1. Confabulario (Juan Jose Arreola / Alabanda Yayınları)
Kendine özgü mizah anlayışı, gerçeklik ve fantastik öğeler arasında sınırları kaldırma yeteneği ve metaforlarının keskinliği ile tanınan Juan Jose Arreola, yirminci yüzyılın önde gelen deneysel kısa öykücüleri arasında yer alıyor. Çokyönlülüğü, geçmiş ve günümüz hakkındaki geniş ve derin bilgisinden, bu bilgisini insanlığı anlamak için kullanmasından kaynaklanan yazar, edebiyat, tarih, antropoloji ve psikolojiye olan yakınlığı ve gerçeklere dair zengin söylemleriyle okurların ilgisini acı ama şiirsel, hiciv dolu ama nükteli anlatımıyla artırıyor.
Confabulario’da insanlığın ahmaklığına dair acı eleştirilerini kaleme alan Meksikalı yazar, bir yandan okurları derinden yaralarken bir yandan da gülümsetiyor. Toplumun gizli kalmış yalanlarını, ikiyüzlülüklerini, yanlış değerleri ve kötü ahlakı yüzümüze vuruyor.
2. Tanrı Gözünden Irak (Zsigmond Moricz / Yeni İnsan Yayınevi)
Genç bir lise öğrencisi, amcasının kasabadaki evinde öğrenimini tamamlarken, yengesine karşı derin ve içten bir aşk duymaya başlar. Kulağa çok tanıdık gelen bu trajedi, nasıl bir son bulacak acaba?
Macar Edebiyatı, tarihinin en görkemli yazarlarıyla Yeni İnsan Edebiyat Serisi’nde ardı ardına övgü alan yazarlarıyla bir inci kolye gibi diziliyor.
Çok başarılı ve mesleğinde usta çevirmenlerin elinde, romanlar Türkçe’de zevk veren bir metin olarak yeniden doğuyor.
Okurlarımız yeni serimiz için methiye düzen yorumlar gönderiyorlar. Yayıncının da okurun da yüzü gülüyorsa, o tutulan yol en doğru yoldur.
3. Sürücü Koltuğu (Muriel Spark / Siren Yayınları)
Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001 Kitaptan Biri
Zamanının ötesinde bir yazardan zamanı parçalayan bir klasik: Sürücü Koltuğu. Muriel Spark, okuru üzerinde şok etkisi yaratan bu romanı anlatıda sıçrayışlarla kurguluyor; olaylar, polisiyeden romansa, gerilimden travmaya ve ölüm arzusuna uzanarak gelişiyor. Tek yönlü bir biletle seyahate çıkan bir kadın, kendi çizdiği kadere doğru son sürat ilerliyor ve direksiyon başında kim olursa olsun, bütün yollar aynı yere ulaşıyor. Spark’ın kalemi ince ayrıntılarda gizli savrulma anlarını olduğu gibi, olanca tuhaflığıyla betimliyor; tekniği, anlatıyı kendi mantığı uyarınca gelişen bir kâbus kadar kişisel ve karanlık bir deneyime çeviriyor.
Sürücü Koltuğu, hâkimiyetin bizde olduğu yanılgısı sayesinde yol alabildiğimiz hayatlarımızı derinden sarsmakta kararlı, sert ve müdanasız bir roman.
4. Homo (Harold Norse / Sub Press)
Norse’ın çalışmalarının günümüzün yeni şiir severler kuşağıyla bağdaştırılmasının nedenlerinden biri, sesinin bilimsel doğası, eşcinsel hakları konusundaki radikal tavrı, ırkçılık, savaş karşıtlığı, hayvan hakları ve çevresel yıkım gözlemlerini olabilecek en insani dille yansıtmasıdır. “Ben Erkek Değilim” şiiri onun belki de en çok bilinen-okunan şiiri oldu. Bu şiirde ataerkil sistemi deyim yerindeyse topa tutar, üstelik bunu öyle bir zaman diliminde gerçekleştirir ki bütün bir Amerikan eğitim sistemi “iyi bir eş” olmanın sihrini Amerikalı gençlerin beyinlere kazıyordu. Norse, vatanseverliğin kitlesel pazarlamasını reddederek, siyahlar, kadınlar ve hayvanlar ile dayanışmayı ilan ediyordu:
“ben erkek değilim.
