Aşk, bizi biz yapan ve hepimizi eşitleyen bir duygu. Aşkı yaşamanın genci yaşlısı, zengini fakiri, kadını erkeği yok çünkü. Önce ruhumuza ılık ılık nüfuz eden sonra da her türlü acının dibine vurmamamıza neden olan bu duyguyu istisnasız herkes yaşıyor. Yazar Serda Kranda Kapucuoğlu da aşkı görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz bu dönemde altını çize çize “Bu bir aşk romanıdır,” dediği Birdenbire’yi okurlarına sundu. Yazar, kitabın kahramanlarının aşklarını ise şöyle anlatıyor, “Bana kalırsa Ayşegül ve Mehmet’in aşkı aşırı sıradan, hiçbir özellik taşımıyor ki en kıymetli tarafı da bu.” Aynı zamanda yazar koçu ve editör olan Serda Kranda Kapucuoğlu’yla kitap yazma cesaretini, aşkı ve âşık olma halini konuştuk.
Editör ve yazar koçusunuz ve mesleğinizde de gayet başarılısınız. İnsanlara kitap yazdırırken kitap yazmak büyük cesaret mi, ne dersiniz?
Çok teşekkür ederim. Cesaret mi sahi? Bu işi yapmanın süreçte çok büyük kolaylıkları oldu ama bir o kadar da zorladı beni. Bilmenin lanetiyle sınandığımı düşünüyorum. Sanırım asıl cesaret gösterdiğim kısım yayımlama kısmı oldu. Oraya geldiğimizde gerçekten çok korktum. Yazması çok zevkliydi, yayımlama kısmında ise pek çok kez vazgeçtim. Aylarca masamın üzerinde kaldı dosya. İnsanlar soruyordu ve soruları her defasında utanç duymama sebep oluyordu. Sonra, gerçekten son anda gözümü kararttım.
Birdenbire, çok akıcı ve sürükleyici bir roman. Ve aynı zamanda aşkı da başrole alan bir roman. Günümüz hızlı ve derinliksiz ilişkileri içerisinde böyle sorgulayıcı bir aşkı okumak unuttuğum bir his gibi geldi. Çekinmeden bağıra bağıra bu bir aşk romanıdır demek sizi korkutmadı mı?
Yok hayır. Temamdan emindim. Aşk romanı deyince sanki basit, gündelik çok da önemli olmayan bir konuymuş gibi düşünülebiliyor. Bir de biliyorum, bunu insanların gözlerinde gördüm, senden çok büyük bir şey bekliyorlar. Acayip bir şey yapmanı bekliyorlar. Sanırım benim gibi ilk romanını yazan birinin en büyük mücadele alanlarından biri de bu: başkalarının ne düşündüğü/düşüneceği… Bir orayı kendi içimde iyi yönettiğimi düşünüyorum.
Birdenbire’yi ve aşkı anlatırken “Tüm alem tüm düzen, milyarlarca yıllık yaşam, onlar orada birbirlerine bakabilsin diye kurulmuş olabilir miydi?” cümlesini kurmuşsunuz. Aşk bu kadar ulvi ve kadersel bir şey mi sizce?
Biz 21.yüzyıl insanlarının elinde kalan üç beş ilahi deneyimden biri aşk bence. Öyle ki bazen âşık olabilenlerin gerçek yüzük taşıyıcıları olduklarını düşünüyorum. Kader mi bilemiyorum ama insanın tekamülüne hizmet ettiğinden eminim. İnsanın tüm varlığını lebalep dolduran başka hangi duygu hangi hal var? Üstelik anlık da değil. Zira şüphe, korku, neşe, utanç gibi çok güçlü ve geldiğinde, her şeyin üzerine çıkan diğer duyguları düşünelim. Bence aşk da bunlardan biri ve içlerinde en güçlü olanı. Çünkü onlardan daha uzun sürüyor, her an kendi varlığını yaşatıyor. Bu hayatta tadabileceğimiz, içinden geçebileceğimiz en çılgın, en güzel şey o. Bireysel olarak kaderimiz olmayabilir ancak insanın ve yaşamın tasarımında, varoluş içinde olmazsa olmaz malzemelerden biri olduğu kesin. Bu açıdan ortak kaderimizle mutlaka bir ilgisi var.
