Z Yalnızlığı romanı ile okurların dikkatini çeken ve son olarak Neydik N’olduk Ailesi romanı ile okurlarla buluşan Neslihan Acu ile kitabı üzerine söyleştik.
Bir gençlik romanı var elimizde ama sanki hepimize sesleniyor. Romanda kent ve köy bir teraziye konuyor ve erdemli duyguların, insani kanadın köy-kasaba hayatında daha çok korunduğu sonucuna varıyoruz. Ama bu erdemli gördüğümüz yaşam aslında insanlığın kaybettiği bir yaşam biçimi. Peki bu eski biçimi tekrardan kazanmak mümkün mü, yoksa romanda işlenen ögeler eski güzel günlere bir ağıt mı?
Yetişkin romanlarını gençler okumakta zorlanabilir ama gençlik edebiyatı bence tüm yetişkinlerin de okuması için vardır. Gençlik asla unutulmaması gereken bir dönemdir ve bu manada, gençlik edebiyatını çok önemsiyorum ve her zaman da keyifle okuyorum.
Sorunuza gelince… Erdemli duygular, köy-kasaba hayatında daha çok korunuyor diye bir şey yok. Erdemli duygular, üretimin olduğu yerde vardır. Kapitalizm, şehirlerde üretimi olanaksızlaştırdığı için, sadece tüketen bireyler talep ettiği için, (çarpık büyüyen) şehirlerde erdemli duygular yeşeremiyor diyorum. Böyle bakınca, küçük bir köy insanın kendini bulması açısından uygun bir ortam olabiliyor. Çünkü küçücük bir toprak parçasına bir şeyler ekmek, trafik uğultusundan ve betonlardan uzak olmak, ağaçları seyredebilmek büyük fark yaratıyor.
Üretim içeren yaşam biçimini yeniden kazanmak zorundayız. Çünkü sadece tüketen insan, insanlıktan çıkıyor. Mutsuzluk, ruhsal problemler, şiddet, sevgisizlik vb hep “çok tüketim / az üretim” modelinin sonucu. İnsanlar bunun farkına varmaya başladı. Gelişmiş ülkelerde, üretimin ön planda olduğu komün yaşam biçimlerine dönüşler var. Mutluluğun en önemli şartının doğadan kopmamak olduğu net görülüyor artık. Ama bizimki gibi ülkeler için sorun çok büyük. Çarpık kentleşme, çarpık kapitalizm, sadece “para harcayan insan modeli”ni talep ediyor. Doğa katliamlarının en dibinde yatan neden bu. Doğa yok olsun, her yer beton olsun ve insan sadece tüketsin. Son yıllarda (özellikle) tarımsal ve hayvansal üretimin devlet eliyle nasıl kösteklenmekte olduğuna bakarsanız bu gerçek çok net ortaya çıkıyor.
Romanda Engin ve Elfin’in köye yerleştikten sonra, gördükleri portakal ağacı üzerine yaptıkları sohbette fantastik imgelere, hayal gücünün özgürlüğüne rastlıyoruz. Kent yaşamı bizim hayal gücümüzü hapsediyor, doğa ise bunun kapılarını açıyor diyebilir miyiz?
Elbette. Ama yine söylüyorum.. Çarpık büyüyen kentlerden söz ediyoruz burada. İstanbul’un yeşil alanları korunsaydı, denizleri korunsaydı, böyle korkunç bir betonlaşma olmasaydı, bu kadar korkunç kalabalıklar olmasaydı, İstanbul dünyanın en güzel kentlerinden biri olarak kalabilirdi. Ama olmadı. O amansız kalabalık ve uğultu içinde, o beton yığınlarının içinde hayal kurabilmek, huzurlu ve mutlu olabilmek pek mümkün değil artık.
Son dönemde Kaz Dağları’yla gündeme gelen madencilik konusu romanda Gümüşsoy ailesinin yerleştiği köyde de karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda maddiyat odaklı üretim düzeninde insanın doğayla kurduğu ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz?
