1. Dracula (Bram Stoker / İthaki Yayınları)
“Edebiyattaki yaratıklar arasında beni en çok korkutan her zaman Dracula oldu. Muhtemelen de daima Dracula olacak.” —Stephen King
Yayımlandığı günden beri en çok okunan romanlardan biri olan, kötülüğe karşı verilen mücadelenin gerilim dolu kayıtlarını tutan Dracula, Bram Stoker’ın eşsiz hayal gücü ve incelikli hikâye anlatıcılığının zamana meydan okuyan ürünü. Bir yandan da ölümsüz bir aşk öyküsü…
Popüler vampir mitinin temellerini oluşturan eserde hukukçu Jonathan Harker’ın Transilvanya’ya, Kont Dracula’nın şatosuna yaptığı yolculukla başlayan dehşet, denizi aşarak Londra’nın sokaklarına dek ulaşır. Yaşadığı dönemin ahlakçı ve bilimci ütopyacılığını, kana susamış bir vampirin şahsında ustalıkla eleştiren Stoker’ın unutulmaz karakteri Kont Dracula’nın korku senfonisi de böylece başlar.
Kapağı hafifçe kaldır… Kıpkırmızı dudaklarıyla Kont birazdan seninle görüşecek.
Neil Gaiman’ın önsözüyle.
2. Selimiye Mektupları (Yılmaz Güney / İthaki Yayınları)
“Sevgili çocuk, demir yürekli kadınım! Korkular, acılar ve zulüm yenilecektir bir gün… İnsanoğlunun yıkılmaz inancı ezecektir vahşeti… Mutlaka ezecektir… İnsanları taş duvarlar, demir parmaklıklar arasında terbiye etmeyi, onların düşüncelerini önlemeyi düşünen anlayış yıkılacaktır… Taş duvarlar, kelepçeler, zincirler, demir kapılar yok olacaktır…
Sevgili… Bahar bütün kuşları, çayırları ve çiçekleri ile geldi… Bahar biziz sevgili, biziz baharı yaşatan… Bahar yeni baharlara varacak içimizde… Ağaç, kuş, çiçek bizimle güzeldir sevgili… Çünkü ona can veren biziz…
Otuz sekiz yaşım, ranzam ve taş duvarım…
Parmaklığım… Kelepçem… Kırlangıç kuşları ve
Oğlum ve karım ve anam… Hepiniz… Merhaba!”
5 Nisan 1974 —Yılmaz Güney
Selimiye Mektupları, siyasi görüşleri ve eylemleri gerekçe gösterilerek 1972-1974 yılları arasında mahkum edilen Yılmaz Güney’in Selimiye Cezaevi’nden eşi Fatoş Güney’e gönderdiği umut, inanç ve aşk dolu mektuplarını içeriyor. Bu mektuplar; taş duvarlar ve demir parmaklıkların düşünmeye, üretmeye, aydınlık yarınlara inanmaya engel olmadığının, umudun yeşerebilmesi için önemli olan tek şeyin boyun eğmeyen bir baş olduğunun altını çizen yiğit bir adamın, Çirkin Kral’ın mektupları.
3. Hiçbir Şeyi Sorun Etme (Jiddu Krishnamurti / Ganj Yayınları)
Bu sohbetlerde Krishnamurti, insan sorunlarının derinlerine inmekte, bu süreçte “uzmanlık” ve “insanoğlu” arasındaki en ilginç farkları ortaya koymaktadır. Kendimizi öncelikle uzman, sonrasında insan olarak görüp görmediğimizi sorgulamaktadır. Eğitimimiz bizi genelde, ta çocukluğumuzdan beri fiziksel problemleri çözmeye eğitmiş olması bakımından, bu konuda uzman haline getirir. Beynimiz böylelikle problem çözmeye şartlanır ve aynı mantığı psikolojik alana da taşır ve bu nedenle her duruma, her duyguya çözülmesi gereken korkunç bir problem gözüyle bakar. Problem-çözen zihnin asıl yapısı kendini problem yaratan zihin olarak görememesidir ve bu sebeple problemlerinin sonunu getiremez. Farklı bağlamlarda, çeşitli örnekler sayesinde Krishnamurti tekrar tekrar o büyük anlayışına geri dönmektedir: Hayatta hiçbir şeyi sorun etme.
