Aybek’in Nevayi, Osman Nuri Özpekel’in Darü’Elhan Külliyatı, Arthur Schopenhauer’in Parerga ve Paralipomena, Mağcan Cumabayoğlu’nun Şiirler, Ziya Gökalp’in Genç Kalemler ve Türk Yurdu Yazıları, Peyami Safa’nın Hikayeler, Caner Çaylak’ın Semud’un Torunları ve Bilge Donuk’un Tam Yol Yönetim kitapları Ötüken Neşriyat’tan okurlarla buluşuyor.
Nevayi (Aybek)
“Sanat derdini; doğurmak, dünyaya getirmek ile kıyas ederler. Sanat derdinin, kalbin derinliklerinde uyanarak bütün vücudu titreten ağrısı, Nevâyi için en şirin lezzet, ninni gibi teskin edici ve güneş gibi hayat ve sevinç bağışlayıcı bir güçtü. Bu sebeple samimi ve tabiî bir şevk ile kolayca yazabiliyordu. O, gerçek bir söz sihirbazıydı! Her türlü âsi düşünceyi, ruhun en ince ve en ele geçmez cilvelerini, gönüldeki hislerin dalgalanmalarını söz vasıtasıyla parlak şekilde tecessüm ettiriyor, katrede deryaları dalgalandırıyor, kıvılcımda güneşleri döndürüyor, aşktan hayat yaratıyor, basit hayattan ise ulu, coşkun efsaneler dokuyordu… O binlerce yıllık medeniyeti ve asırların fikir zenginliğini, nefsinde aksettiren bir şairdi. Onun şiir dehası Arap, İran ve Türk halklarının sanat hazinesine, fikir zeminine derin kök salarak, onların ruhunun ebedî gücünden çiçekleniyordu.”
1942 yılında, İkinci Dünya Savaşı hengâmesi içinde kaleme alınan Nevâyi, büyük Türk şairi Alişîr Nevâyi’nin hayatını ele alan millî ve tarihî bir romandır. Romanda, Türkistan Türklerinin 15. yüzyılda, şair Nevâyi’nin yaşadığı devirde eriştiği medeniyet, Nevâyi’nin dünya görüşü ve insan sevgisi, mücadelesi, imar faaliyetleri, istikbâl vaat eden gençleri himaye etmesi, Türk diline olan aşk derecesindeki sevgisi, tedbirli ve ileri görüşlü devlet adamlığı, ahlâk güzelliği ve dehası, aynı yüzyılda halkın vatanperverliği, idareci sınıfın zulmünden ve entrikalardan duyulan memnuniyetsizlik anlatılmaktadır. Bunlarla birlikte 15. yüzyılda saray ve saray çevresinde vezir ve beylerin hayatı, halkın hayatı, şiir meclisleri, mektep ve medreseler ve Timuroğulları arasındaki kanlı taht kavgaları dile getirilmektedir. Kendisi aynı zamanda büyük bir şair olan Aybek, Nevâyi romanını şiir diliyle yazmıştır. Eserdeki bilhassa mekân tasvirleri, harikulâde bir güzelliğe sahiptir. Bu tasvirlerde, şair Nevâyi’nin Türk dilinin iftihar ettiği ifade kudret ve zenginliği, bariz bir şekilde görülmektedir. Bu sebeple eser, Türkistan Türkçesinin ve tabiî genel olarak Türk dilinin zaferi sayılan bir eserdir. Romanda Türkçe sevgisinin dile getirildiği bölümler, Özbek Türkçesinin hor görüldüğü 1940’lı yıllarda, Türkistan Türkleri için muhakkak bir teselli kaynağı olmuştur.
