatmaya devam ediyor.
Cesedi otopsi masasında.
Hala yakışıklı.
Üstelik mizah anlayışından da hiçbir şey kaybetmemiş.
13. Bir Gün Bir Gün (Akın Art / Ve Yayınevi)
Bir Gün Bir Gün, Türkiye’nin en uzun sürmüş günlerinden birinde, Gezi Parkı’na doğru yola çıkan üç kişinin hikâyesini anlatıyor. Çocukluktan ilkgençliğe pek çok farklı ‘ülkeden’ geçen yol, Taksim’de sona eriyor.
Bir Gün Bir Gün, dönemin ‘siyasi’ gençlerinin ‘sıradan’ hayatlarına ışık tutuyor.
Özgürlük gaz bulutları arasında soluk alıp verirken, Türkiye sokakta güzelleşiyor.
14. Bozkırın İsyanı (Kutlu Altay Kocaova / Karakum Kitap)
Ozan’ın sessizliği ise hem çorbacı için, hem köylülerin çoğu için suçlamaların kabûlü gibiydi. Hem “Sükût ikrârdandır” dememişler mi? Koca Ozan, önce boynuna dayanan kılıcı indirdi, sonra da boynunda hafifçe akan kanı sildi ve köylülere dönüp, konuşmaya başladı.
“İçeride iki yiğit yatıyor. Şafak vaktinden beri dövüşen iki yiğit. Ne için dövüştüklerini bilmiyorum. Allah’ın izniyle, iyileştiklerinde sorarız. Lâkin birbirlerine ölesiye, öldüresiye saldıran iki yiğit, bunlar…
Şu bağlamam şâhiddir ki, ömrüm boyunca çok ölüm gördüm, çok üzüldüm, çok defâ karalar bağladım. Amma ve lâkin, şimdiki kara bağlamam, yatan yiğitler için değildir. Allah’ın izniyle iyileşirler… Ayağa kalkarlar. Ama bu ikisini kurtaran, onlar için cânını veren yiğit… O yok…”
“Mehmed…”
Bu okuyacağınız kitâb, Türk’ün Türk’ü kırmasının son hikâyesidir. Yazarın daha önceki iki kitâbında da Türk’ün Türk’ü öldürmesi konu edilmişti. Bozkırın Savaşçısı, 17. yüzyılın başlarında Anadolu köylüsünün bir yandan Osmanlı, bir yandan Celâlî, bir yandan eşkıyâlar, bir yandan da sûhteler (medreseliler) arasında nasıl kaldığını anlatıyor.
Bozkırın İsyanı Celâlî İsyanlarını konu alıyor. Bu isyânların nasıl çıktığını, yayıldığını ve yıllar boyunca Osmanlı’nın Anadolu’da nasıl hâkimiyetini kaybettiğini anlatıyor. Eserin Anadolu’daki yangını anlatma ve anlama noktasında oldukça önemli bir yer edineceğini düşünüyoruz…
15. Mukadderat (Erkan Kolçakköstendil / Karakarga Kitap)
Oyuncu-yazar-yönetmen Erkan Kolçakköstendil’den sinematografik öyküler.
“Bütün olan bitenleri, olmakta olanları ve gelecekte olacakları değiştirebilir misiniz?”
İnsan, bütün hayat tecrübesine ve yaşam arzusuna rağmen bir şeye asla meydan okuyamaz: Ölüm. Ve insan, dilimlere ayırarak ölçtüğü anları toplayıp da Vakit denen mefhumun çemberinde dolandığından, yaşamak, başımızdan geçenlerin yükünü sisli bir ormana doğru taşımaya benzer. Vakit’in gelip gelmediğine, dolup dolmadığına karar verebilecek tek şey, tüm tecrübelerimize ve sınırsız ihtimallere rağmen, Mukadderat’tır. Bazen tazecik çiçekleri koparacak, bazen yaşlı ayaklara dolanacaktır. Ama hep, tam vaktinde olacaktır.
16. İbrahim’i Beklerken (Yavuz Ahmet / Pruva Kitap)
Büyümek, İbrahim olmakla Abraham olmak arasındaki farkı öğrenmekmiş.