aile geçindiremem, yeni şeyler alamam onlara.
sivilcelerim ve küçük bir de çüküm var.
ben erkek değilim.
futbolu, boksu ve arabaları sevmem.
duygularımı ifade etmeyi severim.
hatta kollarımı arkadaşımın boynuna dolamayı.
ben erkek değilim.
bana verilen rolü oynamayacağım – madison avenue, playboy’, hollywood ve oliver cromwell’in yarattığı o rolü.
televizyon bana nasıl davranacağımı söyleyemez.
ben erkek değilim.
bir sincabı öldürdüğüm gün bir daha öldürmeyeceğime yemin ettim.
et yemeyi bıraktım.
kan midemi bulandırır.
çiçekleri severim.
ben erkek değilim. askere alınmaya karşı çıktığımdan hapse düştüm.
gerçek erkekler beni dövüp bana ibne dediklerinde kavgaya karışmam. şiddetten hoşlanmam.
ben erkek değilim. bir kadına tecavüz etmedim hiç. siyahlardan nefret etmiyorum. bayrak dalgalandığında duygusallaşmıyorum. amerika’yı sevmem ya da terk etmem gerektiğini düşünmüyorum. bunun gülünç bir şey olduğunu düşünüyorum.
ben erkek değilim. hiç frengi olmadım
ben erkek değilim. en sevdiğim dergi playboy değil.
ben erkek değilim. mutsuz olduğum zaman ağlarım.
ben erkek değilim. kendimi kadınlardan üstün görmem.
ben erkek değilim. kasık-desteği giymiyorum.
ben erkek değilim. şiir yazıyorum.
ben erkek değilim. barış ve sevgi için meditasyon yapıyorum.
ben erkek değilim. seni yok etmek istemiyorum.”
5. Ölüler Ansiklopedisi (Danilo Kis / Kırmızı Kedi)
Tarih ile kurmacayı kılı kırk yaran bir dille harmanladığı oyunbaz metinleriyle, Joyce ile Borges arasında bir yerde konumlanan Yugoslav yazar Danilo Kiš, 20. yüzyılda Avrupa’nın yetiştirdiği en özgün kalemlerden biri olarak gösteriliyor. Ölüler Ansiklopedisi onun en bilinen kitabı. İçinde aşkın ve ölümün anlamı üzerine efkâr tozları serpen dokuz öykü var. Her birinde ayrı bir tını, aralarında hissedilir bir iç uyum… Bir derlemeden çok, özenle bir araya getirilmiş dokuz parçalık bir albüm tadı var bu kitapta.
6. Çocuktaki Bahçe (Feyyaz Kayacan / Kırmızı Kedi)
Roman ve öykülerinde dilin sınırlarını zorlayarak, Bilge Karasu ile birlikte “İkinci Yeni” şairlerinin genişlettiği yolu açan yazarlardan Feyyaz Kayacan (1919-1993).
Kayacan’ın hayattayken yayımladığı son “düzyazı” metni Çocuktaki Bahçe.
Aynı zamanda tek romanı. Yeldeğirmeni mahallesinin köşesine sıkışmış bir paşa konağı. Bu konağın “pencere”sinden dünyayı izleyen bir çocuk. Ve onun anılarının dehlizlerinde sıradışı bir gezinti Çocuktaki Bahçe. Aslında “şişedeki çocuk”un
dilinden imgelerle dolu
bir harikalar diyarı.
Kendi ifadesiyle “bir yanı meddah bir yanı Kafka” dediği romanında Feyyaz Kayacan, Kapalıçarşı’ya taş çıkaracak denli renkli dili, ironisi, okurunu hayran bırakan yenilikçi “biçim” buluşları, hiçbir zaman eskimeyecek bir Türkçe şölenine imza atıyor.