Darü’l-Elhan Külliyatı (Osman Nuri Özpekel)
“Rauf Yekta Bey merhûmun uhdesinde Dârü’l-elhân tarafından yayımlanmış 180 eserin notaları, klasik mûsikîmizin icrâ’ında dâima en çok tercih edilenler olmuştur … Talebem Osman Nuri Özpekel’in, iyi bir Türkolog olmasının yanında aynı zamanda çok iyi bir müzisyen olması itibarı ile Rauf Yektâ Bey’in Dârü’l-elhân Külliyatı’ndaki güftelerini bugünkü Türkçeye açıklamasını kendisinden ısrarla ricâ etmiştim. Bugün görüyorum ki bu çok zor işi büyük bir başarıyla sonuçlandırmıştır.” -Prof. Dr. Nevzad Atlığ
“Dârü’l-elhân’ın 100. yılı vesîlesi ile başlayıp sonuçlandırdığı, sosyal belleğimizde çok önemli bir iz bırakacağına ve kültürel zenginleşmemizde büyük bir katkı sağlayacağına inandığım bu vecîz ve değerli çalışması dolayısı ile muhterem refikimiz Osman Nuri Özpekel’e içtenlikli tebriklerimi sunuyor, mûsikîmizin ve şiirimizin anlamlı bütünleşmesinde yücelmeye âmâde okuyucularla sanat dostlarının da arzu ettikleri faydalı sonucu, bu eser yardımı ile kolaylıkla elde edeceklerini ümîd ve hayâl ediyorum.” -Prof. Dr. Rûhî Ayangil
“Özpekel, Dârü’l-elhân Külliyâtı’nda yer alan ve büyük bölümü Osmanlıca yazılmış Türk mûsikîsi klasik eserlerinin güftelerini Latin alfabesine çevirmiş; güftelerdeki yazım, çeviri, anlam ve imlâ hatâlarını düzelterek yeniden mûsikîmize kazandırmıştır. Güftelere âit vezin kalıplarını belirtmiştir. Güftelerde geçen ve günümüzde anlamı bilinmeyen kelime ve terkiblere de güftenin altında yer vermiştir. Bu, hem kelime dağarcığının gelişmesini, hem de güftenin anlaşılmasını sağlamıştır … Bu detaylı çalışmasıyla ecdâd yâdigârı muhteşem eserleri mûsikî kültürümüze yeniden kazandırdığı, bu değerli mûsikî hazînesini bir asır sonra günümüzün teknolojik imkânlarını kullanarak yeniden gözden ve elden geçirmek suretiyle, kültür ve san’at câmiâsına sunduğu için kendisine minnettârız.” -Prof. Dr. Gülçin Yahya Kaçar
Ötüken Neşriyat, 120 adedi Dârü’l-elhân tarafından eski harflerle, 60 adedi İstanbul Konservatuarı tarafından Latin harfleriyle ve 83 adedi Sema Vakfı tarafından yine Latin harfleriyle neşredilen, büyük bir hazine değerindeki Klâsik Türk Müziği eserlerinin nota külliyatını, Osman Nuri Özpekel’in titiz çalışmasıyla güfteleri, vezin incelemeleri, kelime ve metin açıklamaları, kapsamlı dizinleri ve tüm notaları içeren CD ilavesiyle müzik kitaplığının önemli bir parçası olarak okuyucularına takdim etmenin gururunu yaşıyor.
Parerga ve Paralipomena (Arthur Schopenhauer)
“Arthur Schopenhauer’in son dönem çalışması Parerga ve Paralipomena, ölümünden dokuz yıl önce, 1851’de yayımlandı. Temel eseri İrade ve Tasavvur Olarak Dünya (1819) takdir edilmeksizin 30 yıl geçmişti. Ancak Parerga ve Paralipomena ve mahsusen bu eserin içinde yer alan ‘Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar’ ile geç gelen bir şöhrete kavuştu.
Schopenhauer’in kendi ifadesine göre o, temel eserinin birinci baskısında ortaya koyduğu felsefi görüşleri kesinlikle değiştirmemiştir. Sonra gelen tüm çalışmalar, temel eserde kalan boşlukların doldurulması ve buna yapılan temel ilavelerdir. Bu bakımdan Schopenhauer, Parerga ve Paralipomena’yı da ‘önemli sistematik eserler’i arasında saymıştır.
Kimilerine göre abartılı olduğu düşünülebilse de edebî niteliği ve ilham veren düşünce zenginliği nedeniyle eserin önemi tartışılmazdır.” -Matthias Koßler
Ötüken Neşriyat, felsefe edebiyatımızı zenginleştirmek yolunda bir hamleyle, Prof. Dr. Milay Köktürk’ün bilimsel redaktörlüğünde Gürkan Başay ve Murat Kaymaz tarafından ilk defa tam metin olarak Türkçeleştirilen Parerga ve Paralipomena’nın birinci cildinin açtığı yolda, Arthur Schopenhauer’in diğer eserlerini de neşrederek yürümeye devam edecektir.
Mağcan Cumabayoğlu’nun Şiirleri (Mağcan Cumabayoğlu)
Bu kitap, büyük Türk şairi Mağcan Cumabayoğlu’nun 1923’te Taşkent’te Arap harfleriyle neşredilen ve o zamana kadar yazdığı şiirlerin tamamına yakınını içeren Mağcan Cumabayef Öleñderi adlı kitabının tertibi değiştirilmeden Latin harflerine ve mensur olarak Türkiye Türkçesine aktarılmış şiirlerinden oluşmaktadır. 159 şiirin yer aldığı eser, büyük Türkçü şairin kendisi hayattayken neşredilen son kitabıdır.