Krishnamurti çoğunlukla kurmuş olduğu okulların öğretmenlerini işaret etse de kitapta herkes için bir şeyler bulunmaktadır; yeni bir eğitim sistemiyle ilgilenenler, ebeveynler, Vedanta veya Budizm bilgeleri, psikologlar, sıradan dünyalarında yaşayanlar, inanç arayışındakiler…
4. John Delahunt-Bir Cinayetin Hikayesi (Andrew Hughes / Can Yayınları)
Dublin, 1841. Aralık ayında soğuk bir sabah. Küçük bir oğlan çocuğu tatlı sözlerle kandırılıp annesinin yanından alınıyor ve vahşice katledilmiş olarak bulunuyor. Yoksulluk, eşitsizlik ve siyasal istikrarsızlığın egemen olduğu kentte işlenen onlarca elim cinayetten biri, ama diğerlerinden farklı olarak halkı galeyana sürüklüyor. Çünkü John Delahunt adında sorumsuz bir öğrenci olan katil, aynı zamanda Dublin Kalesi’ndeki istihbaratçıların ücretli muhbiri. İşin tuhafı, katil ne işlediği cinayetten pişmanlık duyuyor ne de alacağı cezadan korkuyor. Hücresinde idam gününü beklerken serinkanlılıkla hikâyesini kaleme almayı seçiyor.
Tarihî bir araştırma yaparken tesadüfen bu olayın belgelerini bulan Andrew Hughes, 1841’de geçen hikâyeyi Dickens’vari bir atmosferde ve gotik edebiyata yaraşır bir dilde aktarmayı ustalıkla başarmış.
5. Danimarka Demiryolları (Peder Frederk Jensen / Kalem Kültür)
Peder Frederik Jensen, Kopenhag’a gidip gelirken trende yazdığı Danimarka Demiryollan’nda ilhamını anlık görüntülerden alan hikayelerle okuyucuyu postmodern bir yolculuğa çıkarıyor. Jensen, Danimarka’daki her kesimden insanı kapsayabilecek bir seçki sunuyor, birkaç saatliğine bu insanların salonlarına, mutfaklarına, garaj ve bahçelerine konuk oluyor.
Boşanma, ölüm, hastalık, seks, çocuksuzluk, nefret, aşk, ayrılma ve kavuşma kavramları arasında dolaşan yirmi beş hikayelik bir Danimarka seyahati!
6. Oltalarımıza Havai Fişekler Takıldı (Karen Köhler / Kalem Kültür)
Hepimiz dünyamız parçalanıyor gibi hissettiğimiz anlar yaşadık ve görünürde sığınacak bir limanımız da yoktu belki. Karen Köhler’in karakterleri de bu histen muzdarip.
Genç kadın delicesine susamış bir halde Ölüm Vadisi’nde benzin istasyonunun yanındaki bir taşın üzerinde oturuyor. Bir Kızılderili gelip kendisine yardım etmeye çalışınca halüsinasyon gördüğünü düşünmeye başlıyor. Birlikte hamburger yiyor, kumar oynuyor ve film setini andıran bir motele gidiyorlar, artık yaşananlar o kadar da gerçeküstü değil.
Karen Köhler’in öyküleri, okuyucuyu Batı Avrupa’nın melankolik sokaklarından alıp çöllere ve hatta Sibirya yabanlarına götürüyor.
7. Kafa (Elçin / İş Bankası Kültür Yayınları)
Elçin Kafa romanında kendine has, etkileyici üslubuyla bir cephesiyle masal diyarı, diğer yanıyla romantizme büsbütün uzak gerçeklerin ve kanlı olayların ülkesi Güney Kafkasya’da 1800’lerde Rusya’nın da dahil olduğu çatışmaları ve tarihi olayları ele alıyor. Bunu yaparken de başköşeye “Elçince” ahlaki sorunları yerleştiriyor: İyilik ve kötülük, cefa ve merhamet, bireyin devletle ilişkisi, insanın davranış ve sözlerinden sorumluluğu, anlaşmazlıkların, çekişmelerin yol açtığı dramlar. Elinizdeki roman tarihi bir belgeselden ziyade keskin, kusursuz bir felsefi eser.
8. Kiracı-Sisli Bir Londra Hikayesi (Marie Belloc Lowndes / Panama Yayıncılık)
Sherlock Holmes kadar gizemli, aynı zamanda sarsıcı bir psikolojik gerilim.
Maddi gücü tükenme noktasına gelmiş çaresiz bir çift, kimsenin uğramadığı pansiyonlarına gizemli bir adamın gelmesiyle umutlanır. Kapılarını çalan bu centilmen, parasız ve sefil geçen günlerinde adeta tünelin ucundaki ışık olmuştur. Özellikle Bayan Bunting, koyu bir dindar olması nedeniyle ondan son derece etkilenmiştir.
