1. Platon, Devlet (MÖ 370-360 civarı)
M.Ö. 427-347 yılları arasında yaşamış olan Eflatun düşlediği en iyi devleti, Sokrates’le birlikte, bu kitapta anlatır.
Devlet’te iki düşüncenin çatışmasına tanık oluruz:
– İnsanlar doğuştan iyi ve eşittirler; toplumun kötü düzeni onları bozuyor, güçlüler güçsüzleri eziyor. Kanunlar güçlülerin elinde güçsüzlere karşı silah okuyor.
– İnsanlar doğuştan ne iyi ne de eşittirler. Yalnızca güçlü ve güçsüzler vardır. Güçlünün güçsüzü yönetmesi, doğa gereğidir ve doğrudur. İnsan haklı olmaya değil, güçlü olmaya bakmalıdır.
Buradan yola çıkarak Devlet’in, bugün “insan değerler” başlığında ele aldığımız birikimin kaynaklarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
2. Plutarkhos, Lykurgos’un Hayatı (100 civarı)
Plutarkhos (46-119?): Eserleri 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Avrupa’da tarih ve deneme yazımını büyük ölçüde etkileyen çok verimli bir yazardır. Plutarkhos’un Lamprias adlı kataloga göre 227 eseri vardı. Ahlak, din, doğa, politika ve sanat üzerine yazdıklarından günümüze ulaşanlar Ethika adıyla anılır. Yazar asıl ününü Yunan ve Romalı kahramanları birbiriyle karşılaştırdığı Paralel Hayatlar adlı biyografik eseriyle kazanmıştır. Bu eserde bir insanın kişiliğinin kendi kaderine ve başka insanların yaşamlarına olan etkilerini birbirine bağlanmaya çalışmıştır. Lykurgos’un Hayatı bu büyük eserin bir bölümüdür.
3. Thomas More, Utopia (1516)
Thomas More, (7 Şubat 1478 – 6 Temmuz 1535) İngiliz yazar, devlet adamı ve hukukçu. Yaşamında önde gelen bir hümanist bilgin ünvanına kavuşup bir çok kamu görevi üstlendi. Eseri Ütopya ile edebiyatta yeni bir nesil yarattı. 1516’da yazdığı Ütopya’da ideal hayali bir ada ülkenin siyasi sistemini tarif ediyordu. More’un Kral Henry VIII’in İngiliz kilisesinin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması, kendi siyasi kariyerinin sonunu hazırlayıp hain olarak idam edilmesine sebep oldu. Ölümünden 400 yıl sonra, 1935’de Papa Pius XI tarafından aziz ilan edildi.
7 Şubat 1478’de, Londra’da doğmuştur. Babası dönemin önemli bir yargıcı olan Sir John More’dur. Eğitim için Oxford Üniversitesi’ne girdi. Oxford’da geçirdiği 2 yılda yazmaya başladı. Antik Yunan ve Latin edebiyatına ilgisi de bu dönemde oldu. Daha sonra Londra’ya geri döndü ve 1496 yılında hukuk öğrenimi görmeye başladı. 1501 yılında avukat oldu. Hukuk öğrenimi gördüğü yıllarda manastır yaşamı yaşamakta ve bir rahip olmak isteğiyle yanıp tutuşmaktaydı. Yine de zamanla bu duygusu söndü ve ruhu ülkesine hizmet etmek isteğiyle doldu. Bunun üzerine 1504 yılında parlementoya girdi. Bu sıralarda ünlü Hollandalı yazar Erasmus ile olan arkadaşlığı iyice gelişti ve Erasmus 1509’da basılan ünlü eseri Encomium Moriae’yi (Deliliğe Övgü) Thomas More’a adadı. 1517’de Kral’ın hizmetine girdi. Giriştiği başarılı bir diplomatik görev ardından şövalye unvanı verildi ve yardımcı veznedar ilan edildi. Kralın kişisel danışmanı olarak kariyeri parlamaya devam etti. 1525’de Lancaster Düklüğü’nün bakanı oldu. Kral Henry VIII’in evlilikleriyle ilgili konularda ona yeterince yardım edemeyen Lordlar Kamarası başkanı Kardinal Wolsey’i istifaya zorladıktan sonra yerine Thomas More’u Lordlar Kamarası başkanı ilan etti. Başlarda Kralın düşüncelerini paylaşan More, zamanla Kralın protestanlığa olan artan ilgisi ve kiliseye olan negatif düşüncelerinden rahatsız oldu. Kişisel olarak protestanlığı sevmiyor ve doğru bulmuyor, dönemin katolik kilisesini benimsiyor ve önemsiyordu. Protestanlığı eleştiren kitaplarıyla Kral ile olan ilişkisini gerdikten sonra 1531’de Krala bağlılık yemini etmeyi reddetti. Daha sonra hastalığı bahane ederek 1532’de görevlerinden ayrıldı. 1533’de Anne Boleyn’in İngiltere Kraliçesi olarak ilan edildiği taç giydirme törenine katılmayı reddedince şimşekleri üzerine çekti. Yalan davalar ve dedikodular başladı. Parlementonun Anne Boleyn’i İngiltere’nin kraliçesi olarak ilan edebileceğini kabul etmesine rağmen, bağlılık yemini etmeyi reddetti zira bu Papa’ya karşı bir davranış olurdu. Bu yüzden tutuklandı. Daha sonraları Kralı kilisenin başı olarak görmediği için ölüm cezasına çarptırıldı. 6 Temmuz 1535’de idam edildi.
4. Joseph Hall, Öteki ve Aynı Dünya (1605 civarı)
5. Johann Valentin Andreae, Christianopolis (1619)
6. Tommaso Campanella, Güneş Ülkesi (1623)
Calabria’nın Stilo kentinde doğar Campanella (1568-1639) ve çoğu yılları zindanlarda işkence çekerek geçen zorlu bir yaşam sürer. Aristoteles karşıtı doğa bilimci Bernardio Telesio’nun etkisiyle ilk önemli yapıtı Philosophia sensibus demonstrata’yı kaleme alır. Napoli’deyken tanıştığı Rönesans’ın ünlü âlimlerinden Giambattista Della Porta’nın doğal büyüyle ilgili görüşlerinin etkisiyle kendi doğa felsefindeki doğal büyünün yerini de açımladığı Del senso delle cose e della magia naturale adlı eserini kaleme alır. Ardından çoğunu zindanlarda yazdığı Apologia pro Telesio, Rhetorica Nova, Monarchia del Messia, Atheismus Triumphatus, Quod Reminiscentur, Apologia pro Galileo adlı eserler gelir, Theologia’sını da büyük oranda tamamlar. Campanella’yı Güneş Ülkesi’ni yaratmaya, başka deyişle bir başka kent, bir başka ulus, bir başka yaşam biçimi ve bir başka kilise arayışına götüren yolun başında, yine Telesio’nun görüşleri yer alır. İlkin İtalyanca olarak 1602 yılında kaleme aldığı Güneş Ülkesi’ni, eserin daha geniş kitlelere ulaşması amacıyla 1613 yılında Latince olarak yeniden yazar.
Campanella’nın Kilise, Tanrı, doğa, varlıklar, evren, siyaset, toplum ve en önemlisi yeniden yapılanmayla ilgili bütün düşlerinin ete kana bürünüp dirildiği bir coğrafya, bir filozofun dünya üstünde kurmak istediği, ama ancak zihninin kıyısında bucağında kurmak zorunda kaldığı bir sığınak olur Güneş Ülkesi.
