Herkes en iyi kendini anlatır. Eğer bir mülteci hikayesi dinleyeceksek, bunu bir mültecinin sesinden dinlemek, onun kaleminden okumak sanırım en iyisi. Bir başkası onlar hakkında ne çok anlatırsa anlatsın, o sıkıntıyı yaşayanı kadar aktaramayacaktır.
Türkiye’de bir mülteci sorunu var mı yok mu tartışılır. Son yıllarda Suriyeli mültecilerin ilk hedefi olan Türkiye’de aslında mülteci olmak yeni bir kavram olmasa da hep göz ardı edildi. Çünkü azdı ve bu ülkede bir şeyden az varsa o görmezden gelinir. Ancak Suriye’de yaşanan iç savaşın ardından mültecilerin sayısı milyonları bulmaya başlayınca ve özellikle büyük kentlerde bu durum bir problem haline gelmeye başlayınca bu kavram dikkatimizi çekti.
Bulunduğumuz yerde rahat koltuklarımıza uzanıp nutuklar attığımız o insanlar, bir sebepten buradalar. Biz kendimizce burada olmamaları için sebepler sıralarken, hiç onların gitmemek için sıralayacağı sebeplere kulak kabartmadık.
Türkiye’de mülteciler ne istiyor bilmiyoruz ancak mülteci olmak zor… Bunu ABD’de yaşayan bir mülteci anlatıyor; Viet Thanh Nguyen. Peren Gülmez’in çevirisini yaptığı ve Kafka Kitap’ın okurlarla buluşturduğu 2017 Asya/Pasifik Asıllı Amerikalılar Edebiyat Ödülü sahibi Mülteciler kitabında Nguyen, bize insanların kendi topraklarının dışında neler yaşadıklarını gösteriyor. Okuduğunuzda hiç biri muhtemelen size acı tecrübelermiş gibi gelmeyecektir ancak yine de bir farkındalık yaratıyor bu kitapta yer alan öyküler.
“Mülkiyetin her şey sayıldığı bir ülkede, bizim sadece hikayelerimiz vardı.”
Kitabın içinde beni en çok etkileyen cümle bu olmuştu. Aynı cümle kitabın kapağında da yer alıyor. Ülkesinden bir sebeple ayrılmak zorunda kalan insanların öykülerini okuyorsunuz kitapta. Bu kez karşımızda Suriyeliler değil Vietnamlılar var. Ve merak etmeyin, olaylar ABD’de geçiyor. Aslında bir ‘olay’ var mı derseniz yok, sıradan günlük yaşantılar işte.
Kimisi henüz bebekken ailesi göç etmek zorunda kalanların çocukları. Bunları şanslı görebilirsiniz. Onlar geldikleri ülkenin kültürüne ailelerine göre daha iyi uyum sağlıyorlar ancak bu kez ailelerine yabancılaşıyorlar. Diğer yandan bir de kendi kararları ile ABD’de olanlar var. Onlar ise yeni bir hayata başlıyor ve burada gördükleri, deneyimledikleri şeyleri aileleri ile bile paylaşamıyorlar. Çünkü artık onlar farklılar. Nguyen öykülerinde bu arada kalmış insanların deneyimleri üzerinden kimlik, aile, yuva, göç ve Amerikan rüyası temalarını işliyor.
Ailelerine, ülkelerine, kültürlerine yabancılaşan ancak yeni ülkelerinde de kabul edilmeyen mültecilerin hikayeleri bir nebze 1960’lı yıllarda Almanya’ya işçi olarak giden Türklerin, İspanyolların, Yunanların ya da diğerlerinin durumu ile benzerlik gösteriyor ancak aynı değil. Onlar kendi tercihleri ile gitmişlerdi, mülteciler ise bir tercih yapmak zorunda kalanlar.
İstanbul gibi kentlerde mültecilerle bir arada yaşarken, biraz daha onları anlamaya ihtiyacımız var. Hele hele Türkiye’deki çoğunluksever bakış açısını dikkate alırsak… Bir ırkın mensubu fazla ise az olanı, iktidarın mensubu fazla ise muhalif olanı, aynı düşüncedekiler fazla ise farklı düşünenin yok sayıldığı ya da ‘küçük engeller’ olarak görüldüğü bu topraklarda insanların dertleri ile dertlenmeseniz de onları anlamaya çalışın.
Çünkü mülteciler sadece insanca yaşamak istiyor.
“Göz seviyesinde Arthur’u kolilerin üstüne mavi keçeli kalemle yazılmış güzel ve egzotik isimler karşılıyordu: Gucci, Jimmy Choo, Hedi Slimane, Arthur ve Norma, Rodeo Caddesi’nde butiklerin vitrinlerine bakarken ve Bloomingdale’s mağazasında bu isimlere denk geldiklerinde içi geçirir, tezgahtarlar onlara burun kıvırdıklarında da orada istenmediklerini anlarlardı.”