Derken Londra sokaklarında peş peşe cinayetler işlenmeye başlar. Polis olayları bir türlü aydınlatamazken, Londra sokaklarını saran sis, cinayetlerin üzerini de adeta bir perde gibi örter. Kendini “Kindar” olarak adlandıran cani katil, kurbanlarını özellikle kadınlardan seçmekte ve izini ustaca kaybettirmektedir. Tüm Londra halkı gibi ev sahipleri Bay ve Bayan Bunting de olaylar karşısında sarsılırken içleri şüphe ve korkuyla dolar. Ne var ki her biri, diğeriyle paylaşmaya çekindiği korkunç hislerle kendi kendine baş etmeye çalışır. Acaba kurtuluşları olan bu silindir şapkalı ve siyah pelerinli kiracıları, gerçekten de sandıkları kadar centilmen midir?
Yazar Marie Belloc Lowndes’in Karındeşen Jack cinayetlerinden esinlenerek kaleme aldığı Kiracı, karanlık atmosferi ve merak uyandırıcı kurgusuyla okuyucuyu içine çekiyor. Alfred Hitchcock tarafından filme uyarlanan eserin her sayfasında şüphe, korku, merak ve heyecan duyacaksınız.
9. Sevgili Kedimin Beş Canı (Joanne Rocklin / Altın Kitaplar)
Kaybetme ve ayrılık korkusuyla baş etmeyi irdeleyen sevgi dolu bir roman… On yaşındaki Oona ve beş yaşındaki erkek kardeşi Fred’in çok sevdikleri Çarli isimli kedileri bir gün hastalanır ve onu veterinere götürmek zorunda kalırlar. Bu duruma çok üzülen iki kardeş, kedilerinin kendi evinde daha hızlı iyileşeceğini düşündüklerinden duruma el koyar ve onu kaçırıp eve getirirler. Dört gözle onun iyileşmesini beklerken, kardeşinin üzüntüsünü hafifletmek isteyen Oona, Fred’e kedilerin dokuz canı olduğundan bahseder. Çarli’nin şu an beşinci hayatını yaşadığını söyleyerek onun önceki yaşamlarını anlatmaya koyulur. İnsanlar, kediler ve seyahat eden canlar hakkında iç içe geçmiş sıcacık öyküler…
10. Yaşam Tüneli (Cemal Çağlı / Chiviyazıları Yayınevi)
Yaşam tüneli, eğitimin insanlığı geleceğe taşıyacağı bir tünelidir. Eğitimin aydınlığında çıkışa kadar pes etmeden, yorulmadan ve geriye bakma ihtiyacı hissetmeden gidilebilecek çok uzun bir yol. Demokratik, laik bir gelecek için, daha refah yaşam için, eğitimin öneminin bilincinde yaşam tünelinde girdik. Karanlığın sonunda ışık görünüyor olsa da ülke olarak siyasal iktidarların bilinçli tercihleriyle geriye, daha da gerilere doğru yol alıyoruz… Dünya bir yandan ileriye doğru giderken, bilimsel deneyler gelişmelere her gün bir yenisi eklenirken Türkiye’de eğitim, Darwin’in “Evrim Teorisi”nin ve Marx’ın müfredattan çıkarıldığı bir noktaya getirildik. Girişi kolay, çıkışın dipsiz bir karanlık olduğu tünele sokuldu toplum; nefesi kesilsin, umutları tükensin ve teslim olup biat etsin diye. ramların hikâyelerine tanık olacaksınız…
11. Mutluluk Fotoğrafı (Richard Yates / Yapı Kredi Yayınları)
Richard Yates’in en önemli romanlarından Mutluluk Fotoğrafı’nda, anne babaları erken yaşta boşanan Grimes kız kardeşlerin hayatını çocukluklarından başlayarak takip ediyor, bambaşka kadınlara dönüşmelerini izliyoruz. Kendini mutsuz bir evliliğin içinde bulan Sarah’ya karşılık, özgür ruhlu Emily bir aşktan öbürüne savrulacak, yalnız bir kadın olarak ayakta kalmaya çalışmanın bütün zorluklarını göğüslemek zorunda kalacaktır.
Amerikan rüyasının ve bu rüyanın altında ezilenlerin, birbirine sevgi kadar mutsuzlukla da bağlanan ailelerin, ümitlerin ve hayal kırıklıklarının yazarı Richard Yates, keskin bakışını bu kez kadınların hayatlarına ve hayallerine çeviriyor.