7. Francis Bacon, Yeni Atlantis (1626)
F. Bacon (1561 – 1626) soylu bir İngiliz ailesinin oğlu olarak Londra’da doğar. Önce Trinity College’de bilim üzerine eğitim alır, ardından Gray’s Inn’de hukuk öğrenimize başlar. 1582’de Gray’s Inn’de avukat olur. 1584’de Dorsetshire Parlamentosu’na, 1593’de Middlesex Parlamentosuna girer. I. James zamanında Sir unvanını alır ve şövalyeliğe yükselir. 1613’de başsavcı olur. 1617 yılında babasının da bir zamalar yürüttüğü görevi üstlenerek mühürdar olur.
8. Francis Godwin, Ay’daki Adam (1638)
9. Gabriel Plattes, Meşhur Macaria Krallığının Tasviri (1641)
10. Samuel Gott, Yeni Kudüs (1648)
11. Gerrard Winstanley, Bir Platformda Özgürlük Hukuku: Yahut Hakiki Adalet Sağlanırken (1652)
12. Francois Rabelais, Gargantua and Pantagruel (1653-94)
13. James Harrington, Oceana Uluslar Birliği (1656)
14. Cyrano de Bergerac, Ay’daki Devletlerin ve İmparatorlukların Gülünç Hikayesi (1657)
15. Margaret Cavendish, Alevli Bir Dünya Adındaki Yeni Bir Dünyanın Tasviri (1666)
16. Henry Neville, Çam Adası (1668)
17. Denis Vairasse, Sevarites veya Sevarahmi Tarihi (1675)
18. Gabriel de Foigny, Bilinen Güney Ülkesi (1676)
19. Francois de Salignac de la Mothe Fenelon, Telemakhos’un Serüvenleri (1699)
20. Daniel Defoe, Robinson Crusoe (1719)
Daniel Defoe (1660-1731) Londra’da varlıklı bir ailede dünyaya geldi. İyi bir akademik eğitimin ardından ticarete atıldı. Çetin ve macera dolu bir ticaret hayatının ardından siyasi yergilerle yazarlığa başladı. Gözü pek bir gazetecilik kariyeri ve pek beğenilen didaktik eserlerinin ardından, geç sayılabilecek bir yaşta onu dünya edebiyatının başköşelerinden birine yerleştiren Robinson Crusoe romanını yazdı. Defoe bu ölümsüz eserinde, gemi kazası sonucu düştüğü ıssız bir adada hayatta kalma mücadelesi veren Robinson Crusoe’nun hikâyesini ustalıkla anlatır. İnsan doğasını çok iyi tanıyan yazar güçlü kalemi ve yalın üslubuyla insanlık tarihinin her döneminde, her okurun kendisinden bir şeyler bulabileceği bir kahraman yaratmayı başarır. Çeşitli konularda pek çok eser yazan Defoe, İngiliz romanının kurucularından sayılır.
21. Jonathan Swift, Gulliver’in Seyahatleri (1726)
Jonathan Swift (1667 – 1745): “Kitapların Savaşı”ndan “Alçakgönüllü Bir Öneri”ye tüm çağların en önemli yergi ustalarından biri ve tek romanı Gulliver’in Gezileri’yle (1726) ölümsüzleşmiş bir 17. yüzyıl sonu – 18.yüzyıl başı yazarıdır.
Gulliver’in ilk iki bölümünde, “Cüceler” ve “Devler” ülkelerine gezilerindeki hayalgücüyle hemen her yaştan okura ulaşan Swift, insanlığa ilişkin gözlemleriniyse, kitabının dördüncü bölümü olan “Tekboynuzlar Ülkesine Yolculuk”ta alabildiğine keskinleştirilmiştir.
22. Simon Berington, Senyor Gaudentio di Lucca’nın Maceraları (1737)
23. Robert Paltock, Peter Wilkins’in Hayatı ve Maceraları (1751)
24. Edmund Burke, Doğal Toplumun Gerekçelendirilmesi (1756)
25. Samuel Johnson, Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü (1759)
Habeşistan Kralı’nın oğlu Rasselas, taht sırası kendisine gelinceye dek Mutlu Vadi’de yaşayacaktır. Her şeyin eğlence üzerine kurulduğu bu vadiden çok sıkılan Rasselas, kız kardeşi, kız kardeşinin nedimesi ve yakın dostu Imlac’la birlikte vadiden kaçar. Planları dünyayı görmek ve gerçek mutluluğu bulmaktır. Yeni insanlarla tanışıp mutluluğun sırrını öğrenmeye çalıştıkça hayatın düşündükleri gibi olmadığını fark ederler.
Aslında bir sözlükbilimci olan Samuel Johnson’ın annesinin cenaze masraflarını ödeyebilmek için çok kısa sürede kaleme aldığı bu roman, İngiliz edebiyatının en önemli örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir.
26. Sarah Scott, Binyıl Konağı (1762)
27. James Burgh, Cessares’teki İlk Yerleşimin, Yasaların, Yönetim Biçiminin ve Asayişin Anlatısı (1764)
28. Louis-Sebastien Mercier, İki Bin Beş Yüz Yılı Günlükleri (1771)
29. Denis Diderot, Bougainville’in “Yolculuğuna” Ek (1772)
30. William Godwin, Siyasi Adalet Üzerine Bir İnceleme (1793)
31. Thomas Spence, Spensonia’nın Tasviri (1795)
32. Thomas Robert Malthus, Nüfus İlkesi (1798)
“Hiç kimse, insan ırkının mutluluğunu artırmanın önemini inkâr edemez. Bu husustaki her ufak ilerleme bile son derece kıymetlidir. Fakat insan ırkıyla deney yapmak, cansız nesnelerle deney yapmak gibi değildir. Bir çiçeğin patlaması önemsiz olabilir. Kısa süre sonra bir çiçek daha açacaktır. Fakat toplumun bağlarının patlaması, parçaların öyle bir bölünmesidir ki binlerce kimseye en ağır acıları yaşatmadan ortaya çıkamaz ve yaranın tekrar iyileşmesi için çok uzun zaman geçebilir ve pek çok ıstırap yaşanabilir.”
“Yabanıllığın ötesine geçen her toplumda bir mâlikler ve bir işçiler sınıfı mevcut olmak zorundaysa, işgücü işçi sınıfının tek mülkü olduğundan, bu mülkün değerini azaltma eğiliminde olan her şeyin toplumun bu kesiminin varlıklarını da azaltma eğiliminde olması gerektiği açıktır. Yoksul bir adamın birilerine bağımlı olmadan kendini geçindirmesinin tek yolu, bedensel kuvvetini kullanmaktır. Hayatın zaruretleri karşılığında verebileceği tek emtia budur. O halde emtiasının pazarını daraltmakla, işgücü talebini düşürmekle ve sahip olduğu tek mülkün değerini azaltmakla ona pek faydanız dokunuyor sayılmaz.”
Sosyal bilimlerin herhangi bir alanında öğrenim görüp de Thomas Robert Malthus (1766-1834) ile karşılaşmamış olan yoktur. Esasen bu Malthus’un dehası ile değil, daha ziyade içerisine dâhil olduğu tartışmanın harareti ile ilişkilidir. Yine de Malthus’un, 18. yüzyıl sonu 19. yüzyıl başı İngiltere’sinin siyasal ve sosyal karmaşasına nevi şahsına münhasır bir iddia ile katıldığı söylenmelidir.
Pek çok temel çalışmanın Türkçeye vakitlice kazandırılmadığını biliyoruz. Entelektüel çoraklığımızda eleştirel düşünce eksikliği kadar, fikri tartışmalara, bunlara esas teşkil eden eserlere kendi dilimizde ve tartışma henüz cereyan etmekteyken erişememekten kaynaklı olarak katılım gösteremememizin de etkisi var. Bu anlamda Malthus’un Nüfus İlkesi Türkçe okurla ilk kez buluşurken, eserin ortaya çıkardığı tartışmaya iki yüz yılı aşan bir mesafeden de olsa katılma imkânı sunuyor. Tartışmaya katılacak her nefesin, iki yüz yıllık mesafeyi bir nebze de olsa kısaltması umulur.
