Savaş… Savaş… Savaş…
Her yerde savaş…
Paris’ten Berlin’e, Viyana’ya, İstanbul’a Moskova’ya, Tiflis’e, Tebriz’e kadar…
İnsanın doyumsuzluğu savaş zamanlarında mı ortaya çıkar? Yoksa hep doyumsuz, hep her şeye sahip olmayı isteyen, dünyanın yalnız ve yalnız kendi istediği gibi olmasını isteyen canlılarız da bu yönümüzümü bastırırız?
Biz ne istiyoruz?
Dünyanın bütün karaları ve denizlerini mi? Bütün dinlerini? Yaşayan, yaşamış ve ölmüş bütün insanları, milletlerini?
İnsanın en çirkin halidir savaş. Ne zaman ve kim için olursa olsun. Ama zor.
Bir de savaş çığırtkanlarına karşı geliyorsanız, ezilene, sömürülene arka çıkıyorsanız vay halinize. O zaman yandınız işte!
Miheil Cavahişvili’yi en iyi açıklayacak kelime ‘Muhalif’ olur sanırım. Çarlık Rusya döneminde, Bolşevikler zamanında, hatta yaşasa bugün belki de, yine muhalif. Bu yüzden de bir türlü sevilmedi ve muhtemelen sevilmek için bir çabası da olmadı.
Sağlıklı mıydı, hasta mıydı, bilmiyoruz fakat 57 yaşında, içinde büyük bir sıkıntıyla kurşuna dizildi. Çarlık politikalarını hep eleştirmişti aslında. Hem de savaş yıllarında…
Cavahişvili Gürcistan’ı seviyordu ve bunun için Bolşevikler ülkesini işgale geldiğinde yine sesini çıkardı. Çok kez ülkesinden, doğduğu şehir olan Tiflis’ten uzaklara sürgün edildi. Tutuklandı, iki kez idama mahkum edildi, bir kere öldü.
1925 yılında Lambalo ve Kaşa adlı romanını yayımlayan Cavahişvili, Kızılhaç görevlisi bir Gürcü Doktor’un ağzından Meşhedi Hasan, Kaşa Lazare, Piskopos Pavel, Meşhedi İzzet, İtimadü’d-Devle, Zekiye gibi karakterlerin hikâyelerini anlatırken aslında I. Dünya Savaşı yıllarında hem toplumun ruh halini hem de Çarlık Rusya’nın, İran’ın durumuna da vurgu yapıyor.
Kitapta kendi sınırları içinde bile kontrolü kaybetmiş bir İran’ı ve bölgede ağırlığını özellikle din politikaları ve cezalandırma üzerinden kurmaya çalışan bir Çarlık Rusya’yı izlerken, bu politikaların insanlar üstünde nasıl bir etkisi olduğunu acı bir şekilde görüyoruz.
Eğer bir yerde kontrol kaybedilmiş ve insanlar ayrışmışsa, kaosu yönetmenin tek yolu olarak ise din ve ırk üzerinden politikalar üretiliyorsa, işte orada insanlığın kırıntılarını aramaya başlıyoruz mecburen.
Bir filmi izlerken ağlamışlığınız vardır elbette, peki bir kitabı okurken?
Meşhedi Hasan’ın güzel sesiyle ve büyük bir keyifle “Lam-ba-looo…” ve “Vinogra-a-ad” diye bağırışları kulaklarımda canlanıyor bir anda, sonra kırbaçlanışı, acıya dayanamayıp bayılması, tüm bunlara rağmen Kaşe Lazare’nin tüm gücüyle indirdiği kırbaç darbeleri…
Ve ölüm.
Güzel hikayelerin nereden çıkacağı bilinmez, sonu her zaman güzel bitmese de. Kafamızı biraz etrafımıza çevirdiğimizde göreceğiz, bu coğrafyanın güzel hikayelerini.
Cavahişvili dilinin döndüğünce gözlemlediklerini anlattı hikayelerinde. Belki de edebiyatla insanları uyandırmayı denedi. Henüz 57 yaşında susturulmasaydı kim bilir daha neler anlatacaktı.