Richard Yates’in en iyi romanı. İlk cümlesinden son cümlesine dek bayıldım. —Joan Didion
Flaubert’den bu yana çok az erkek yazar, hayatı cehenneme dönmüş kadınları bu kadar iyi anlamıştır. —Kurt Vonnegut
12. İyi Bir Güneş (Ece Ayhan / Yapı Kredi Yayınları)
İkinci Yeni’nin hırçın sesli şairi Ece Ayhan’dan bu kez yalın, duru bir üslupla örülmüş öyküler.
Bir taksi çevirdim. Yorgundum. Eve geldik. Püsküllü Belâ’nın yanımda olduğunu düşünemiyordum. Miss Lu’nun kalan çiçeklerinin arasından geçtik. Püsküllü Belâ kadınlığı üzerinde ışıkları yaktı. Perdeleri çekti. Soyunup yattık. Beni çok seviyormuş. Çıldırıyormuş benim için. Hadi, dedim. Sonra yıkanıp yattık.
Yakınımızdaki evlerden birinde sinsi sinsi Gounod’nun Bir Kukla İçin Marşı çalınıyordu. Ancak duyabildim. Yastığımın serin beyaz örtüsüne yerleştirdim kafamı. İyi bir güneş görmek istiyordum sabahleyin. İyi bir güneş. Sevgili Miss Lu’nun çiçeklerini soldurmıyan. Miss Lu için. İyi bir güneş.
İyi Bir Güneş, Ece Ayhan’ın beşi 1956-1958 yılları arasında Yenilik, Seçilmiş Hikâyeler, Dost dergilerinde yayımlanmış, ikisi sağlığında yayımlamayı tercih etmediği toplam yedi öyküsünü, Ahmet Soysal’ın Önsöz’ü ve Tunç Tayanç’ın Sonsöz’ü eşliğinde bir araya getiriyor.
13. İran Seyahatnamesi-10.Yüzyıl’da Kafkasya’dan Farz Körfezine Yolculuk (Ebu Dülef / Kronik Kitap)
10. yüzyıl İran coğrafyasına masalsı bir seyahat…
Seyahatnameler bir seyyahın kişisel gözlemlerinden çok daha ötesidir. Bir seyahatname okuru, hem o zamanın coğrafyasına yolculuk yapmış olur hem de o coğrafyanın insanını, iklimini, ticaretini, inançlarını, geleneklerini ve diğer niteliklerini keşfeder. Dolayısıyla seyahatnameler bir tarih kitabından ziyade tastamam bir rehber kitaptır.
Türk tarihçiliğinin efsane ismi Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan ile birlikte 1922 yılında Horasan topraklarına doğru yola çıkarlar. Seyahat esnasında, bir seyyah, edebiyatçı ve doğabilimci olan Ebu Dülef Mis’ar bin Mühelhil el-Hazrecî Yenbuî’nin Sâmânoğulları döneminde kaleme alınan bir eserini bulurlar: İran Seyahatnamesi (Rihle fî Vasati Asiya).
Ebu Dülef, günümüzde İran, Afganistan, Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye sınırlarında bulunan topraklar üzerinde seyahat etmiş, bu coğrafyaların tarihinden efsanelerine, madenlerinden şifalı bitkilerine, âdetlerinden yaşayışlarına dek notlarını eşsiz bir üslupla kaleme almış çok önemli bir seyyah. İran Seyahatnamesi ise yazıldığı dönemin coğrafyası ve insanları üzerindeki bilinmezlik bulutlarının dağıtılması ve bir süre sonra bölgede kurulacak Selçuklu hâkimiyetinin vaziyeti hakkında çok kritik ipuçları vermesi açısından başvuru niteliğinde.
Türkçeye ilk kez kazandırılan bu eser, genç tarihçilerimizden Serdar Gündoğdu tarafından titizlikle çevrilmiş, bunun yanı sıra Ebu Dülef’in verdiği bilgilerle diğer önemli seyahatnameler karşılaştırılmış, ilave notlar eklenmiştir. Tarihin, coğrafyanın ve seyahatin buluştuğu bu kitap, objektif verilerin çok az olduğu, adeta masalsı bir dönemin bilimsel bir aydınlığa kavuşması yolunda bir nadir kaynak statüsünde.