33. Charles Fourier, Dört Hareketin Teorisi (1808)
34. James Henry Lawrence, Nairlerin İmparatorluğu (1811)
35. Mary Shelley, Frankenstein (1818)
Mary Shelley (1797-1851): Yaşadıkları zamanın en önemli yazar ve filozoflarından olan William Godwin ile Mary Wollstonecraft’ın kızıdır. 1816 yılında eserleri üzerinde büyük etkisi olan, İngiliz şiirinin saygın isimlerinden Percy Bysshe Shelley ile evlendi. 1818’de epey genç bir yaşta kaleme aldığı, ilk bilimkurgu örneklerinden biri sayılan Frankenstein ya da Modern Prometheus ile büyük bir üne kavuştu. Yayımlandığı dönemde gerek konusu, gerekse yazarının kadın olması nedeniyle büyük ilgi gören Frankenstein, yaklaşık iki asırdır dünya edebiyatını ve diğer tüm kültür ürünlerini etkilemeyi sürdürmektedir.
36. Mary Shelley, Son İnsan (1826)
Gotik edebiyat alanı, kadın yazarların sivrildiği bir türdür. Bazı eleştirmenler bu olguyu kadın yazarların özel yaşamlarında babalarından, sevgililerinden ve kocalarından gördükleri baskı, taciz ve zulümden etkilenmelerine bağlarlar. Mary Shelley de 1826’da yayımlanan Son İnsan romanıyla gotik edebiyata özgü bilimkurgunun alt türü olan apokaliptik romanın ilk modern örneğini veren ve bu türün önde gelen yazarı oldu. Vahiy ya da gelecekle ilgili sırların aydınlığa kavuşturulması anlamındaki apokalips sözcüğünden türemiş olan apokaliptik kurgu, salgın hastalık, nükleer savaş, sibernetik ayaklanma, doğaüstü olaylar, ekolojik felaketler ya da başka afetler yüzünden uygarlığın sonunun gelmesini irdeler.
Son İnsan, bugün sıradan sayılacak kadar yaygınlaşmış bir konuyu, insanlığın yok oluşunu ele alan ilk büyük romandır. Shelley, bir salgının Batı dünyasındaki etkilerini Romantik dönemin akıcı üslubuyla dramatize eder ve gerçek kişilerin yansıması olan zıt karakterler eksenindeki bir kurguyla aktarır. Romandaki başlıca karakterler kısmen ya da tamamen Shelley’nin çevresindeki kişilerden esinlenmiştir. Örneğin doğal bir cennet arayışı içinde tanıdıklarını peşinden sürükleyen Adrian, yazarın eşi Percy Bysshe Shelley’nin kurgulanmış portresidir. Yunanlılarla savaşmak için İngiltere’den yola çıkan ve İstanbul’da ölen Lord Raymond ise Lord Byron’ın yaşamından esinlenmiştir. Roman, yazarın “seçkinler” diye adlandırdığı çevresini kaybetmekten duyduğu acıyı ve dünyanın anlamsızlığını, bireyin tarihi yönlendirme gücünden yoksun oluşunu da dile getirir. Shelley günlüğünde “son insan”dan “alter ego’m, ikinci benliğim, yoldaşlarımın benden önce ölmesiyle sevgili bir gruptan geri kalan yadigâr” olarak söz eder.
37. Charles Fourier, Yeni Sanayi Dünyası (1827)
38. Robert Owen, Yeni Ahlaki Dünyanın Kalbi (1836-44)
39. Etienne Cabet, İkarya’ya Yolculuk (1840)
Etienne Cabet’in 1842 yılında kaleme aldığı ütopik romanı İkaria’ ya Yolculuk ütopya türünün klasiklerinden biridir. Yaşadığı dönemin toplumsal ilişkilerinden, yönetim şekillerinden, mülkiyetin aşırılığı ve adaletin yoksunluğundan şikayet eden ve insanın yaşamda yitirdiği merkezi konumunun iadesine özlem duyan Cabet, ” Genç İkaria” adlı ütopik bir komün hayal eder. Hemen her konuda her şeyin hesaplandığı, kurallarla bağlandığı, adaletin ve eşitliğin insan olmak dışında hiçbir gerekçeyle ilişkilendirilmediği bir topluluktur bu. Kitap, yayınlandığı dönemde geniş bir yankı uyandırır ve taraftar toplar.
Pratik Ütopyalar Arasında önemli bir yer tutan İkaria’ya Yolculuk 1847 yılında, Cabet 500 taraftarıyla birlikte hayata geçirilmeye çalışılsa da Cabet’nin ölümüyle birlikte topluluk dağılır ve İkaria, ütopyalar tarihindeki yerini sessizce alır.
40. Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto (1848)
Karl Marx ve Friedrich Engels´in, Komünistler Birliği´nin programı olarak kaleme aldıkları Komünist Manifesto, 1848 Şubat´ında, tüm Avrupa´nın devrimci ayaklanmalarla çalkalandığı bir dönemde, Londra´nın gösterişsiz bir basımevinde basıldı. Bilimsel sosyalizmin kitlesel siyaset sahnesine çıkışının ilk ciddi işareti olan Manifesto, yayınlandığı günden bu yana en çok okunan ve en çok tartışılan toplumsal ve siyasal metinlerden biri olmakla kalmadı, daha sonraki sosyalist ve komünist partilerin programlarının temelini oluşturdu, dünyanın değişmesinde ve milyonlarca insanın yaşamında belirleyici bir rol oynadı. Modern çağda başka hiçbir siyasal hareket, döneminin toplumsal, ekonomik ve sınıfsal koşullarını kavrayışındaki derinlik, çözümleyişindeki gözüpeklik ve üslubunun gücü bakımından, Manifesto´yla kıyaslanabilecek bir metin ortaya çıkaramadı.
Bugün Marxçı hareketin temel belgesi ve devrimci bir klasik sayılan Komünist Manifesto´yu, Marx ve Engels´in daha sonraki basımlara yazdıkları önsözler eşliğinde, Celâl Üster ve Nur Deriş´in 1978´de yaptıkları çevirinin gözden geçirilmiş basımıyla ve Manifesto´nun Türkiye ve Türkçedeki serüvenine ışık tutan bir önsözle sunuyoruz…
41. Nathaniel Hawthorne, Blithedale Aşk Hikayesi (1852)
42. Jules Verne, Dünyanın Merkezine Seyahat (1864)
Almanya’nın Hamburg kentinin eski mahallesinde küçük bir ev; masanın üzerinde çözülmeyi bekleyen şifreli bir yazı duruyor. Genç Axel’in amcası jeolog ve maden bilimci Profesör Otto Liedenbrock, az önce bu şifreli pusulayı el yazması eski bir kitabı karıştırırken bulmuştu. Bu küçücük kâğıda şifrelenen not, Profesör Liedenbrock için, dünyanın merkezine doğru yolculuğun sır perdesinin aralanması anlamına geliyordu. Amcasının manevi kızı Grauben’e âşık olan Axel’in, sonuç vermeyeceğini bile bile, “magmaya doğru yolculuk bizi eritmez mi” yolundaki itirazına bilime âşık Profesörün yanıtı, “Riski göze almayanlar, başarılara imza atamazlar” olacaktı. Artık yapacak bir şey yoktu; 24 Mayıs 1863 Pazar günü trenle Danimarka’ya doğru başlayan yolculuk, onları İzlanda’nın başkenti Reykjavik’e götürecek ve burada anlaştıkları rehber Hans ile dünyanın merkezine gidebilmek için Sneffell Dağı’nın kraterlerindeki yolu bulmaya koyulacaklardı. Bu yolculukta onları inanılması güç sürprizler bekliyordu. Ve bir bekleyen daha vardı: Axel’i çok seven Grauben…
Edebiyatta bilimkurgunun öncülerinden, Jules Verne’nin (1828-1905) en ünlü romanlarından olan Dünyanın Merkezine Yolculuk, ilk kez 1864 yılında basıldı. Daha hava taşıtı ve pratik denizaltılar bile bulunmadan yıllarca önce, denizlerin altı, gökyüzü ve uzaya ilişkin konularda romanlara imza atan Jules Verne’in yapıtları 150’ye yakın dile çevrildi.