Kitapta anlatılan roman kahramanlarının aşkı yaşayışları nasıl? Şöyle sorayım günümüzde yaşandığına şahit olduğumuz ilişkilerden örnekler de var mı yoksa bir masalı mı anlatıyor bize Ayşegül ve Mehmet?
Çok güzel soruymuş. Ben bu hikâyeyi anlatırken hiçbir şeyi idealize etmemeye çok özen gösterdim, bu bağlamda masal anlatmamaya. Nasıl olmuştur, ne demiştir, ne hissetmiştir, anlamaya çalışarak ilerledim. Öte yandan elbette günümüz ilişkileri çok ilginç. Romanda bir yerde Tibet Ayşegül’e şöyle diyor, “Senin evli olduğun yıllarda ilişkilerde çok şey değişti. Sen o kısmı kaçırmışsın,” diyor. Gerçekten de anlarken ve yazarken en zorlandığım kısım burası oldu. Bana kalırsa Ayşegül ve Mehmet’in aşkı aşırı sıradan, hiçbir özellik taşımıyor ki en kıymetli tarafı da bu. O kadar çok biliyoruz ki sevip de söyleyemeyenleri, o sırlı halin hatalarını, keşkelerini. Bence Ayşegül ve Mehmet bize çok iyi bildiğimiz bir şeyin, aslında ne olduğunu gösteriyor. Bu açıdan da bildiklerimizi yeniden tanımlıyor.
Temeli aşk olan bir hikâyeyi bu kadar akıcı anlatmak nasıl mümkün oldu? Çünkü çok aşk insanı sıkabilir de ama kitabı elimden bırakmak istemedim ben okurken…
Çok teşekkür ederim. Yazmak çok zevkli, akışta gerçekleşen, insanı mevcuttan koparan bir eylem. Ancak bir de yazdıklarının üzerinden geçtiğin, taslak üzerinde çalıştığın süreç var. Asıl yazarlık orada başlıyor. O aşamaya gelindiğinde tercihleriniz, anlamdan ve anlaşılırlıktan ne anladığınız çok büyük önem taşıyor. Her yazar, burada daha da biricikleşiyor. Ben, okurun zekasına çok güvenen bir editörüm. Metinler üzerinde çalışırken okurun zekasını ve kavrayışını hiçbir zaman hafife almam. Öyle ki dipnot açarken bile düşünürüm. Biliyor mudur, bilmiyor mudur? Okurun neyi bilemeyeceği hakkında varsayımlarda bulunmak isnat gerektirir. İntiba içerir. Ben de kendi metnim üzerinde çalışırken kendi okurumun zeki, derin ve duyarlı olduğuna inandım. Bu inanç sadeleştirme ve gereksiz her şeyi metinden ayıklama konusunda bana çok yardımcı oldu. Belki bu sebeple öyle hissetmişsinizdir.
Aşkın gücü karşısında bu kadar imkana rağmen neden hala çaresiz hissediyoruz?