Yıllar sonra çok farklı koşullarda karşılaşmaya hazırlanan iki arkadaşın bekleme anları… Müslüman Mahallesi ile Yahudi Mahallesi arasına beton duvar döken Aram Usta’nın suçluluğu… Oğlu Hasan’ı arayan Meryem’in telaşı… Fakültenin teodolitini yanlışlıkla kıran Henan’ın çaresizliği… Kanser hastası babasına üzülen Aaron’un sorgulamaları… İsa’nın çile yolculuğuna yeniden çıkmaya hazırlanan Larissa’nın adımları… Yapılacak çeşmeye yer bulmaya çalışan Sultan Süleyman’ın mimarları…
İbrahim’i Beklerken, ilhamını Kudüs’ten almaktan çok, Kudüs gözlemleriyle yazılmış dokuz hikâyeden oluşuyor. Yazar çoğul bir yaklaşımla, barış için gereken eylemlerin sorumluluğunu; Müslüman’ıyla, Yahudi’siyle, Hristiyan’ıyla ‘insan’ olan herkese yüklüyor: Çünkü insanlığın etrafına çevrilen beton duvarların ancak kalemle yıkılacağına inanıyor.
17. Go (Kazuki Kaneshiro / Salon Yayınları)
Aşk, kayıp ve ırk ayrımcılığı hakkındaki yazılmış bu cüretkar ve sevecen romanda, iki genç için aşık olmak bir değişim dünyası yaratacak.
Japon lisesinde bir Koreli öğrenci olan Sugihara, kendini her türden zorbaya karşı korumak zorunda kalmıştı. Ama hiçbir şey, onu Sakurai adındaki Japon bir kıza umutsuzca aşık olduğunda hissettiği kalp sancısına hazırlayamazdı. Klasik müzik ve yabancı sinemaya karşı duydukları ortak sevgiye kapılarak, ikisi gittikçe daha da yakınlaşır.
Bir gece, kişisel trajedinin darbesini yemesinin ardından, Sugihara -adının da belli ettiği- Japon olmadığı gerçeğini Sakurai’ye açıklar.
Yakalamaya hazır olduğu kendini keşfetme şansı ile diğerlerinin kontrol edemediği ön yargıları arasında kalan Sugihara, kim olmak ve bundan sonra nereye gitmek istediğine karar vermeli. Sakurai kendi ön yargısı ile yüzleşebilecek ve ona yolculuğunda eşlik edebilecek mi?
18. Zaman Tamircisinin Dükkanı (Berna Uslu Kaya / İzgören Yayınları)
Geçmişten gelen bir hikâye bugünle buluşunca neler olur ? Gelecekte de devam edeceğini gösteren tüm işaretlere rağmen, zamanın hâlâ saatlerin içerisine sıkıştığını düşünmeye devam mı etmek gerekir ?
Birkaç çocuk, sonra birkaç delikanlı ve birkaç adamın hikâyesi bu. Yaşadıkları bilmeceyi çözerken kendi hayatlarını da yaşamayı ihmal etmeyen, dostluğu, arkadaşlığı, akraba olmayı anlatan bir kitap.
Zaman Tamircisinin Dükkânı, kurgusuyla, üslubuyla ve içeriğiyle sizleri çok eski dönemlere götürecek.
19. Altın Çiçeğin Sırrı (Lü Dongbin / Gece Kitaplığı)
Sarı Saray Kitabı’nda şöyle denir: Otuz santimetre karelik sarayın üç santimetre karelik alanında, yaşam düzenlenebilir. Otuz santimetre karelik saray insanın kafasıdır. Buradaki üç santimetrelik alan ise göksel kalpten- sevgi enerjisi- başka ne olabilir? Üç santimetre karenin ortasında muazzam olan oturur. Yeşim kentin erguvani salonunda Hiçliğin- en büyük boşluğun- ve Hayatın Tanrısı oturur. Konfüçyanistler buna boşluğun merkezi, Budistler yaşamın terası, Daoistler ataların ülkesi, sarı saray, karanlık geçit veya önceki cennetin mekânı der. Göksel kalp- mutlak sevgi- oturma yeri, ışık da efendidir. Bu yüzden ışık dolaşırken, tıpkı kutsal bir kral başkenti kurduğunda ve düzenin temel yasalarını oluşturduğunda, tüm devletlerin övgüyle yaklaşması veya üstat dingin olduğunda hizmetçilerinin onun buyruklarına kendi rızasıyla uyması ve her birinin kendi işini yapması gibi, tüm bedenin enerjileri de onun tahtının önünde hazır bulunurlar.