43. Edward Bulwer-Lytton, Gelecek Irk (1871)
Siyasi bir kişilik, şair, tarihçi ve aynı zamanda oyun yazarı… Tüm bu özellikler Edward Bulwer’ın sadece birkaç özelliği. Bunların yanı sıra “Kalem kılıçtan daha güçlüdür.”, “Doların her şeye gücü yeter.”, “Kitaplar yaşadıkça geçmiş diye bir şey olmayacaktır.”, “İyi bir kitap, hakiki bir hazinedir.”, “Tutku, dinlenmek bilmez.” özdeyiş ve sözlerinin sahibi. Ayrıca adına düzenlenen bir kurgu yarışması mevcut. Birtakım gizli örgütlere ilham kaynağı olan bu çok yönlü kişiliğin en çarpıcı özelliği ise kimi komplo teorisyenlerine göre Nazizmin manevi babası olması. Son romanı olan Gelecek Irk ise kendi zenginliğinde ayrı bir yere sahip. Ölümünden üç yıl önce kaleme aldığı bu roman, bilim kurgu edebiyatının ilk örneklerinden. Ayrıca 1924 yılındaki başarısız Münih darbesinden sonra, Landsberg hapishanesinde yatmakta olan Adolf Hitler’e, Thule Örgütünün üstadı Haushofer tarafından getirilen kitaplardan bir tanesi. Hatta yaygın olan bir kanıya göre, Hitler’in “büyük ruh” inancı, bu kitapta bahsi geçen yer altı uygarlığına dayanmakta.
44. Samuel Butler, Erewhon (1872)
45. Mary Bradley Lane, Mizora (1880)
46. Edward Bellamy, Geçmişe Bakış 2000’den 1887’ye (1888)
Geçmişe Bakış 1888’de ABD’de yayımlandı. Bir yıl içerisinde çeyrek milyon kopya satıldı ve birkaç yıl geçmeden belli başlı yabancı dillere çevrildi. Amerika’da en çok satan romanlar arasında, Tom Amcanın Kulübesi ve Ben Hur’den sonra üçüncü sıraya yerleşti. Amerikan edebiyatı kategorisinde bir milyon satan üçüncü roman oldu. Kitap İngiltere, Almanya, Fransa, Avustralya, Güney Afrika, Rusya, Hindistan, Endonezya, Japonya gibi ülkelerde de büyük ilgi gördü.
Bellamy, ütopyacı yazarları fazlasıyla etkilemiş, hatta pek çoğuna doğrudan esin kaynağı olmuştur. Birçok düşünür sosyalizmin teorisiyle ya da onu eleştirmekle meşgul olurken, Bellamy kaleme aldığı bu ütopya-roman sayesinde insanlara sosyalist bir toplumda yaşamanın nasıl bir şey olacağını zihinlerinde canlandırma fırsatı sunmuştur. Emek-sermaye çelişkisini aşmış bir toplumda yönetim, üretim, dağıtım ve bölüşüm sorunlarının nasıl çözülebileceği ve sosyal yaşamın ne tür bir form alacağı üzerinde durmuştur.
47. Theodor Hertzka, Özgür Ülke (1890)
48. William Morris, Hiçbir Yerden Haberler (1890)
Hiçbir Yerden Haberler, 1890’da ilk olarak Commonweal adlı Sosyalist bir dergide bölümler halinde yayımlandı.
Morris bu kitabında doğayla bütünleşik, eşitlikçi, devletsiz bir toplum tasavvur etmiştir. Her ne kadar kendisini sosyalist olarak görse de bu kitabıyla anarşizme daha yakındır. Yazar bu kitapta herkesin ulaşmak istediği, insanların özgürce hareket ettiği bir ütopya yaratır. Sanayileşmenin yerini toplumsal zanaat ekonomisinin aldığı özgürlükçü sosyalist bir topluma ilişkin ikna edici bir vizyon sunar. İşçi sınıfının devriminden bahseder ve Marx’ın tarif ettiği türden bir sosyalist toplum yaşamını betimler.
“Politikanın efendilerinin oynadığı oyun, birkaç hırslı yandaş kişinin, lüks ve heyecanlı bir eğlence hayatı yaşayabilmek için halkı ya ikna ederek ya da zorlayarak, kendi masraflarını onlara ödetmesinden ibaretti. Kendi aralarında ciddi fikir ayrılıkları varmış gibi bir izlenim yaratmak, hayatlarının her aşamasında yer alan bir yalandı…”
49. Ignatius Donnelly, Sezar’ın Sütunu (1890)
50. H. G. Wells, Zaman Makinesi (1895)
Wells’in ilk olarak okul gazetesinde yayınladığı bir öyküden hareketle kaleme aldığı kısa romanı Zaman Makinesi, 1895’ten beri bilimkurgunun önde gelen eserlerinden biri oldu. Hem geleceği hayal etmek hem de biliminsanının karakterini göstermek adına derin saptamalarda bulunan, politik göndermelerle yüklü bu distopya, hâlâ gerçekleştiremediğimiz bir fantezinin peşinden yıllardır sürüklüyor bizi. Volkan Gürses’in Türkçeye çevirdiği Zaman Makinesi’nin bu yeni baskısı, roman tarihi ve H.G. Wells üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan akademisyen Patrick Parrinder’ın önemli makalelerinden biriyle zenginleşiyor. Elif Ersavcı’nın Türkçeye kazandırdığı bu makalede Parrinder, Wells’in Zaman Makinesi’ni yazarken, “yaratıcılık düzeyinde de olsa, kendi ölümünün ötesine geçmeyi” öğrendiğini iddia ediyor. Zamana karşı bir makinenin, ölümlülüğe karşı bir yaşamın hikâyesi bu. Wells’in en büyük üç romanından biri olan Zaman Makinesi’ni okurken, hepimiz bir Zaman Yolcusu’yuz!
51. H. G. Wells, Dr. Moreau’nun Adası (1896)
Wells’in öncü niteliğindeki bilimkurgu klasiği Doktor Moreau’nun Adası yayımlandığı günden beri “sarsıcı” etkisinden hiçbir şey yitirmedi. Bilimsel yöntemlerinin doğuracağı sonuçlar konusunda hiçbir sorumluluk hissetmeyen çılgın bilim insanının hikâyesi, unutulmaz filmlere ilham vermiştir. Acı, zulüm, ahlaki sorumluluk, insanın doğaya müdahalesi gibi felsefi temalarıyla dikkat çeken yapıtında, Wells daha sonra genetik alanındaki çalışmaların gündeme getireceği etik meseleleri öngörmüştür.
Bir deniz kazasından kurtulan Edward Prendick, mahsur kaldığı adada garip yaratıklar ve karanlık sırlarla karşılaşır. Bu ada, insanı ve yazgısını kollayacak bir Tanrı’nın bulunmadığı, bütünüyle ahlaktan yoksun bir evrenin mikrokozmosudur adeta. Doktor Moreau’nun Adası bilimin kontrolden çıktığı zaman barındırabileceği potansiyel tehlikelere karşı bir uyarı niteliği taşır.