Çünkü fıtratında şüphe var. Aşk bizi doğrudan varlık alanımızdan yakalar. Bizi en ince, en küçük parçalarımıza kadar detaylandırır. Evvelinde bütünsel bir algıyla adeta bir paket gibi gördüğümüz kendimiz artık parça parça, piksel piksel görünür olmuşuzdur. Bu görünürlük, büyüteçli aynaya bakmak gibidir. Hem haklıyızdır hem haksız. Hem güzelizdir hem çirkin. Hem iyiyizdir hem kötü. Bu yaşanabilecek en büyük kişisel kaos. Aklın ve muhakemenin kaybı az şey değildir. Çaresizlik biraz buradan başlar. Biraz da aşk, diğerine muhtaçtır. Katil çiçekler gibi. Onca güzelliğine rağmen aşkın asıl arzusu sizi yemektir. Bu sebeple insanı kendine çeker durur. Sen de çaresiz giriverirsin içine. O seni çiğneyip yutup sindirirken sen ateşte eriyen Smeagol mutluluğu yaşarsın. Ölüyorsun ama istediğin de bu. Çiçek mutlu sen mutlu. Ölüm gibi bir şey oluyor ama kimse ölmüyor. Bu çok çılgınca ve bir o kadar da hoş değil mi? Her birimizin bunu arzulayıp durması… ölmeden önce ölünmesi gereken 40 ölümcül rota diye bir şey olsa, 40 rotanın 40’ı da bir insana çıkar.
Her şey birdenbire mi oluyor gerçekten? Aşk, olmazı olduran bir şey mi?
Ah. Bu kelimeye bayılıyorum. Birdenbire. Her şey birdenbire olur. En güzel şeyler de en berbat şeyler de… Olmaz sanırsın olur. Beklenmedik bir anda kendini gerçekleştiren kehanetler gibi aşk da yaşamaya, dünyada kalmaya çalışıyor olmalı. Bu nedenle, bulduğu her boşluğu değerlendiriyor. Giriveriyor içeri. Birdenbire.
Birdenbire’de iyi ya da kötü yok, herkes kendine göre haklı ve duygular sorgulanıyor, insanlar değil. Aşkla beraber gelen duygular her zaman da çok ilkeli, güzel hisler olamayabiliyor. Aşk, her şeyi temize çekebilir mi? Aldatmayı, kandırmayı bazen kıskanmayı ya da hırsı?
Temize çekmiyordur da makul hale getiriyordur. Aşkın her şeyi meşrulaştıran, normalleştiren, makul hale getiren bir etkisi var. Kötüyü iyileştirmiyor, makul gösteriyor; kötü ama olabilir, gibi. İlkeyi, etiği, günahı da çok takmıyor. Zira elmanın kendisi o, dişlenilmeyi bekliyor. Bir kez o ısırığı alanlar, diğerlerinin zafiyetini anlayabiliyor. Bu sayede sadece âşıkların ve âşık olmuşların anlayabildiği bambaşka bir kutsal kitap, manifesto yazılıyor. Orada neyin farz, neyin müstehak, neyin müstehab ve neyin mübah olduğu durmaksızın yeniden tanımlanıyor. Ayıp yok, günah yok, suç yok. Böyle böyle anlarız ki aşk, alameti kendinden menkul bir şey. Ben aşkın, kimsenin anlamadığı dünya dışı bir malzemeden yapıldığına inanıyorum. Ki roman da tam olarak bunu anlatır.
Kitapta aşk Ayşegül’ü kabuğundan çıkarıyor, değiştiriyor dönüştürüyor. Aşkın değiştirip dönüştürebilme misyonu var mı sizce? Ya da aşka hala çok büyük anlamlar yüklemeye devam ederek hata mı yapıyoruz?
Aşk kalıcı bir değişim yaratmıyor bence. Teoman diyor ya, “Hem yara bandım hem yaram,” diye, çok hoş bir tarif. Aşk öyle oluyor. Aşk birtakım eşikleri atlatmada, kuyulara sokup çıkarmada, göklere uçurup sonra yerden yere vurmalarda çok iyi. Bu esnada içinden geçilen duygular, haller elbette dönüştürücü. İnsanı hem büyütüyor hem küçültüyor. Sıkı bir benlik sınavı. Aşka büyük anlamlar mı yüklüyoruz? O da bize yüklemiyor mu? Sana, bana, kim kime aşıksa ona…