14. Türk Savaş Sanatı-Kutadgu Bilig’e Göre (Erkan Göksu / Kronik Kitap)
Türk tarihçiliğinin son dönemdeki en önemli isimlerinden Erkan Göksu, Sun-Tzu’nun Savaş Sanatı’ndan aldığı ilhamla Türklerin mesleği olan savaşın, düşünce boyutundaki izini sürüyor.
Kitap ilk olarak savaş ve sanatına dair nitelikli ve incelikli bir araştırmanın sonucu olarak şiddet olgusundan başlayıp Sun-Tzu’nun eserinin yansımalarına, bir İslam/Türk Savaş sanatının varlığına ve Türklerin savaşa nasıl baktığına dair en veciz ifadeleri barındıran Kutadgu Bilig’den önce savaş üzerine yazılmış eserlere eğiliyor. Ardından Kutadgu Bilig’in hikmetli satırları arasına gizlenmiş olan Türk savaş sanatını da tüm sırlarıyla beraber meraklı zihinlere sunuyor.
11. yüzyılda Yusuf Hâs Hâcib tarafından kaleme alınan Kutadgu Bilig, Türk devlet ve toplum düşüncesini en açık ve sade şekilde yansıtan eserlerin ilkidir. Bu eser Türklerin ahlâk, siyaset ve hukuk anlayışlarını son derece felsefî bir derinlikle, kendine has üslubuyla anlatır. Kutadgu Bilig’de savaş, “bilgisiz ve kötülere, anlaşmak istemeyen, adaletsizlik yapan düşmanlara karşı başvurulacak son çare” olarak değerlendirilir. Yusuf Hâs Hâcib bu eserinde savaşa dair görüşlerini sunarken Türklerin savaşla olan ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine oldukça zengin bir perspektiften bakar.
Erkan Göksu da bu 1000 yıllık eserden yola çıkarak Türk savaş düşüncesi üzerine titizlikle yaklaşıyor ve daha önce benzeri görülmemiş bir kaynak ortaya çıkartıyor. Bu eser tarih boyunca en korkulu savaşçı milletler arasında anılan Türklerin savaşa nasıl baktıklarını, savaşın öncesinde ve sonrasında önem verdiklerini, savaş sırasında nasıl davranmaları gerektiğini bilge Yusuf Hâs Hâcib’in Kutadgu Bilig’inde geçen hikmet dolu ifadelerle aktarıyor.
Türk Savaş Sanatı, ilk cümlesinden son cümlesine dek her yönüyle ilham veren bir çalışma.
15. Aynı Daldaydık (Kutub Şimşek / Karakarga Yayınları)
Batı’daki çocukla Doğu’daki çocuk farklı birbirinden. Kentteki ve köydeki çocuklar da öyle. Doğu’nun kendine açılıp kapanan sınır topraklarındaki gençlikten çıkan hikâyelerse sadece farklı değil. Hasretleri, umutları, duvarları, bıkkınlıkları ve alışkanlıklarıyla tek başına, görünmez, yakalanamaz ve uçlarda. Yine de “bölgenin” güçlü mizahıyla ayakta durmayı, yürümeyi başarıyor. Kutub Şimşek’in öyküleri, yanaklarımızı sınırdaki tellere yapıştırıyor. Bizi, birbirimize yakınlaştırıyor.
“Kutub Şimşek, uzaktakilerin sadece televizyondan gazeteden duyduğu; sürekli kanayan bir coğrafyadan, samimi ve birinci dilden hikâyeler anlatıyor. Ve anlaşılıyor ki bu hikâyeler, hiç de televizyonda gazetede anlatıldığı gibi değil. Madalyonun öteki yüzünü de görmek isteyenler için.” —Metin Üstündağ
“Kutub’un hikâyeleri konfeti saçan bir yanardağ gibi. Doğal, gerilimli, şaşırtıcı… Ve bir parçası mutlaka size ulaşıyor.” —Murat Menteş
16. Su: Hayat Veren 2 Damla (Abdullah Aysu / Epos Yayınları)
Hayat suda başladı. Bütün canlılar hayatlarını suya borçlu. Fakat su, insanların kullandığı kimyasal maddeler nedeniyle hızla kirleniyor. Son 200 yılda doğanın milyarlarca yıllık su birikimi sanayi çöpleriyle kirletildi. Son 25 yılda ise iklim değişti ve su döngüsü bozulmaya başladı. Doğanın ürünü olan su, şişelenerek alınıp satılmaya başlandı. Çünkü temiz su varlığı azaldı. Suyu kurtarmamız ve temizlememiz gerekiyor. Kurtarmak için de öğrenmek gerekiyor.