Ne mutlu onu okuyacak olana!
7. Romanlar Üzerine Düşünceler (Marquis De Sade / Kırmızı Kedi)
Marquis de Sade, “kahramanca ve trajik” olarak adlandırdığı on bir öyküden oluşan Aşkın Suçları adlı eserini 1799’da yayımlar.
Ve hemen ardından kendisine parmak sallayan ahlakçılara cevaben bu metni yazar. Romanın kendince bir şeceresini çıkarırken genç yazarlara yararlı öğütler verir. Aydınlanma’nın bir adı Kant ise diğer adı da şüphesiz Sade’dır.
8. Dünyanın Uyanışı (Şengül Boybaş / Küsurat Yayınları)
“Sıradan biri olman sıradıs¸ı bir kadere sahip olamayacağın anlamına gelmiyor.”
“İnsanın kaderini sevebilmesinin şartı onu anlamasıdır. Anlayamadığımız şeyi sevemeyiz. Hayatının neden bu halde olduğunu bir kere anladın mı, kaçınılmaz olarak değişirsin. Sen değişince, kaderin de değişir. Değişim, anlamanın bir numaralı yan ürünüdür. Meseleye böyle bakınca da, kaderimizi anlamanın onu şekillendirmeye giden ilk ve en önemli adım olduğunu söylemek yanlış olmaz.”
Bir rüyayla başladı her şey. İki nehrin arasındaki bereketli topraklarda yürüyordu Atiye, birden hoş manzara yerini karanlık, kan gölü ve çığlıklarla süslenmiş bir senfoniye bıraktı. Toprak ana yeni bir çağa, Atiye kendi uyanışına gebeydi. Karanlığın sahibi içindekini çekip çıkarmak için karnına yöneldi ve uyandı Atiye. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, çünkü o da biliyordu ki geçmişin hikâyeleri sonsuza dek gömülü kalamazdı. Ve gerçeğin izlerini sürmek için yola çıktı, varacağı yerin sırrını bilmeden… Çünkü insanoğlunun hikâyesinin bittiği yerde onun hikâyesi başlıyordu.
Şengül Boybaş ilk romanı Dünyanın Uyanışı ile okurunu insanlığa çağlar boyunca evsahipliği yapmış kadim topraklara, 2018 yılında UNESCO Dünya Mirası listesinde yerini alan Göbeklitepe’nin gizemli hikâyesine davet ediyor. Üzerinde yaşadığımız bereketli toprakları, hayatın yanlış yaşanışını ve insanlığın sonsuz kez yenilişinin çarpıcı romanı Dünyanın Uyanışı’nı bir solukta okuyacaksınız!
9. Işık Ülkesinden (Zeynep Göğüş / Everest Yayınları)
Zeynep Göğüş’ten dönüşen kimliklere, dönüşerek direnenlere dair bir “ilk roman”! Balkanlar, kurulmakta olan Cumhuriyet, göçler, yolculuklar, büyük aile, ticaret, zeytin ve “Yeni Türkiye”…
Işık Ülkesinden, Cumhuriyet Türkiyesi’nin savaş sonrası içinden geçtiği süreçleri, yeni rejimin inşasını, kat edilen dönemeçleri Bayraktar ailesinin yaşamındaki izdüşümler yoluyla anlatıyor.
Aile içindeki kuşaklar arası çatışmalar, eskiden bir türlü kopamayanlar ile yeniye çabucak uyum sağlayanlar arasındaki birlikte yaşama çabaları, derinlikli gözlemler ve anekdotlarla aktarılıyor. Işık Ülkesinden kimlik meselesine edebiyat perspektifinden yaklaşan önemli bir ilk roman.
“Odanın içinde kıpırdadı. Mekânla zaman birbirine karıştı. Neredeydi? Deniz, kayalıklar, taraça, odalar, arkadaki tepelere yayılan zeytin ağaçları… Kendi tarihi içinde hareket etti, o kıpırdadıkça zihni bildiklerinden bilmediklerini türetti. Dedesinin saatine baktı, çalışıyordu.”