20. “Mümkünse Sıra Başı Olsun Lütfen” (Murat Erşahin / h20 Kitap)
“Hikayelerin içine girip dolaşabilen okuyucuların hakikaten becerebilenlerin diyorum bu kitabın kapağını açtıktan sonra çıkacakları yolculukta karşılaşacaklarına ne ölçüde aşina olduklarını bilemiyorum. Sonuçta bütün seyahatler sürprizler barındırır. Ya da şöyle söylemeli; ‘karşı tarafın’ okuyucusu olarak bu şenlikli sokaklarda dolaşmaktan benim payıma düşen hem neşeli, hem hüzünlü ama illa ki tuhaf tanışıklıklar oldu.” – Tayfun Pirselimoğlu, Yönetmen / Senarist / Yazar / Ressam
“Bu kitabın başrollerinde sinema, edebiyat ve Kadıköy var. Murat’ın öykülerinde, insan yüreğine dokunan şeyler ve bir semte karşı yıllarla oluşmuş “tutku” var… Her öyküsü derinleşen anlamlarıyla insan yüreğine dokunuyor. Yalnızca yüreğimizle görebileceğimiz şeyleri anlatıyor. Sokakları adeta bir sinema sahnesi, sinemayı bir öykü, sevdiklerini de bir şiir gibi anlatıyor. Tüm bunlar onun kaleminin ne kadar güçlü ve yüreğinin de ne kadar duyarlı olduğunu gösteriyor.” -Selim Güneş, Yönetmen / Senarist / Fotoğraf sanatçısı
“Sistemin dayatmalarını reddederek, beyazperdede gördükleri ve çerçevenin dışında hissettikleri, kırılgan yüreğinden süzülüp gelen dokunuşlarıyla daha bir anlam kazandığında “Evet” diyoruz, “hayat dediğin bu işte.” Bir film karesi, bir hikaye içinde yer alan insanlığımız, dostluğumuz, sevgilerimiz…Yani, Murat Erşahin’in hikayeleri. İyi okumalar.” -Ali Ulvi Uyanık, Sinema Yazarı
“Murat Erşahin’in satırlarını okurken geçmişle bugün arasında dönüp duran sarmal bir hafızanın, şiirsel bir coğrafyanın içinde dolaşıyoruz. … geçip giden zamanın hüznü, bellek ve dil, bir araya gelip çağımızın hoyratlığına adeta isyan ediyor.” -Mehmet Açar, Sinema Yazarı / Yazar
21. İstanbul’un Antika Tipleri (Mahmut Yesari / Can Yayınları)
Palavracılar, dolandırıcılar, zamparalar, âlemciler, mirasyediler…
Mahmut Yesari, kıvrak kalemiyle İstanbul’un bu “antika” tipleri arasında geziniyor. Her birini ince ince allayıp pullayarak tanıtıyor ve 20. yüzyıl başı İstanbul’unun şehir hayatına dair keyifli bir okuma sunuyor.
Bugüne kadar gazete sayfalarında kalmış bu eğlenceli yazılar nihayet günümüz okuruyla buluşuyor.
“[Mahmut Yesari’nin] asıl kıymeti hayatında kavranmış değildir, ölümünden ve nesillerden sonra değeri artacak ediplerdendir.” -Refik Halid Karay
“Mahmut Yesari, kendisinde ve benzerlerinin şahsında zürriyeti kurumaya yüz tutmuş bir bohem neslinin son mümessillerindendi. (…) Mahmut Yesari’nin ölümü, Türk edebiyatını ve gazeteciliğini benzeri az bulunur bir rikkat ve fazilet örneğinden mahrum bıraktı.” -Peyami Safa
22. Yasa Kitabı ve Yalanlar Kitabı (Aleister Crowley / İthaki Yayınları)
“Aleister Crowley, 20. yüzyılın en büyük büyücüsüdür.” –Alan Moore
Yirminci yüzyılın en tartışmalı şahsiyetlerinden biri olan İngiliz okültist Aleister Crowley pek çoklarına göre sahte bir peygamber hatta bir şarlatanken, belirli bir kesim için ise bir yol göstericiydi. Kurduğu Thelema diniyle müritler toplayan yazar, sıradışı büyü öğretileri ve dini ritüelleriyle yaşamış en büyük okültistler arasında kendine yer buldu. Crowley’nin tam manasıyla nasıl bir insan olduğunu söylemek mümkün olmasa da “Dünyanın En Kötü Şöhretli Adamı” lakabını hak edecek işler yaptığı yadsınamaz.