Uluslararası alanda ekoloji, tarım ve yaşam savunucusu olan Abdullah Aysu bu kitapta, insanlığın kendisine hayat veren su ile sınavını, insanlığın gelecekte neler yaşayacağını, suyu kurtaracak çözüm önerilerini ve ekolojik dengenin nasıl korunacağını anlatıyor.
“Ben suyum. Çocuklar ve gençler tarafından barış için kullanılacağımı biliyorum. Ben suyum, tıpkı çocuklar ve gençler gibi geçmişten kalan bir şey değil geleceği simgeleyen bir ümidim.”
Minerva’nın Genç Baykuşu
Minerva’nın Genç Baykuşu adını verdiğimiz dizide, kavramları ve olguları ilk gençlik çağındaki bireylere anlatıyoruz: Sanat, Demokrasi, Su, Barış, Kuantum, Allah, Ahlâk, Etik, Sosyal Medya, Ekoloji, Tarım, Ayrımcılık, Feminizm, Veganlık, Milliyetçilik, Şiddet, Flört Şiddeti ve daha birçok-birçok kavram…
Buradan yola çıkarak hem ülkemizdeki hem de dünyadaki sorunların kaynaklarını anlayabileceğimizi ve anlamlandırabileceğimizi düşünüyoruz.
Neden Minerva’nın Genç Baykuşu? Minerva’nın Baykuşu bilginin taşıyıcısıdır. Her kavram insanlığın ortak yaşamla, ortak tarihle deneyimlediği bilgi üstüne kurulur. Baykuş bu yaşanmış bilgiyi taşır. Bu bilgi temeldir. Her genç insan da bu dünyanın temelidir. Her genç insan “olgunlaşmamış” bir hayatla buluşur, her genç insan kendisinin olgunlaştıracağı, müdahale edebileceği ve sadece kendisinin değiştirebileceği bir hayatla buluşur. Her genç insan için hayat yeni başlamaktadır, “gün daha yeni doğmaktadır.”
İlk gençlik çağı, yeni günün, daha doğmakta olan güneşin, o yeni günün bilgisini taşıdığı için dizimize Minerva’nın Genç Baykuşu adını verdik.
Birçoğu akademisyen olan dizi yazarlarımız, yaşadığımız ülkenin sorunlarının çözümü için enerji harcayan, risk alan, bedel ödeyen, çaba harcayan duyarlı insanlar. Yazarlarımızın uzmanlıkları hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda kabul edilmektedir.
Birikimlerinin herkese ulaşması için yazdılar.
Minerva’nın Genç Baykuşu dizisindeki kitapların bir kısmı 9 yaş bir kısmı da 12 yaş üstü gençlere yöneliktir. Elbette dizimiz, giriş niteliğindeki bilgiye ulaşmak isteyen herkese açıktır.
İyi okumalar.
17. Yolcu 23 (Sebastian Fitzek / Pegasus Yayınları)
Her yıl onlarca kişi gemilerde kayboluyor. Üstelik arkalarında bir iz bile bırakmadan. Onlar Yolcu 23’ler. Bu da onların hikâyesi.
Burada kim olduğunuzun, kaç yaşında olduğunuzun bir önemi yok.
Eğer çok kötü bir şey yaptıysanız sıradaki Yolcu 23 siz olabilirsiniz.
Gemiye hoş geldiniz.
Polis ve psikolog olan Martin Schwartz, beş yıl önce karısını ve oğlunu kaybetmiştir. Bu üzücü olay, onların Sultan of the Seas adlı yolcu gemisindeki seyahatlerinde gerçekleşmiş ancak kimse Martin’in ailesinin ölümü hakkında ona net bilgi verememiştir.
Hayatındaki en önemli insanları kaybettikten sonra Martin büyük bir psikolojik yıkıma uğrar. Gizli polis olarak çalıştığı her davaya gözü kara bir şekilde dalıp kendini uyuşturmaya, acısını bir nebze de olsa unutmaya çalışır. Ummadığı bir anda, kendisini gerilim yazarı olarak tanıtan yaşlı bir kadından telefon alır. Kadın ona Sultan of the Seas gemisine mutlaka binmesi gerektiğini, orada ailesinin başına gelenleri aydınlatacak ipuçlarının olduğunu söyler. Aslında Martin o gemiye binip acı dolu geçmişiyle yüzleşmekten korksa da merakına yenik düşer ve yine aynı gemide kaybolmuş küçük bir kızın, elinde kendi oğluna ait bir oyuncak ayıyla ortaya çıktığını öğrenir.