10. Kuytu (Carys Davies / Yüz Kitap)
İnsanın, ailenin ve toplumun kuytularında gezinen sürprizli öyküler…
Galli yazar Carys Davies, Frank O’Connor Öykü Ödülü’nü kazanan eseriyle ilk kez Türkçede!
Kahramanlarının karanlıkta kalmış yanlarını bütünüyle aydınlatmadan, söylenmemiş sözler bırakarak anlatan Davies’in öyküleri, karlar altındaki Sibirya’dan Avustralya kırsalına, Viktorya dönemi Britanya’sından günümüz ABD’sine dek, zaman ve mekân bakımından hayli geniş bir uzamda geçiyor.
Hayırsever bir kadın, idama mahkum bir hükümlüyü ziyaret ediyor. Dulların yaşadığı bir kıyı kasabasına bir balıkçı cesedi vuruyor. Haitili bir dadı, beyaz yakalı patronlarından tuhaf bir istekte bulunuyor. Ücra bir çiftlikte yaşayan bir kadın, sırrını umulmadık bir kişiyle paylaşıyor. Kendi halinde bir belediye meclisi üyesi, Kraliçe Victoria’ya kalbini açıyor. Birmingham’lı bir kadın, Sibirya’da hayatını değiştirecek bir olaya tanık oluyor.
Gücünü, olay akışının öngörülemezliğinden alan Davies’in öyküleri, çekildiğimiz ücralarda yaşamaya çalışırken başka hayatlar hakkında ne kadar az şey bildiğimizi ifşa ederek, bizi sadece mekânın değil, insanın, ailenin ve toplumun kuytularına da götürüyor.
“Tıpkı Çehov’un o muhteşem öyküleri gibi Davies’inkiler de şaşırtıcı bir basitliğe sahip. Çetrefilli anlam katmanlarını görebilmek için bir kez daha okunması gereken kitaplardan.“ -Ladette Randolph
“Davies, edebi gücünü öykünün sonuna saklayarak kendi çapının ötesinde yansımaları olan bir mikro dünya kurmayı çok iyi biliyor.“ -Sarah Hall
11. Bağlar (Domenico Starnone / Yüz Kitap)
Cehennem başkalarıdır ve bazen o başkalarıyla aynı evdesinizdir.
Bağlar, İtalya’nın en prestijli edebiyat ödülü Strega sahibi yazar Domenico Starnone’nin Türkçede yayımlanan ilk kitabı.
Roman, on iki yıllık eşi Aldo’nun başka bir kadın için onu terk etmesi üzerine iki çocuğuyla tek başına kalan Vanda’nın mektubuyla açılıyor. İlk bakışta sıradan bir aile hikâyesi izlenimi uyandırsa da, Starnone bu romanda sosyal, ailevi, psikolojik ve ideolojik yapılar çözülürken açığa çıkan ve kahramanları altüst eden hayal kırıklığı, haset, özlem, değersizlik ve hınç duygularını, durum komedisi ve trajedi arası bir kurgu içinde ustalıkla resmediyor.
Özgürlük ile güvenlik arasında bocalayan kahramanlarıyla Bağlar, çarpıcı bir yerini bulamama anlatısı.
“Bağlar, katman katman, ustalıkla inşa edilmiş, bilmece gibi bir roman.” -The New Yorker
“Aile içi ruhsal kıyımlara dair sıkı bir hikâye.” -The Times Literary Supplement
12. Portatif Edebiyatın Kısaltılmış Tarihi (Enrique Vila Matas / Can Yayınları)
Okuyacağınız sayfalarda riske giren kişiler anlatılacak, boğanın hem boynuzu hem tehdidinin farklı şekillerde boy gösterdiği eserler meydana getirirken hayatlarını olmasa da akıl sağlıklarını tehlikeye atanlar. Hermann Broch’un, “Kötü yazar sayılmasalar da düpedüz suçlu bunlar,” diye nitelediklerinin maskesini eskiden mümkün olmayan bir kolaylıkla düşürebilmemizi sağlayan kişileri hep beraber tanıyacağız.
