Röportaj: Hakan Özbek
Twitter: @gormoti
Photo Credit: Ali Altuntaş
Edebiyatımızda pek çok önemli yazar saymak mümkün. Bunların başında gelen isimlerden biri de kuşkusuz Nermin Yıldırım. Yazdıklarıyla herkesin beğenisini toplayan Yıldırım’ın bu başarısı karşılıksız kalmadı ve 25. Dünya Kitap Ödülleri’nde ‘Yılın Telif Kitabı’ ödülüne layık görüldü. Ben Nermin Yıldırım’ı Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bir söyleşide dinleme imkanı buldum. Mütevazi kişiliğiyle ve samimiyetiyle salonda bulunan herkesin yüzünü güldürmüştü.
Her daim güzel işlere imza atan Yıldırım, son romanı Dokunmadan ile de oldukça etkileyici bir hikayeyi bizlere sundu. Onun güçlü kalemi bizleri bu romanında da etkisi altına aldı. Adalet kendini sorgurlarken, biz de kendimizi sorguladık. Sözü çok uzatmadan sizleri edebiyatımızın güçlü kalemlerinden Nermin Yıldırım ile baş başa bırakıyoruz.
Öncelikle böyle etkileyici bir romanla bizi buluşturduğunuz için size teşekkür ederim. Çok üretken bir yazarsınız ve her defasında iyi işlere imza atıyorsunuz. Bu kadar üretken bir yazar olmayı nasıl başarıyorsunuz?
Zarif sözleriniz için çok teşekkür ederim. Üretkenlik diye tarif ettiğiniz durumun tek sebebi yazma eylemiyle kurduğum ilişkinin niteliği. Ben romanlarımı belli bir zamana ya da yere yetiştirmek gibi kaygılarla değil, sadece ve sadece kendi yazma ritmime göre yazıyorum. Yazmak dünyayla kurduğum ilişkide bir tür aracı çünkü. Kendimi anlatmaktan çok, onu anlamak için kullandığım bir yöntem. Eskiden beri, yani çocukluğumdan bu yana, motivasyonum da ritmim de hep bu.
Romanlarınıza baktığımızda insanın iç dünyasından yola çıkıyorsunuz ve gerçekten bunu çok iyi yapıyorsunuz. Yarattığınız karakterlerde bunu bu kadar iyi yansıtmayı nasıl başarıyorsunuz? Sanırım iyi bir gözlemcisiniz.
İzlemeyi seven biri olduğum doğru. Etrafımdaki her şeyi, yan masada süren sohbeti, ağaçtaki son yaprağın düşüşünü, vapura binenlerle vapurdan inenlerin yüz ifadeleri arasındaki farkları filan izler ve bunlar üzerine uzun uzun düşünmeyi severim. Bunlar empatiyle yapılan, fazlasıyla içselleştirilmiş gözlemler. Ağacı izlemek biraz o ağaç olmak, biraz o son yaprağın direnişi olmak, hepsini anlamaya çalışmak demek bir noktada. Romancılığım da buna benziyor sanırım. Neyin iyi neyin kötü olduğuyla değil, bütün derinliğiyle ve karanlığıyla birlikte dünyayı anlama uğraşıyla ilgiliyim.
Dokunmadan’da bir çok farklı türü bir arada okuyormuşuz hissine kapılıyoruz. Bir yanda dram var ancak diğer yandan çok eğleniyoruz. Aslında tıpkı hayat gibi… Bir de dilin zenginliğini iyi kullanıyorsunuz gerçekten. Peki yazmaya başladığınızdan beri böyle miydi? Yani Nermin Yıldırım her zaman kelimelere ya da insanın içinde bulunduğu durumlara hep bu kadar ilgili miydi?
Kelimelerle aramızda bir tür aşk ilişkisi var. Şimdi evime gelseniz, çalışma odama girseniz duvarların sevdiğim kelimelerle kaplı olduğunu göreceksiniz. Çocukluğumdan beri böyledir bu. En sevdiğim kelimeler dönem dönem değişir. Ama hiçbirini sözlüğümden sonsuza dek atamam, hiçbirine kıyamam. Kıymetli dostlar gibi.
Kitabınızda karakterin adı Adalet ve bu benim aklıma doğrudan Adalet Ağaoğlu’nu getirdi. Ağaoğlu’nun sizin için çok değerli olduğunu biliyoruz. Diğer yandan Adalet romanda kendince geç de olsa adaleti sağlamaya çalışıyor. Kahramanın adının Adalet olması tesadüf değil sanırım?
Çok haklısınız. Hayatta hiçbir şey tesadüf olmadığı gibi o isim de değil. Kahramanlarımın isimlerini gelişigüzel seçmem hiç. Dediğiniz gibi Adalet ismi hem benim için çok kıymetli bir ustaya selam, hem de manasıyla ilgili bir gönderme. Masumiyetin elbirliğiyle katledildiği bir coğrafyada ilk suçunu telafi etmek için seyahat eden bir kadının adı bu sonuçta.
Yılın belli dönemini Barselona’da, belli dönemini ise Türkiye’de geçiriyorsunuz, buna rağmen ülke gerçeklerinden hiç kopuk değilsiniz. Hatta Dokunmadan’da pek çok gerçeğe de dokunmadan yapamamışsınız. Çok doğru eleştiriler görüyoruz yazdıklarınızda ancak bir mesaj verme havasında değil de, o orada olmasa olmazmış gibi geliyor okurken.