52. H. G. Wells, Dünyaların Savaşı (1898)
Uzayın derinliklerinde.. engin, soğuk ve duygusuz zihinler bu dünyayı kıskanç gözlerle izliyor ve bize karşı uygulayacakları planlarını yavaş yavaş geliştiriyorlardı.
53. H. G. Wells, Ay’daki İlk İnsanlar (1901)
54. H. G. Wells, Modern Bir Ütopya (1905)
55. Gabriel Tarde, Yeraltı İnsanı (1905)
56. Jack London, Demir Ökçe (1908)
Jack London’ın 1907’de yayımlanan Demir Ökçe adlı eseri, modern karşı-ütopyacı romanların ilki sayılır. Totaliter ve baskıcı sistemdeki toplumu tanımlamak için kullanılan karşı-ütopya kavramı, bu kitapta, ABD’de oligarşik bir tiranlığın yükselişinde yansıyor. George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanına da esin kaynağı olan Demir Ökçe, toplumda ve siyasette gelecekte yer alacak değişiklikleri irdeler. Jack London’ın ileride ABD’de bir çöküş yaşanacağı yolundaki öngörüsü tam anlamıyla gerçekleşmemişse de, yazarın uluslararası gerginliklerle ilgili görüşleri birkaç yıl farkla da olsa gerçek tarihle örtüşür. Demir Ökçe’de 1913’te başlayan bu çatışma, gerçekte 1914’te patlak vermiştir. Dahası, London sadece 1914’te olanları değil, İkinci Dünya Savaşı’na giden olayları da kehanette bulunurcasına öngörmüş; faşist yapılanmanın dünyayı nasıl dehşete sürükleyeceğini ve bunun karşısındaki devrimci duruşun nasıl olması gerektiğini dile getirmiştir.
57. Charlotte Perkins Gilman, Kadınlar Ülkesi (1915)
Ütopyalar her zaman eleştiri ve özlemlerin bir arada kaleme alındığı politik-edebi metinler olma özelliği taşıdı. Charlotte Perkins Gilman’ın Kadınlar Ülkesi adlı ütopya denemesi ise iki bakımdan farklılık gösteriyor. Kadınlar Ülkesi’nin birinci özelliği, birçok klasikleşmiş erkek ütopyasında (Platon’un Devlet, Thomas More’un Ütopya’sı vb.) yok sayılan veya satır aralarında yer verilen kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığına dikkat çekilmesidir. İkinci özelliği, kadınları ele alan edebi denemeler içerisinde ilk defa feminist öğelerin ütopya tarzıyla açık ve bilinçli bir şekilde işlenmesidir. Bu anlamda Kadınlar Ülkesi’nin kadınları, sınıflı-erkek egemen toplumun kadın kalıpları, tanımları ve davranışlarına uymayanların anlatısıdır. Birinci dalga feminist akımın önde gelen kalemlerinden Charlotte P. Gilman, bu ütopyasıyla XX. yüzyılın temel çelişkileri olan ulusalcılık, yurttaşlık ve kadın hareketi içerisindeki eşitlik ve özgürlük gerilimini de gözler önüne seriyor. Ataerkil toplumların mizahi bir dille eleştirildiği Kadınlar Ülkesi rekabet, cinsiyet ayrımcılığı, cinsiyet temelli işbölümü, yoksulluk, savaş ve dışarıda bekleyen düşmanlar gibi kavram ve yaşantıların bilinmediği, duyulmadığı, yaşanmadığı bir ülkedir.
58. Charlotte Perkins Gilman, Onunla, Bizim Ülkemizde (1916)
59. H. G. Wells, Tanrı Gibi İnsanlar (1923)
60. Yevgen Zamyatin, Biz (1924)
G. Orwell ve A. Huxley gibi yazarların öncüsü ve esin kaynağı olan Zamyatin, onlardan çok daha önce yazdığı Biz ile totalitarizm tehlikesine işaret ederek, anti-ütopyayı radikal bir eleştiri silahına dönüştürmüştür. Bütünlüklü, bitmiş bir topluma karşı olan Zamyatin Biz’de, böylesi bir toplumun olumsuzluklarını anlatır. 26. yüzyılda geçen romanda insan doğadan ve kendi “ben”liğinden koparılmış, “Biz”leşerek teknolojiye ve bürokratik devlete teslim olmuştur. Kişisellik yoktur… İnsanların adları değil, numaraları vardır. Saydam, cam duvarların arkasında yaşayan insanların her dakikası devletçe belirlenmekte, denetlenmektedir. Erkek ve dişi numaralar yalnızca, izin belgeleriyle önceden belirlenmiş sevişme saatlerinde birbirlerini ziyaret ettikleri zaman perdeleri indirme hakkına sahiptirler. Zamyatin “gerçek edebiyatın güvenilir ve gayretkeş görevliler tarafından değil, ancak aykırı ve asi ruhlular, çılgınlar ve hayalciler tarafından gerçekleştirilebileceğini” savunarak resmi görüşlere karşı çıkmış, kuşağının en radikal isimlerinden biri olmuştur.
Büyük Birader insanlara ne özgürlük ne de mutluluk vaat etmektedir; hiç kimse için kurtuluş yoktur. Zamyatin’in getirdiği tartışma ise düşünen ve hayal eden insan için özgürlük ve mutluluğun özdeş kavramlar olduğudur.(…) Özgürlük mutsuzluğa gebe olmak zorunda değildir Zamyatin’de. Başkaldırmak, alışılagelmiş olanla mücadele etmek acı verir gerçi ama “dünü bugün, bugünü de dün” olarak yaşamak daha zordur. Zamyatin’in ütopyası kesintisiz bir mücadeledir; bugüne daima yarının gözüyle bakarak, kendi kurduğunu, kurumlaşmaya başladığı andan itibaren yeniden yıkarak sürdürülen bir mücadele. Ütopya, Zamyatin için bir ufuktur; ona sürekli olarak yaklaşılır ancak varılamaz. “Vardık”, teslim olmaktır, gerçek sorular ise “Neden” ve “Peki sonra ne olacak?”tır.
61. Olaf Stapledon, Sonuncu ve İlk İnsanlar (1930)
62. Aldous Huxley, Yeni Cesur Dünya (1932)
“Cesur Yeni Dünya” bizi “Ford’dan sonra 632 yılına” götürür. Bu dünyanın cesur insanları kapısında “Cemaat, Özdeşlik, İstikrar” yazan Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde üretilirler. Kadınların döllenmesi yasak ve ayıp olduğu için, “annelik’ ve ‘babalık’ pornografik birer kavram olarak görülür Toplumsal istikrarın temel güvencesi olan şartlandırma hipnopedya -uykuda eğitim- ile sağlanır. Hipnopedya sayesinde herkes mutludur; herkes çalışır ve herkes eğlenir. “Herkes herkes içindir.”
“Cesur Yeni Dünya”nın önemi yalnızca ardılları için bir standart oluşturması ve karamsar bir gelecek tasarımının güçlü betimlemesiyle değil, aynı zamanda ‘birey yok edilse de süren macerasının’ sağlam bir üslupta anlatılmasıyla da ilgili. Huxley, yapıtını ütopa geleneğinin kuru anlatımının dışına çıkarıp ‘iyi edebiyat’ kategorisine yükseltiyor.
63. H. G. Wells, Olacakların Habercisi (1933)
64. Katharine Burdekin, Swastika Geceleri (1937)
Modern toplumlarımızın günden güne totaliter rejimlere doğru kaydığı, filozof Slavoj Zizek’in dediği gibi kapitalizmle demokrasi arasındaki sonsuz evliliğin bittiği bir dönemde hepimizin kafasını kurcalayan şey nasıl bir geleceğin bizi beklediği. Eğer insanlık bu gelecekten işaretleri okuyamayıp bu geleceği değiştiremediği takdirde Katharine Burdekin’in 80 yıl önce kurguladığı faşist bir dünya olabilir mi bizi bekleyen?