“Sinirleri zayıf olanlara hiç uygun değil!” —Südhessen Wochenblatt
“Yolcu 23’ün güvertesine davetlisiniz. Ancak sizi uyarayım: Sadece cesur olanlar bu okuma yolculuğunu tamamlayabilir.”
“Bu kitap sessiz, sakin yerlerde yaşamayanlar ve kolay kolay korkmayanlar için uygun. Fitzek’in romanlarını okumak için akşamları televizyonu kapatmaya değer. Onun kitapları, ekranlardaki birçok programdan çok daha iyi.” —Maren Keller
“Derin sularda geçen sarsıcı bir psikolojik gerilim romanı. Sebastian Fitzek yalnızca gerçekliğin değil, hayal gücünün de sınırlarının dışına çıkmış.” —Christine Brand
“Fitzek, Almanya’nın en sevilen ve çoksatan yazarlarından biri. Aynı zamanda da kalemi en güçlü ve yetenekli psikolojik gerilim yazarlarından. İnsanın tüylerini en çok ürperten yazar olduğunu da unutmamalı.”
“Fitzek bu kitabında okuyucularını bir gemiyle seyahate çıkarıyor. Bu seyahatte ne dinlenmek ne de derin suların keyfini çıkarmak mümkün. Elinizden düşürmeyeceksiniz.”
“Fitzek’in gerilim romanı Yolcu 23 her an tüylerinizi diken diken ettirecek bir hikâye sunuyor.” —Lausitzer Rundschau
18. Kadın ve İktidar-Bir Manifesto (Mary Beard / Pegasus Yayınları)
Mary Beard bu cesur kitabında sık sık kendisi de dâhil dünyadaki bütün kadınlara dil uzatan ve onları küçük düşürmeye çalışan kadın düşmanlarına ve internet saldırganlarına sesleniyor. Kadın düşmanlığının izlerini antik köklerine kadar takip ederek cinsiyet tuzaklarını ve zamanın başlangıcından beri güçlü kadınlara yapılan haksızlıkları inceliyor. Homeros’un Odysseia’sına kadar uzanarak kadınların günlük yaşamda liderlik rollerinden uzak tutulduğuna, topluluklara hitap etme hakkının erkeklerin tekelinde olduğuna dikkat çekiyor. Medusa’dan dili kesilen Philomela’ya, Hillary Clinton’dan yerine oturması söylenen Elizabeth Warren’a kadar örneklerle Beard, kadınların iktidarla ilişkisine dair kültürel varsayımlarımız ile güçlü kadınların erkek şablonuna uymayı reddetmesi gereken bütün kadınlar için önemli birer örnek teşkil etmeleri arasında aydınlatıcı paralellikler yakalıyor. Sosyal medyada karşılaştığı cinsiyetçi saldırılardan yola çıkan yazar hepimize şu soruları soruyor: Eğer kadınların, iktidar yapılarına dâhil oldukları düşünülmüyorsa, yeniden tanımlamamız gereken şey iktidar değil midir? Ve bunun için daha kaç asır beklememiz gerekiyor?
“Seslerini çekinmeden yükseltmeleri, harekete geçmeleri ve güçlerini yeniden tanımlamaları için kadınlara yapılan karşı konulmaz bir çağrı.” —People
“Tecavüzün, silahların olmadığı, kadınların susturulmadığı bir ortamda güç nasıl bir şey olurdu?” —Guardian
19. Mio Benim Mio’m (Astrid Lindgren / Pegasus Yayınları)
Geçtiğimiz yıl 15 Ekim’de radyodaki kayıp çocuk ilanını dinleyeniniz oldu mu? Polise hiç bilgi gelmemişti. Kayıp çocuk Bo buhar olup uçmuştu sanki, nereye kaybolduğunu bilen yoktu. Bir tek ben biliyordum. Çünkü Bo benim.
Çocuk sevmeyen yaşlı bir çiftin evinde evlatlık olarak büyüyen dokuz yaşındaki Bo, her çocuğun ihtiyaç duyduğu küçücük şeylere özlem duymaktadır; sıcak bir yuva, sevgi dolu bir sarılma, en önemlisi de sevinç ve hüznünü paylaşabileceği gerçek bir aile.