Gitmek fiziksel olarak bir şey ifade ediyor ama bahsettiğimiz şey memleketse, gitmek duygusal karşılığı olan bir eylem değil. Yani dünyanın neresine giderseniz gidin, bir parçanız, epeyce büyük bir parçanız geldiğiniz yerde kalıyor. Oranın acısı, sevinci, gündemi, sizin acınız, sevinciniz, gündeminiz oluyor. Bu romanı yazarken hedefim çokbilmiş mesajlar vermek değildi. Anlamaya çalıştım sadece. Okur da Adalet’le birlikte yürüsün, görsün ve gördüklerini kendi dünyasında anlamlandırsın istedim. Gerisi benim yazar olarak karışamayacağım vicdanı muhasebelerden ibaret.
Kitapta Adalet’in arayış/hatırlama süreci çok eğlendiriyor. Benzer şeylerin çocukluğumuzda olmasının da etkisi var sanırım. Peki romanda yazdıklarınızdan sizinle bire bir yada büyük ölçüde örtüşen bir anı var mı?
Geçmişi anmanın böyle garip bir etkisi oluyor insanda. Yaşarken hüzünlü olan anların bile hatırlanışına bir tür neşe eşlik ediyor. Bu eğlenme/ eğlendirme neticesi onunla ilgili sanırım. Benzerliğe gelince, Adalet’in temel duygusu olan suçluluk duygusu bende de yoğun bir biçimde var. Etrafımda olan biten çoğu şeyle ilgili suçluluk duyarım. İşlenen suçun müsebbibi olmasam bile, mesela engel olamadığım için filan dertlenirim. Hayatımı büyük ölçüde zorlaştıran bu duygu romanın ortaya çıkışında da etkili oldu elbette. Beni romanlar yazmaya iten şeylerden biridir belki de bu duygunun zorluğu.
Bu arada insanın en acımasız dönemi çocukluk sanırım. İnsan düşünmeden hareket ediyor. Aslında incitmek için değil belki ancak derin izler bırakabiliyor çocukluk sürecinde yapılanlar. Siz bu konuda nasıl düşünüyorsunuz?
Sizin gibi düşünüyorum. Bazen ömür boyu taşınacak, kabuk bağladı sandığımızda bile derin derin kanayacak en ağır yaralar o dönemde açılıyor. Çocukluk kendisinden büyük bir zamana yayılmış bir dönem. İnan ömür boyu farkında olmadan onun tek bir anına saplanıp kalabiliyor. Genelde çocukluktan neşeli bir dönem gibi söz edilir. Evet, dünyayla kurulan doğrudan ilişki ve o büyük hayret duygusu çocukluğu muhteşem kılıyor, bu doğru. Ama ben neşeliden ziyade zor ve korunaksızlığıyla da ürkütücü bir dönem olduğunu düşünüyorum çocukluğun.
Bir de insanın kendinde olmayanı arama durumu var. Adalet’in tek gözlü ayıyı istemesi çocukça da olsa buna örnek olabilir. Bu biraz da kişinin kendini tamamlamak istemesinden kaynaklanıyor sanırım.
Evet, çoğu zaman kendimize benzemeyenlere doğru çekiliriz. Aşklar bile bu usulden doğar çoğu kez. Ben de bu eğilimin altında bir tür tamamlanma çabası yattığına inananlardanım.
Dokunmadan romanı bizlere kaçma diyor bir yandan, bir yandan da teslim olmamamız gerektiğini söylüyor. Adalet’in kaderci anlayışa bir isyanı var gibi geldi bana. Yoksa sadece bana mı öyle geldi?
Yüzleşmeye çağıran bir roman Dokunmadan. Doğruyu yanlışı söylemeye çalışmaktan ziyade, bir tür yüzleşme tesis etmeye çalışan bir roman. Aslında dünyayla kurulan ilişki bağlamında insanın küçüklüğünü hatırlatan yer yer teslimiyetçi sayılabilecek yönleri de var bence. Ama son tahlilde insan eliyle gelen zulme karşı isyankâr, evet. Dünyaya teslim olmakla insana teslim olmak aynı şey değil çünkü. Biri evrendeki yerini, haddini bilmekle, diğeri onuruna sahip çıkmakla ilgili.
Yine her bölümün başında sözler yer alıyor. Bunlar mutlaka sizin için değerli sözlerdir. Bu sözler bir yandan da Adalet’in içinde bulunduğu durumu anlatıyor sanırım?
Evet, epigrafları kendi sevdiğim ve Adalet’in yolculuğuna ışık tutabileceğini düşündüğüm metinlerden seçtim. Onların da kendi içinde bir hikâye oluşturmalarını istedim sıralarken. Roman içinde kimi detaylardan yeni evrenler oluşturan oyunlar oynamayı seviyorum.
Dokunmadan’a olan ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Edebiyatımız artık kadınların içsel dünyasına, yaşadıklarına, daha doğrusu kadının varlığının daha çok farkına vardı mı?
Dokunmadan okurdan benim de beklemediğim bir ilgi gördü. Bunun bir yanı kadınlık durumuyla ilgiliyse, diğer yanı da adalete duyduğumuz açlık ve içimizde fokurdayan suçluluk duygularıyla ilgili diye düşünüyorum.