Şiddet ve hainliğin erkeklere statü kazandırdığı, kadınların damızlık hayvan vasfına indirgendiği bu dünyada herkesin ortaklaşa taptığı tek bir şey vardır: LİDER
1937’de Hitler henüz yaşarken yazılan bu roman, uzun süre unutulmuş ancak 1980’lerde tekrar gündeme gelmişti. “1984” ve “Cesur Yeni Dünya” gibi büyük distopik romanların arasında yer alan Swastika Geceleri en önemli feminist eserlerden biri olarak görülmektedir. Önsözden alıntılarsak:
“Burdekin Swastika Geceleri’inde yedi yüz yıllık Nazi hegemonyasının ardından bir Avrupa hayal ederken, faşizmin tehlikeleri hakkında uyarıda bulunmaktan daha fazlasını yapıyordu. Burdekin’in kitabı, faşizm analizlerini, Hitler ve onun döneminin özelliklerinin ötesine geçerek ifade etmesi açısından önem taşımaktadır. Faşizmin erkek hegemonyasının olağan gerçekliğinden, cinsiyet rolleri açısından erkek ve kadınları kutuplaştıran bir gerçeklikten nitelik olarak değil, nicelik olarak farklı olduğunu iddia eden Burdekin, davranışın “eril” ve “dişil” şekillerini hicvetmektedir. Bu açıdan Nazi ideolojisi, “erkeklik kültünün” en uç noktaya ulaşmış halidir. Erkeklik kültüne karşı öne sürülen güçlü argumanların yanı sıra bu bağlantı, Burdekin’in kitabını 1930 ve 1940’larda yazılmış diğer pek çok anti faşist karşı ütopya kitabından ayırır.”
65. B. F. Skinner, Walden İki (1948)
66. George Orwell, 1984 (1949)
İngiliz yazar George Orwell’in 1949 yılında yayımlanan ve kısa sürede kült mertebesine erişmiş eseri 1984, 1949 yılında yayımlanmıştır. Distopya türünde bir roman olan 1984, “Büyük Birader”, “Düşünce Polisi”, “101 Numaralı Oda”, “2+2=5” gibi çeşitli terminolojileri ve kavramları günümüz lugâtına dahil etmiştir. George Orwell kitapları arasında en çok bilinen eserdir.
Romanın adı “Avrupa’daki Son Adam” ismiyle yayımlanmak istenmiştir fakat Orwell’ın yayıncısı başarılı bir pazarlama stratejisiyle kitabın adını Bin Dokuz Yüz Seksen Dört olarak değiştirmiştir.
Roman, II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan totaliter rejimlere ağır bir eleştiri niteliğindedir ve romandaki alegoriler ve semboller bu totaliter devletleri işaret etmektedir.
George Orwell 1984 kitap özeti kısaca belirtilmek gerekirse romanın dünyası üç ayrı rejimle yönetilmektedir: Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya… Sovyetler Birliği’ni andıran Okyanusya, düşünmeden itaat eden ve Büyük Birader adında birine bağlılıkları olan halkın yaşadığı devlettir. Toplumdaki tüm insanların hareketleri, düşünceleri ve davranışları izlenmektedir. Bir yeraltı örgütü olan muhalif özellikteki Kardeşlik ve bu örgütün lideri Goldstein, bu toplumun düşmanı olarak görülür. Romanın baş karakteri Winston’ın çeşitli olaylara dahil olmasıyla roman, okuyucuların akıllarında birtakım soru işareti bırakacaktır: Büyük Birader ve Goldstein gerçekten yaşıyorlar mıdır?
Can Yayınları’yla özdeşleşmiş kitaplardan biri olan 1984, Utku Lomlu’nun minimalist kapak çalışmasıyla günden güne artan bir okuyucu kitlesi edinmektedir. Eserin tercümesinde Hayvan Çifliği’nde olduğu gibi yine Celal Üster yer almaktadır.
Eser, her ne kadar Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya adlı eseri ile birlikte distopik roman alanında en iyi bilinen kitaplar olsa da distopya türünün yaratıcısı Rus yazar Yevgeni Zamyatin’dir ve yazarın kitabı “Biz” (1920); 1984’ün, Cesur Yeni Dünya’nın ve Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler adlı eserinin ilham kaynağıdır.
67. Ray Branbury, Fahrenheit 451 (1953)
Guy Montag işini seven bir itfaiyeciydi. On yıldır kitap yakıyordu. Gecenin bir yarısında yola çıkışlarını, alevlerin kitapları yutuşunu hiç sorgulamamıştı… Hiç sorgulamamıştı, insanların korkusuzca yaşadıkları bir geçmişi anlatan o 17 yaşındaki genç kızla karşılaşana dek… Montag’ın hayatındaki bütün yanlışlar doğrularla yer değiştirir o andan sonra… İşini, eşini, yaşayışını yeni bir gözle değerlendirir. Önünü alamadığı duyguları onu, asla tahmin edemeyeceği şeyler yapmaya iter. Sansüre, totaliter yönetimlere, kültür endüstrisine ve uzunca bir süredir sürdürdüğümüz yaşam tarzına yönelik en keskin eleştirilerden biri. Okuyun ve kendinizi yeni baştan kurun.
68. William Golding, Sineklerin Tanrısı (1954)
“Sineklerin Tanrısı”, günümüzde bir atom savaşı sırasında, ıssız bir adaya düşen bir avuç okul çocuğunun, geldikleri dünyanın bütün uygar törelerinden uzaklaşarak, insan yaradılışının temelindeki korkunç bir gerçeği ortaya koymalarını dile getirir. Konusu, R. M. Ballantyne’ın Mercan Adası gibi eşsiz bir mercan adasının cenneti andıran ortamında başlayan bu roman, çağdaş toplumlardaki çöküntünün, insan yaradılışındaki köklerini gözönüne sermek amacıyla Mercan Adası’ndaki duygusal iyimserlikten apayrı bir yönde gelişir. Uygar insanın yüreğinde gizlenen karanlığı deşerken “Sineklerin Tanrısı”; daha çok Conrad’ın kısa romanı “Karanlığın Yüreği”ni andırır. Golding’in romanındaki çocuklar da başlangıçta tıpkı Kurtz gibi, uygar toplumun baskılarından uzak bir örnek düzen kurmak isterlerken, gitgide hayvanlaşır, korkunç bir kişiliğe bürünürler. Bu yönüyle Sineklerin Tanrısı’nın Mercan Adası ile öbür ıssız ada serüvenlerinden ayrıldığı en önemli nokta, ıssız ada yaşamının çetin güçlüklerini ya da mutluluğunu anlatmaktan daha çok, bir insanlık durumunu, kişiler arasındaki çatışma aracılığıyla ortaya koymaya çalışmasıdır.
69. Aldous Huxley, Yeni Cesur Dünyayı Ziyaret (1958)
70. Aldous Huxley, Ada (1962)
Huxley, ölümünden bir yıl önce yayımladığı son romanı Ada ile, Cesur Yeni Dünya’nın karşıtını yarattı. İnsanoğlu için daha iyi bir dünya, daha iyi koşullar mümkün mü? Yanıt, Huxley’in ütopik adası Pala’da gizli. Ada: Dünyaya sunulan panzehir.