Bu edisyonda Crowley’nin felsefesinin temelini oluşturan iki kitap birlikte yayımlanıyor. Üç bölümden oluşan Yasa Kitabı’nda Crowley, kendisine Kahire’de Aiwass adındaki kutsal bir varlık tarafınca dikte ettirildiğini iddia ettiği kuralları yazıya döküyor. Yalanlar Kitabı’nda ise Kabalistik öğretideki karşılıklarına göre numaralandırılan; talimatlardan, şiirlerden ve ritüellerden oluşan 91 maddelik metinler bir araya geliyor. İki kitaba da Crowley’nin yıllar sonra eklediği açıklayıcı yorumlar ve tefsirler eşlik ediyor.
23. Açık Unutulmuş Mikrofon (Handan Acar Yıldız / Ketebe)
Üçüncü öykü kitabı Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ‘’2015 Yılının En İyi Hikâye’’ kitabı seçilen Handan Acar Yıldız, kalbi kırık ama yenilmeyen insanların hikâyesini anlatıyor. Dargın ama hayatın içinde kalmak, hayatta kalmak konusunda ısrar eden, bütün çelişkileriyle yaşamı duyumsayan ama vazgeçmeyenlerin… Kahramanların ölümünden bahsedilen yaşadığımız bu çağ, kendine has kahramanlar üretiyor olamaz mı? Yıldız, işte tam da bu gerilimli ipin üzerinde temkinli ve kararlı bir arayışla sürdürüyor hikâyesini. “Babamın beyni kanamış. Ve durmamış. Çok kan akmış ama içeriye. Allah, bu gün ölmesi gereken binlerce babadan birinin de benimki olmasını takdir etmiş. İtiraz etmeden ölmüş babam. Amcamın ses tonundan anladım. Onun sesine de yansımış itirazsızlık. Her anî ölüm kadar uysalmış babamın ölümü. İtirazını, bana miras bırakmış. Hazıra dağ dayanmaz, çarçur etmeyeyim mirasımı dedim. Sıktım dişlerimi. Yumruklarımı da…”
24. Yaralı Erkeklikler-12 Mart Romanlarında Yalnızlık Yabancılaşma ve Öfke (Çimen Günay Erkol / Ayizi Kitap)
“Sayfalar çiçekli süslerle çevrelenmiş. […] Sesli okuyorsun: Lütfen biraz dikkat et/Kirlenmesin defterim/Yazdığım bu şiirler/Gamlı hayatım benim. Altında da kocaman bir yazıyla: ‘Bunu yazan Nuri’ […] Yedi sekiz yaşlarda bir çocuk saflığı içinde yazılmış ilkel şiirlerle dolu defteri kolunun altına sıkıştırıp çıkıyorsun.”
“12 Mart romanları” olarak etiketlenen bir dizi metin, aralarındaki farklılıkların görmezden gelindiği tekil bir imaj odağında değerlendirildi. Bu romanların içerdiği ciddi cinsiyet tartışmaları genellikle gözden kaçtı. Oysa hem kadın hem erkek yazarların romanlarında, kadınlığa ve erkekliğe ilişkin önemli tartışmaların izleri, ipuçları vardı. O kadar ki, bu metinlerin bazıları bütünüyle birer cinsiyet tartışması olarak okunabilirdi.
Çimen Günay Erkol, böyle bir okuma yaparak bizi bildiğimizi düşündüğümüz bu edebiyatla yeniden tanıştırıyor. Yaralısın’ı, Büyük Gözaltı’yı, Bir Düğün Gecesi’ni, İsa’nın Güncesi’ni, Şafak’ı… yeniden keşfediyoruz.
25. Kivamini Tutturamaduk (Recep Memişoğlu / Ayrıntı Yayınları)
Kivamini Tutturamaduk, dünyayı değiştirme çabasına Rize’den katılan devrimcilerin mütevazı bir hikâyesi. Recep Memişoğlu’nun da içinde olduğu ve harcına emek verdiği bir imecenin hesapsız, kitapsız, içten, samimi ve pazarlıksız fotoğrafıdır. Bu kitabın kahramanları onları doğuran toprağın çocukları olduklarını hiç unutmadılar:
“Dünyayı güzellik kurtaracak” elbette… Ama biz onun yanına mücadele ve direnişi koyamadığımızda, o güzelliğin kurtaracağı dünya ezilenlere ait olmayacaktır. İnsandan bahsetmek kaba bir hümanizma içinde kaybolmak değildir. Belki “ağlamak da insanidir” ama dünyayı sadece ağlayarak değiştiremezsiniz. Değer verdiğin şeyi ne pahasına olursa olsun savunacaksın, koruyacaksın ve hayat getirip önüne koyduğunda o gülün doğrudan dikeni olacaksın!