Her zaman milliyetçi faaliyetlerin içinde bulunan Mağcan, muhtelif zamanlarda Sovyet rejimi tarafından itham edilmiş, 1935 yılında, altı yıllık bir hapis hayatını takiben, Maksim Gorki’nin girişimiyle kurtarılmış; fakat 30 Aralık 1937’de Almatı’da tutuklanışından sonra bir daha kendisinden haber alınamamıştır. Stalinist terörün kurbanı olan Mağcan’ın eserlerinin okunması, bulundurulması, yayımlanması, hatta adının kitaplar ve yazılarda geçmesi 1929 yılından itibaren Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarafından yasaklanmış, bu yasak 1988 yılı sonlarına kadar devam etmiştir.
Şimdi onun gerek lirik gerek Türkistan ve Türklük sevgisiyle şahlanan destansı diline tekrar kulak vermenin zamanıdır:
“Altın anamız olan yüksek Altay Dağları hatırda yok; kahraman hanlar, büyük adamlar unutuldu. Birlik, cemiyet, yiğitlik, gayret, baht ve namus… Ne varsa hepsini kötü kader yok etti. Altın devirden paha biçilmez bir işaret olarak, ışıklı bir yıldız olan ata dilim, sen kaldın. Okunup yazılmasan da eski ve zengin olan dilim! Temiz, derin, keskin, güçlü ve geniş dilim! Sen, dağılmış Türk çocuklarını mübarek elinle bağrına çekebilirsin!”
Genç Kalemler ve Türk Yurdu Yazıları (Ziya Gökalp)
Genç Kalemler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin teorisyeni Ziya Gökalp’ın çevresinde gelişen “Yeni Hayat” hareketinin de merkezinde yer almış ve Gökalp’ı, sadece İttihat ve Terakki’nin değil Türkçülük fikrinin de ideoloğu haline getirmiş bir dergidir. Gökalp’ın, özellikle bu dergide neşredilen “Turan”, “Altun Yurt” gibi şiirleri ile “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” gibi teorik makaleleri Türk düşünce hayatında önemli bir yer edinmesini sağlamıştır. Toplam otuz üç sayı çıkabilen Genç Kalemler dergisinin neşri, Balkan Savaşı’nın başlamasının ardından Selanik’in 1912 yılı Kasım ayında Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmasıyla son bulmuştur. Genç Kalemler dergisi kapandıktan sonra dergi yazarlarının önemli bir kısmı İstanbul’a gelmiş, Türk Ocağı ve Türk Yurdu dergisi çevresine katılmışlardır. Ziya Gökalp da bu dergide 1913-1914 yıllarında, daha sonra 1918 yılında kitap halinde yayımlayacağı önemli eserlerinden “Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak” başlıklı yazılarını yayımlamıştır. Bu yazılar kitap haline getirilirken oldukça önemli değişiklikler yapıldığından, söz konusu farklılıklar Gökalp çalışmalarında büyük mütefekkirin gelişimini anlamamızı kolaylaştıracak metinler olarak külliyatımızın bu cildine de dâhil edilmiştir. Ayrıca Genç Kalemler ve Türk Yurdu Yazıları başlığını taşıyan bu cilde, Gökalp’ın Altun Armağan, Türk Duygusu, Türk Sözü, Bilgi, Harp, Darülfünun Edebiyat Fakültesi, Genç Yolcular ve Altun Yurt mecmualarında yayımlanan şiir ve yazıları da eklenmiştir.
Hikayeler (Peyami Safa)
Edebiyat târihçileri, son asır fikrî, içtimâi ve edebî sahaların Peyâmi Safâ gibi bir büyük ismi hakkında umûmî hükümler verirken, onun hikâyeleri üzerinde her nedense durmazlar. Halbuki, bir sanatkârın belli bir cephesini bütünüyle değerlendirmek, ancak o sahada yazdıklarının tamamını gözden geçirmekle mümkündür.
Küçük hikâyecilik zannedildiği gibi kolay değildir. Ama Peyâmi Safâ, daha ilk hikâyesinden itibaren bu zorluğu aşmış bir sanatkârdır. Ona, âdeta tahkiyeci olarak doğmuştur nazarıyla bakabiliriz. Muallim Nâci’nin babasına verdiği unvânı, “anadan doğma hikâyeci-romancı” şeklinde biraz değiştirerek kullanabiliriz. Kısa hikâyelerde merak unsuru, hikâye esprisi, iç bütünlük, hâdiseler arasındaki irtibat Peyâmi Safâ tarafından çok ustalıkla kullanılmıştır.