71. Anthony Burgess, Otomatik Portakal (1962)
Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna sistematik bir baskı uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum…
…
Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. “Uqueer as as clockwork orange”. Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya’da “canlı” anlamına gelen “orang” sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm…
-Anthony Burges-
Karabasan gibi bir gelecek atmosferi… Geceleyin sokaklara dehşet saçan, yaşamları şiddet üzerine kurulu gençler… Sosyal kehanet? Kara mizah? Özgür iradenin irdelenişi?.. Otomatik Portakal bunların hepsidir. Aynı zamanda hayranlık verici bir dilsel deneydir, çünkü Burgess antikahramanı için yeni bir dil yaratır: Yakın geleceğin argosu “nadsat”ı.
… ve Stanley Kubrick’in muhteşem film uyarlaması, yirminci yüzyılın kült eserlerinden biri olan bu romanın şöhretini pekiştirmiştir…
72. Ira Levin, Bu Kusursuz Gün (1970)
73. Ursula Le Guin, Mülksüzler (1974)
“…Vermediğimiz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiç bir yerde değildir.” Konuşmasını bitirirken, yaklaşan polis helikopterlerinin gürültüsü sesini boğmaya başladı.
“Romanım Mülksüzler, kendilerine Odocu diyen küçük bir dünya dolusu insanı anlatıyor; Odo romandaki olaylardan kuşaklarca önce yaşamış, bu yüzden olaylara katılmıyor, ya da yalnızca zımnen katılıyor, çünkü bütün olaylar aslında onunla başlamıştı.
“Odoculuk anarşizmdir. Sağı solu bombalamak anlamında değil: kendine hangi saygıdeğer adı verirse versin bunun adı tedhişçiliktir. Aşırı sağın sosyal-Darwinist ekonomik özgürlükçülüğü de değil; düpedüz anarşizm: eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin’in, Goldmann ve Goodman’ın geliştirdiği biçimiyle. Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist isterse sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlaki ve ilkesel teması ise işbirliğidir (dayanışma, karşılıklı yardım). Tüm siyasal kuramlar içinde en idealist olanı anarşizmdir; bu yüzden de bana en ilginç gelen kuramdır.”
74. Joanna Russ, Dişi Adam (1975)
“Erkeğe nasıl mı dönüştüm, anlatayım size; önce kadına dönüşmem gerekti…” Okurun bu anahtar cümleyle girebileceği “Dişi Adam” da Joanna Russ bilimkurgu-ütopya türünde, kadın varlığının içuzayını gezegenlerarası bir düzlemde, alegoriler kurarak anlatıyor. “Kadın yüzlü bir erkek. Erkek aklına sahip bir kadın” olan “Dişi Adam”ın fantastik bakışı, Jung’un erkekteki kadın/kadındaki erkek (anima-animus) ruhbilimsel merceğiyle yansıtılırken, okuyanı William Blake’in şu sözüyle karşı karşıya getiriyor: “Aşırılık Yolu Bilgelik Sarayı’na çıkar.”
Romandaki dört “J”den Joanna, günümüzdeki “bizim dünyamız”da yaşayan ve gerçek Adam’ı arayan, huzursuz bir kadın. Jeannine’in dünyası ise, geçmişi değişik olsa da “Büyük Bunalım”ın hala sürdüğü bizim dünyamız”. Güçlü bir kadın olan Janet, yüzyıllardan beri hiçbir erkeğin yaşamadığı, “gelecekteki bizim dünyamız”dan yeryüzüne gelen bir elçi. Jael ise, bu üçlüyü Erkekdiyarlılar-Kadındiyarlılar fantastik karşıtlığıyla yüz yüze getiriyor ve kadın-erkek çatışmasını çarpıcı bir biçimde göz önüne seriyor.
İç monologlar, teatral diyaloglar, çarpıcı betimlemelerle eşzamanlı olarak yansıtılan bu dört kadın “aslında bir kadın mı?” sorusu romanın sonuna kadar okurun peşini bırakmıyor.
75. Ernest Callenbach, Ekotopya (1975)
Ernest Callenbach’ın bu romanı, ABD’den ayrılarak kendilerine ‘ekolojik hayat anlayışı’ ekseninde yeni bir bağımsız ülke kuran insanların hayatı anlatılır. Dolayısıyla, kolektif hayalin kolektif gerçeğe dönüşmesini edebiyata taşıyan unutulmaz romanlardan biridir “Ekotopya”. İlk yayınlandığı zaman dünyanın belli başlı ülkelerinde büyük yankılar uyandırmış, bugün küresel ısınmanın doğurduğu kaygıların önceli olacak şekilde, ekolojik bilincin gelişmesine büyük katkıda bulunmuştur. Callenbach’ın romanı, yeryüzünün geleceğini dert edinen herkes adına birincil önemde bir kitaptır.
76. Marge Piercy, Zamanın Kıyısındaki Kadın (1976)
Connie, zihinsel yetenekleri çok gelişmiş, hayat dolu bir kadındır. Ama bu özellikleri “düzen”e sürekli yenik düşmesini engelleyememiştir. Sevdiği insanlar devlet ya da ölüm tarafından elinden alınmış; bütün bunların yanı sıra, şiddet eğilimleri göstermeye başladığı için tımarhaneye kapatılmıştır. Bu kez de doktorlar, üzerinde deney yapmak isterler. Karşı koyar ve zihin gücüyle ilişkiye geçtiği bir ütopya halkının yardımıyla mücadeleye girişir.
Romanda bütün bunlar olurken, aslında bir yandan da, son yıllarda birçok radikal düşünürün, feminist ve yeşillerin sorguladığı modern toplumun vazgeçilmez diye sunduğu kurum ve anlayışların da eleştirisi yapılmaktadır. Ütopyada çekirdek aile, devlet, hapishane, hastane, okul ve çocukluk gibi kurumların hiçbiri yoktur; üretim kadar doğanın dengesini gözetmek de önemlidir; deliliğe kontrol edilmesi gereken bir süreç olarak değil, herkesin yaşayabileceği öğretici bir deneyim olarak bakılır; en çok zaman insan ilişkilerinin ve onun bir türevi olarak düşünülen siyasal kararların tartışılmasına ayrılır; cinsel ilişkilerde özgürlük kadar kıskançlığa da yer vardır… Erkeklerin çocuk emzirerek annelik duygusunu tattığı, böylece daha sevecen ve şefkatli olduğu; yarışmamanın erdem kabul edildiği; doğayı onarmak ve savunmak için “nehir doktoru”, “toprak avukatı” gibi mesleklerin olduğu bir ütopyadır bu. Romanın en önemli özelliği ise gelecek özleminin gerçekleşmesi için aktif bir mücadele ve yaratıcılık faaliyeti içinde olmanın önemine işaret etmesidir.
“Marge Pierce, çağdaş edebiyatın en güçlü feminist kalemlerinden biri; Zamanın Kıyısındaki Kadın da onun en güçlü ve etkili yapıtı. Roman öncelikle içinizi nefretle dolduracak, Connie’nin acısını derinliklerinizde hissedeceksiniz ve ona bu acıyı çektiren tüm dengeleri sorgulayacaksınız. Ardından bu muhteşem kadın ütopyasının esintisini yakaladığınız anda ışıltılı bir umut da belirecek. Piercy hiç de ‘yumuşak başlı’ bir yazar değil; bu güçlü ‘siyasi bilim-kurgu’ romanında, edebiyatı feminizme, feminizmi edebiyata kurban etmeden, kışkırtıcılığın doruğuna çıkmış. Zamanın Kıyısındaki Kadın, pek çok kadın okurun başucu kitapı olmayı güvence altına aldığı gibi, erkek okurlar için unutulmaz olmayı da hedefliyor; etkisi kesinlikle kadın okurlarla sınırlanamaz. Kaçırmayın…”
77. Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü (1986)
“Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu.”