Enrique Vila-Matas’ın ilk kez 1985’te yayımlanan efsanevi kitabı Portatif Edebiyatın Kısaltılmış Tarihi, kendilerine shandy ya da portatifler adını veren “taşınabilir edebiyat” düşkünlerinin kurduğu cemiyetin cüretkâr olduğu kadar talepkâr bir tarihçesi. Dadacılar gibi şakacı, fütüristler gibi aşırılığa meyilli, sürrealistler gibi düzenbaz bu topluluğun üyeleri arasında 20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran pek çok isim var: Marcel Duchamp, Tristan Tzara, Aleister Crowley, Scott Fitzgerald, Walter Benjamin, Federico García Lorca, Man Ray, Berta Bocado, Maurice Blanchot, Francis Picabia, Georgia O’Keeffe… Yolları sabit denizaltılardan, dehlizlerden, Afrika’nın ücra köşelerinden ve Avrupa’nın kültür başkentlerinden geçen portatiflerin gerçek ve hayalî yaşamöyküleri arasındaki çizgi bir anlamda kısa ömürlü portatif edebiyatın da başlangıç ve bitiş çizgisi.
“Vila-Matas’ın eserleri beni müthiş etkiledi. Mizah anlayışına, edebiyatın her türüne dair inanılmaz birikimine, yazarlara olan tutkusuna ve edebî meseleleri hiç çekinmeden yazılarının birer bileşenine dönüştürebilmesine hayran kaldım.” -Paul Auster
13. Otopsi (Özge Lena / Can Yayınları)
Boşluk hemen yanı başında beklerken, kadın onu görmezden gelmeyi öğreniyor. Derin nefes alarak, içerek, uyuyarak, kusarak, en çok da yazarak onu unutmaya çalışıyor. Boşluktan kaçmak için duvarlarını kendi elleriyle özenle örüyor. Yıllarca, umut ve sabırla. Ancak ne yaparsa yapsın rüyalarından kaçamıyor. Düşleri hep ve tam orada. Boşluğun ortasında taştan bir ev. Issızlıkta, tek başına. Evde bir tablo. Pencerelerin arasında. Tabloda yaşlı bir kadın. Öylece ona bakmakta. Yüzlerce kez, içinde kar taneleri olan bir kaleydoskobun içinde dönüp duran bir ruh. Çığlıklarla uyanılan geceler. Gözyaşları ve terle. Boşluk rüyalarından sızıp onu çağırıyor, şehvetle.
Otopsi, bir kadının iç dünyasındaki derin çelişkileri anlatıyor. Onu yazmaktan, dahası kendi olmaktan alıkoyan kimliğini, sorumluluklarını irdeleyen kadın, bir yandan da annelik görevleriyle yazma tutkusu arasında bölünür. Çocukluk travmalarıyla, toplumsal baskılara karşın yazma tutkusuyla gelen gerilim, içinde büyüdükçe büyür ve bu hesaplaşma onu giderek varoluşsal bir seçim yapmaya zorlar. Söz konusu olansa boğucu günlük yaşamı ile yazmak, başka bir deyişle, esaret ile özgürlük arasında bir seçimdir…
14. Kediler, İnfazlar ve Hayaletler Üzerine (Mehmet Anıl / Can Yayınları)
Gelişmenin zaman diziniyle bir ilgisi varmış gibi, yaşadığımız zamanın olumsuzluklarına nedense her defasında şaşar dururuz; 21. yüzyılın, 20.’sinden daha iyi olması gerekirmiş gibi, ya da 19. yüzyılın bir öncekinden… Sonsuz kozmik zamanı insan ömrüyle özdeşleştirmekle kalmıyor, dünyamız da yaşlandıkça olgunlaşıp kemale erecekmiş zannediyoruz. Acaba öyle mi gerçekten?