Günün birinde ortadan kaybolan Bo, polisin tüm aramalarına karşın bulunamaz. O artık Uzak Ülke’nin prensi Mio’dur, oğlunu yıllardır arayan Kral babasına sonunda kavuşmuştur ve hayatında ilk defa sevgi ve mutluluk dolu bir hayat sürmektedir. Ancak çok geçmeden her şeyin göründüğü gibi olmadığını öğrenir; Mio, Uzak Ülke’de binlerce yıldır anlatılagelen kehanetteki çocuktur. Karanlık Ülke’de yaşayan taş kalpli Şövalye Kato’nun kötülüklerine karşı koymak için en yakın arkadaşı Jum-Jum ve güzeller güzeli atı Miramis’le tehlikeli bir yolculuğa atılmalıdır…
Kötünün karşısında iyinin, ölümün karşısında yaşam savaşının anlatıldığı, sevginin ve ailenin gücüne dair bir Lindgren klasiği.
20. Yapay Zeka-Geçmişi ve Geleceği (Nils J. Nilsson / Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi)
Yapay Zekâ (YZ) arayışında elli yıl boyunca yer aldım; bu elli yıl benim bütün meslek yaşantımı ve bu alanın bütün ömrünü kapsar. Bu arayışın başlangıcından bugününe kadar olan öyküsünü “içeriden birinin” anlatması bana iyi bir fikir gibi geldi. Aklımda üç tür okur var: Birincisi, bilimsel konulara meraklı ve YZ hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen okur topluluğu. İkinci grup ise, teknik ya da mesleki alanlarda çalışanlardan oluşuyor. Her iki okur zümresine de, kitapta karmaşık matematik formülleri ve bilgisayar jargonu olmayacağına, bol bol grafik sunacağıma, YZ programlarının ve tekniklerinin nasıl işlediğini berrak bir şekilde açıklamak için elimden geleni yapacağıma söz veriyorum. Üçüncü okur topluluğu, YZ araştırmacılarından, öğrencilerinden ve öğretmenlerinden oluşuyor. YZ’nin denediği, işe yaramış ya da yaramamış şeyleri bilmek, ayrıca tarihsel veya başka türlü bilgileri içeren sağlam bir kaynağa ulaşmak bu kesim için faydalı olacaktır. Bu alanın tarihini bilmek, bu alanda çalışanlar için önemli. Öncelikle, bir zamanlar keşfedilip sonra terk edilmiş olan pek çok fikir, teknolojik imkânların artmasıyla yaşam şansı bulabilir.
Elinizdeki kitap, YZ’nin tarihini aşağı yukarı belli bir zaman sırası takip ederek anlatıyor. Kimi aktörleri ve olayları içermiyor olabilir, ama umuyorum ki hikâyem, YZ’nin başlıca fikirlerini, anlaşmazlıklarını, uygulamalarını, sınırlarını makul biçimde yansıtabiliyordur. Bu işte yer almış şahsiyetlerden ziyade fikirlere ve bunların nasıl hayat bulduğuna odaklandım. Bana kalırsa, YZ tarihini anlamak için, YZ programlarının gerçekte nasıl çalıştığını en azından genel hatlarıyla kavramak önemli.
YZ’nin başlıca hedefi, yani aradığımız o büyük “ödül” nedir? Bana kalırsa Yapay Zekâ, insanların yapabildiği şeylerin çoğunu özellikle de “zekâ” gerektiren şeyleri yapan insan eseri araçlardır. YZ gelecekte pek çok alanda hayatımızda yer alacak gibi görünüyor. İnanıyorum ki günün birinde, YZ araştırmacıları bilinçli olduklarına herkesi inandıracak makineler inşa edebilecek. Bu hayalimizin gerçekleştiği zamanları hayal ederken bazı soruların zihnimizi kurcalamasına engel olamıyoruz: O günler geldiğinde, bu makinelerin bizlerle ve birbirleriyle savaşmasını olanaksız kılacak bir toplumsal düzen kurmayı başarabilecek miyiz? Hatta makineler için, sadece toplumsal açıdan kabul gören hedeflere hizmet etmenin ne anlama geldiğini tanımlamış olacak mıyız? Bu ve benzeri endişeleri hem bilgisayar bilimcileri hem de hümanistler taşıyor. Gelecekte yazarlar, bu maceranın öyküsünü anlatmayı hiç şüphesiz sürdürecek. Günün birinde bu yazarlardan biri, Aristoteles’in düşüncelerinden yaklaşık iki bin beş yüz yıl sonra, “ya bizim emrimizde ya da ihtiyaç halinde kendi işini icra eden” araçlarımızın olduğunu yazabilecek.