Kadın, “bunaltıcı düşlerden uyandığı” bir sabah, hiçliğe dönüşmüş olarak buldu kendini. Artık bir adı yoktu, düşüncesi, benliği, arzusu yoktu ama bir rahmi vardı. Yaşamını kolonilere sürülmeden, öldürülmeden, Damızlık Kız olarak sürdürmesini sağlayan rahmi. Artık âşık olmayacaktı, sevmeyecekti, onaylanmış bir dilin ötesine geçmeyecekti. Duvarlara asılmış sıra sıra cesetler, tek gerçeğin savaş ve üreme olduğunu hatırlatıyordu. Özgürlük hatırlanmayacak kadar uzaktaydı…
Margaret Atwood’un başyapıt niteliğindeki feminist distopyası Damızlık Kızın Öyküsü, bütün distopyalar gibi geleceğe dair bir paranoyayı değil, içinde yaşadığımız gerçeğin ta kendisini dile getiriyor. Erkek egemen muhafazakâr bir rejimin üremeyle sınırlandırdığı, mahrem örtülerin ardına gizlediği kadın bedenleriyle bize aşina gelen bir gerçeğin.
78. Iain M. Banks, Phlebas’ı Düşün (1987)
79. Kim Stanley Robinson, Mars Üçlemesi (1992-96)
Artık bütün insanlar Mars’ın tarihini biliyor: kızıllığını ve değişken vahşiliğini… Bu yüzden Mars’ın en eski adlarının -Nirgal, Mangala, Auqakuh, Harmakhis- hepsinin dilde garip bir ağırlık yapması şaşırtıcı değil, onları taşıyan kadim dillerden daha da yaşlı, sanki Buz Çağı’ndan ya da daha öncesinden kalma fosil sözcükler gibi geliyorlar kulağa. Evet, binlerce yıl boyunca Mars insani işlerde kutsal bir güç oldu; sahip olduğu renk onu kanı, kızgınlığı, savaşı ve kalbi temsil eden tehlikeli bir güç haline getirdi. Böylece buraya geldik. Eskiden bir güçtü; şimdiyse bir mekan.
2019 yılında John Boone Mars’a ayak basan ilk insan oldu. 2027 yılında Yeryüzü’nün en iyi mühendisleri ve bilimcileri arasından seçilen ilkyüz gezegenin yüzeyine indiler ve insanoğlunun giriştiği en büyüm mücadele başladı: Atmosfersiz, manyetik alansız ve aşırı soğuk bir gezegeni insanlar, hayvanlar ve bitkilerle dolu bir cennet haline getirebilmek. Kolonileşme ve Terra-kurma çabaları yeni bir toplum düzeni yaratabilecek mi yoksa Yeryüzü’nün bir kopyası mı oluşacak?
80. Jack Halperin, Doğruluk Makinesi (1996)
81. Ronald Wright, Bilimsel Romans (1997)
82. Brian Aldiss, Beyaz Mars (2000)
83. Margaret Atwood, Antilop ve Flurya (2003)
84. Kazuo Ishiguru, Beni Asla Bırakma (2005)
Yatılı okul Hailsham’ın öğrencileri, bahçe duvarının arkasındaki karanlık ormandan çok korkarlar. Hafta sonları veya tatillerde evlerine gitmez., Hailsham’dan önceki yaşamlarını hatırlamazlar. Dış dünyayla bağlantıları yoktur. Öğretmenler değil, gözetmenler tarafından eğitilirler. Spor ve sanata büyük önem veren gözetmenler, Hailsham öğrencilerine sürekli özel olduklarını hatırlatır ve bedenlerine çok iyi bakmaları gerektiğini tekrarlar.
Kazuo Ishiguro, yayımlandığı yıl Time tarafından İngilizce yazılmış en iyi 100 roman listesine alınan Beni Asla Bırakma’da, yıkıma götüreceğini bile bile kendi kaderini kabullenenlere odaklanmış görünüyor.
85. Chuck Palahniuk, Çarpışma Partisi (2007)
Onu herkes farklı anlatıyor. Biri, “Yedi Bela Öğğk Casey aslında kötü biri değil; sadece dünyada sa-hici bir şeyler bulmaya çalışıyor” diyor. Onu etki-leyici ve olağanüstü bulanlar kadar onun iğrenç, korkutucu, hatta katil olduğunu düşünenler de var. Peki kim bu Öğğk Casey denen adam?
Chuck Palahniuk’un, her zaman olduğu gibi, bir öncekinden daha çılgın bu romanı bir anlamda sözel kişisel tarih. Amerika’nın başına bela kesilip, yürüyen ve konuşan bir kitle imha silahına dönü-şen iğrenç mi iğrenç bir tipin, Yedi Bela Öğğk Ca-sey’nin, hayatına giren ya da girmeyip şöyle bir kenarından geçen bir sürü insanın sözlü anlatımıyla, kimsenin hayal bile edemeyeceği eylemlerine tanık oluyoruz.
Öğğk Casey daha küçük yaşta, koklayarak ve ta-darak olaylar ve kişiler hakkında çok şey söylemek gibi olağanüstü özelliklere sahiptir. Doğduğu Middleton kasabasının çölünde hayvan yuvalarına kolunu ya da bacağını sokarak kendine kuduz bulaştırır. Çok zeki olmasa bile uyanıktır ve hayatın kanlı, canlı gerçekliğine herkesten farklı yaklaşır. Dolayısıyla yaşadığı aşk bile şiddetli, tiksindirici ve zorlayıcıdır. Elbette, seksidir de. Büyük şehre taşındığında “arabalarla yapılan Dövüş Kulübü” diyebileceğimiz Çarpışma Partisi’ne katılır ve sıra dışı olaylar yaşanmaya devam eder…
Kısacası, roman boyunca yine rahatsız olacaksınız. Bu kitapta, insanların sıradan hayatlarındaki günlük tecrübelerine gizlenmiş aşırılıklar öyle açık, net ve sansürsüz anlatılıyor ki, zaman zaman utanacak, iğrenecek ve dehşete düşeceksiniz. Ama sonunda her zamanki gibi, aklın sınırlarını zorlayan bir yazarı okumanın verdiği mutlulukla hınzır bir gülümseme yayılacak yüzünüze.
86. Margaret Atwood, Tufan Zamanı (2009)
Hayatın yok oluşuna kehanet gibi bir ağıt…
Bilim, din ve doğayı kaynaştıran bir din olan Tanrı’nın Bahçıvanları’nın önderi Âdem Bir, uzun süredir küresel bir salgını öngörüyordu. Bu felaket gerçekleşti ve insan yaşamı büyük ölçüde yok oldu.
İki kadın kurtuldu: Lüks bir seks kulübünde kapalı kalan genç dansçı Ren ile bir sağlık merkezine sığınan eski Bahçıvan Toby. Ya diğerleri? Ren’in biyo-sanatçı arkadaşı Amanda? Eko-savaşçı üvey babası Zeb? Eski sevgilisi Jimmy? Ya da belalı ÇilePatlarcılar?
Bir de, dünyanın egemeni olan Şirketlerin karanlık polis örgütü NaAşRobA.Ş. var…
Âdem Bir ve kuşatılmış takipçileri yeniden örgütlenirken, Ren ve Toby de kendilerini bitki ve hayvan yaşamı dahil hiçbir şeyin nereye varacağının bilinemediği, değişen bir dünyada bulacaklar.
Not: Bu kronolojik liste İş Kültür Yayınları tarafından yayımlanan Ütopya Edebiyatı kitabından alıntıdır.
O bir yazardır ve kitabın kapağında 3 kentin adı okunabiliyor ve yerleşim alanın eski adında bir nehrin ismi geçmektedir ve bu yerleşim alanı birzaman lar başkent olmuştur ve bu kitap bugüne kadar tek baskı görmüştür bu kitabın adı nedir bula bilirmisiniz