Kediler, İnfazlar ve Hayaletler Üzerine, romanlarıyla tanıdığımız Mehmet Anıl’ın denemelerini bir araya getiriyor. Yazarın gerek edebiyat ve yazmakla ilişkisi gerekse yaratıcı yazarlık atölyeleri gibi zamane arayışları merkeze koyduğu bu denemeler, çeperinde evrim, zaman, ölüm, milliyetçilik gibi konuları, yanı sıra fazlasıyla bize has bazı kültürel arızalarımızı ele alıyor. En ciddi meseleleri mizahla harmanlarken günlük hayata dair gülüp geçtiğimiz olayların ardında yatan ciddi aksaklıkları gözler önüne seriyor.
15. Başıboş Bir Yolculuktan Notlar (Fernando Pessoa / Sel Yayıncılık)
Başıboş Bir Yolculuktan Notlar, yirminci yüzyıl edebiyatının köşe taşlarından Fernando Pessoa’nın geride bıraktığı on binlerce sayfanın satırlarından metinler arası boşluklara seken, kasti bir düzensizlikte çizilmiş baş döndürücü güzergâhıyla okurlara ayna sunsun, zaman ve boşluk bıraksın diye derlendi.
Kendinin hem mahkûmu hem firarisi çağımız insanının sergüzeştine Pessoa’nın gözünden bakmak isteyen her bir okur, “kendinin meçhulü” Pessoa’nın bu başıboş yolculuğunun yolcusudur.
16. Mavi Anadolu (Azra Erhat / İş Bankası Kültür Yayınları)
“Çanakkale’den Antakya’ya, İstanbul’dan Hopa’ya, Akdeniz ve Karadeniz kıyılarınca gidelim, Anadolu topraklarını, düzlük, yayla, dağ, ırmak veya göl olsun karış karış dolaşalım, binlerce yıllık bir tarihin izlerini taşımayan bir karış toprağa rastlamayız. Ne mutlu Anadoluluyum diyene, yazasım geliyor. Öyle ya, uygarlıkların dolup kaynaştığı bu toprak üzerinde dünyaya gelmek, onların beşiğinde çeşitli kültürlerin seslerinden bir ninni ile sallanmak az mutluluk mu?”
Anadolu sevdalısı yolcuların yeni rotaları Mavi Anadolu. Azra Erhat, Troya’dan Akdeniz kıyılarına uzanan yolculuklarında Anadolu topraklarında yaşamış uygarlıkların izini sürüyor. Tohumlarını Halikarnas Balıkçısı’nın ektiği “Mavi Anadolu” anlayışını sürdürerek Anadolu’yu dile getirdiği yazılarıyla günümüze aktaran Azra Erhat, adım adım gezdiği bu toprakları mitolojisi, tarihi ve edebiyatıyla anlatarak yeni yolculara kılavuzluk ediyor.
17. Mühür (Gökçer Tahincioğlu / İletişim Yayıncılık)
“Bendire üç kere uzun vuruldu ve müritlerin dalgalanması durdu… Şeyhin eline yüzlerini sürdükten sonra, cübbesini üç kez öpen tekrar yerine dönüyor, diz çökerek, başını önüne eğip düşünmeye koyuluyordu.”
Büyük sırrı fısıldayan bir tarikat. Ankara’dan Maraş’a ve Adana’ya uzanan esrarlı bir yolculuk. Memleketi ağ gibi saran karanlık bir yapılanma. Tüm bunların ortasında, gözü pek iki avukat: Saim ve Leyla.
MÜHÜR, zikir odalarında bendirin tok ve yankılı sesiyle açılan, akıllara kazınacak, sarsıcı bir roman. Gökçer Tahincioğlu, değişmeyen düzenin değişen insanlarını, mühürlenmiş bir aşkı cesurca anlatıyor.
“… Her cinayette biraz Kabil’in mührü vardır, her günahın birazı kardeşini öldüren Kabil’indir …”