Madencilik, yerin altındakinin yerin üstündekinden daha değerli olduğu tezinden yola koyulur. Oysa şu yaşadığımız çağda, yerin üstündekiler, yani ağaçlar, su kaynakları, bitki örtüsü, canlılar bir ülkenin en büyük zenginliğidir. Su kaynakları ve bitki örtüsü, kesinlikle madenlerden daha değerlidir. Onları gözümüz gibi korumamız lazım. Ama böyle bir bilinç, kapitalizmde yok. Dünya zaten o nedenle yok oluşa doğru gidiyor.
Madencilik faaliyetleri, bunun dışında ekstra aptalca. Yabancı firmalara üç beş kuruş paralar karşılığında izinler veriliyor, o muhteşem doğamızı kazmaları için. Bulduklarını götürüyorlar. Yani ülke ekonomisine bir katkısı da yok. Ama bu işin hangi kısmında mantık var ki, bu kısmında arayacaksınız mantığı?
Koronavirüs ile mücadele ettiğimiz bu günlerde kendimizi evlerimize kapattık. Bu süreci okuyarak geçireceklere birkaç kitap tavsiye edebilir misiniz?
Tabii. Bu günlere en çok yakışacak roman sanırım “Doppler”. Erlend Loe’nun romanı, bugünlerin ruhunu kavramak açısından önemli. Diğer önereceğim roman Han Kang’dan “Vejetaryen”.
Hayvanları ve bitkileri yazmak / anlatmak, dünyada yükselen bir trend. Çok sevdiğim kitaplar var böyle. En başta gelen, Michael Pollan’ın “Arzunun Botaniği”. Sonra, Amy Leach’in “Öyle Şeyler ki”. Çok değişik, çok şahane bir kitap. Bitkilerin çiçeklerin gizemli dünyası, küçük şeylerin içindeki büyük gerçekler. Sonra “Hayvan Olmak” var. Uzun müddet elimden düşürmediğim bir kitap. Charles Foster’ın dâhiyane kitabı.
Karantinada geçen günlerde, “En azından küçük bir bahçemiz olsa” demeye başladık. Özellikle kentlerde yaşayanlar için evlere kapanmak daha zor oldu. Sizce bu süreç bizi yeniden üretmeye itecek mi yoksa zamanla her şey ‘normal’e mi dönecek?
Yaşadığımız günler “normal” değildi, bunda herkes hemfikir. Ama ben öyle hop diye güzel günlere, yeni bir dünya düzenine geçiş yaparız şeklinde hayaller kuramıyorum. Kapitalizm hakikaten delirmiş bir sistem. Sonuna dek, yani dünya yok olana dek, tüketen ve har vurup harman savuran insan modelini talep edecek. Diğer tarafta açlıktan ölen, savaşlarda yok olan, yersiz yurtsuz kalan insanlar kapitalizmin umurunda bile değil.
Yani, lafın kısası, yeni ve anlamlı bir hayat tarzına geçmek şart. Ama bu nasıl olacak, insanlık bunu nasıl başaracak, hiç bilmiyorum. “Virüs bütün insanları eşitliyor, doğa nefes aldı” gibi yaklaşımlar ise bence aptalca. Doğa ve insan ayrışarak var olamaz. İnsanın doğanın organik parçası olduğunu anladığı ve bu gerçeğe uygun yaşadığı yeni bir model gerekiyor bize. Virüs, insanları eşitlemedi. Tam tersine, ezilenlerin daha çok ezilmesine neden oldu. Yoksulların iyice yoksullaşmasına neden oldu. Sosyal hayatı ölümcül hasarlar yaratacak şekilde dinamitledi. Orta vadede, ülkelerin içe kapanmasına ve duvarların daha da yükselmesine neden olacak. Yani önümüzde hayli zor bir dönem var. Özellikle bizimki gibi yarı-demokrasiler, çeyrek demokrasiler için.
Son olarak okurlarınıza bir mesajınız var mı?
Her şeye bir çocuğun meraklı gözleriyle bakın. Her şeyi sorgulayın. Size sunulan şık ambalajlara kanmayın, içeridekini görün. İnsan hayatı çok zor, bu nedenle diğer insanlara çok anlayışla, sevgiyle yaklaşın. Bugünlerde en çok ihtiyacımız olan şey nezaket. Öyle bir çağdan geçiyoruz ki, nazik ve anlayışlı olmak, altta kalanın canı çıksın düzeninde bir başkaldırı, bir karşı duruş anlamına geliyor.