Peyâmi Safâ’nın dili ve üslûbu hakkında söz söylemeye lüzûm var mı? Kıvrak bir zekâ, duru, güzel bir Türkçe ve çarpıcı bir üslûp, her zaman olduğu gibi bu hikâyelerin de başlıca vasfıdır.
1914’ten 1930’a kadar muhtelif hikâyelerini topladığımız bu kitap, Peyâmi Safâ’nın romancılık öncesi devresine ışık tutacak mâhiyettedir. Peyâmi Safâ’nın hikâyeden romana giden sanat anlayışının da vesikalarını vermesi bakımından HİKÂYELER ayrı bir değere sâhiptir.
Günümüz Peyâmi Safâ okuyucularının en az romanları, fikrî ve içtimâî yazıları kadar HİKÂYELER’ini de zevkle ve severek okuyacaklarını tahmin ediyoruz.
Semud’un Torunları (Caner Çaylak)
“Sapsarı uçsuzluğa, güneş ile çölün birleştiği yere bakıyordu.Gördüğü rüyayı, burada gördüklerini ve görebileceklerini düşünüyordu. Nankörlüğün daha nelere sebep olabileceğini düşünüyordu. Semud kavminden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini tüyleri ürpererek anlamıştı. Allah’ın mucizesiyle kayanın içinden çıkan ve herkese yetecek kadar süt verebilen bir deveyi öldüren bir toprağın çocukları, bu devlete kim bilir daha neler yapacaktı. Bu demiryolunun kaderi o dişi devenin kaderiyle ortak yazılmıştı sanki. Semud kavminin kayalardan oyduğu evler hâlâ muhkem dururken binlerce Türk’ün naaşıyla beraber Hicaz Demiryolu’nu da yutmuştu bu nankör topraklar. Semud kavmi galiba hiç helak olmamıştı.”
“Yazar yeni bir hikâye üslubu sunmuş edebiyat dünyasına. Başka hikâyelerde az kullanılan teşbih sanatını bolca kullanmış. Tabiattaki her unsura, her davranışa, her noktaya bir insani vasıf eklemiş. Benzetmeleri güzel, hatta müthiş. Teşbih ustası âdeta. Sadece teşbih de değil. Kişinin ruh halini, kafasından geçenleri, kendi kendine olan konuşmalarını da aynı ustalık içinde dillendirmiş. Hikâyelerinden birisi “Semud’un Torunları”. Arabistan çöllerinde Osmanlı askerlerinin Peygamber sevgisi hürmetine, Peygamber aşkına çektiği çile ve Arap kabilelerinin birkaç altın uğruna kendi dindaş, hami ve kurtarıcılarını nasıl arkadan hançerlediklerinin acıklı hikâyesi. Osmanlı zabitlerinin çöl ateşinde maddi ve mecazi anlamda nasıl yandıklarının hikâyesi. Bu gerçek, başka hikâyelerde de konu edilmişti. Ancak bu bambaşka bir anlatım. Diğerleri ile kıyaslayınca da en iyilerinden biri, belki de ilki bence. “Sinsice fısıldaşan, türlü ihanetler tasarlayan çölün, zehirli ışıklarını saçan güneşin, ağlamaklı sabahların, alçak ve düzenbaz kumun, fütursuz akreplerin, sarhoş yılanların, kahkaha atarak Türk zabitlerinin üstüne düşen bombaların” hikâyesi bu.” -Prof. Dr. Filiz Yavuz Avşar
Tam Yol Yönetim (Bilge Donuk)
Doğru yönetim yapısı ve doğru insan gücü seçimi bir sektörde başarının vazgeçilmez unsurlarıdır. Türk sporunun daha iyi noktalara gelmesi, yönetim sisteminin köklü bir şekilde değişmesi, eğitimli, yüzü modern dünyaya dönük, bilime açık spor yöneticilerinin yetişmesi ve önemli makamlarda görev almaları yoluyla sağlanacaktır. Dünyanın önde gelen endüstrilerinden biri olan spor sektörü, spor yönetimi eğitimi almış, sporun inceliklerini ve farklılıklarını bilen kişiler tarafından yönetilebilir. Ülkemizde birçok üniversitede eğitimi verilen spor yöneticiliğinin profesyonel bir meslek olarak sporun tüm kurum ve kuruluşlarında yaygınlaşması ile bu kurumların yönetim ve organizasyon yapılarının güncellenmesi, “Tam Yol Yönetim” yani tüm güç ile sporu yönetmek anlamına gelecektir. Bu kitapta, ülkemizde uygulanması gereken spor yönetim stratejilerini, eksiklerimizi ve dünyadaki başarılı spor yönetim modellerini bulacaksınız.