W. bana anlatacakları olduğunu söylüyor sabah Newcastle Havaalanı’nda buluştuğumuzda. Anlatacak müthiş şeyleri var. Ama önce bir bira içmesi lazım. Kafasını toplaması lazım.
W.’nin uçağı obez çocuklarla doluymuş. “Ne zaman herkes bu kadar şişman oldu?” diye soruyor. Çocuklar koridorda bir aşağı bir yukarı koşturup durmuşlar koca göbekleriyle. Ama W. onların bağırış çağırışlarına rağmen biraz okuma yapmayı başarmış. Satırların altını çizip defterine kopyalamış.
Ya ben? Ben ne okumuşum onu beklerken? Cevap veriyorum, başını sallayıp mırıldanıyor. “Mazzarri okudun demek. Flusser mi? Ah, ama bu Lars için çok karmaşık…”
“Birayı sen ödeyeceksin,” diyor The Trent’te. Yanında para taşımıyormuş artık. Kraliçe gibiymiş.
W. bira bardağını kaldırırken dudaklarımı, “koca şişko dudaklarımı” neden huni şekline soktuğumu merak ediyor. Ellilikleri ardı ardına ağzıma dökmek daha iyi olurmuş kuşkusuz: yerime oturmadan önce barda kafama diktiğim iki bira için, sonra da diğer insanlardan artakalan biralar için bir huni…
“Yasal bir ayrıntı,” diyor ikinci birasını içerken. Beşeri bilimleri kapattıkları zaman üniversitesinden atılmış ve ne kurtarmış onu? Yasal bir ayrıntı.
W. kendini savunmaya çalışmamış değil elbette. Aksine, destansı bir savunmaya girişmiş! İşten çıkarıldığının bildirildiği oturumda müthiş bir nutuk çekmiş, Sokrates’in Atina jürilerinden özür dilediği konuşmasından aşağı kalır yanı yokmuş söylediklerinin. Ah, nasıl da döktürmüş! Saatlerce, hiç susmadan konuşmuş! İnim inim inlemiş komite, mışıl mışıl uyumuş. W.’nin sözünü kesmeye çalışmış, oturumu sona erdirmek için yalvarmışlar, ama her seferinde elini yukarı kaldırmış W. Sözü daha bitmemiş.
Çizelgeler gösterip kağıtlar dağıtmış. Summa Idiotica’sını masaya koymuş. Kovulma gerekçelerine karşı delil olarak yazılmış dört yüz sayfa! Onca bölüm! Sonunda koca bir dizin! İçindekiler! Yirmi dört ek bölüm! “Başyapıtım,” diyor W. Ama hepsi boşunaymış.
“Yasal bir ayrıntı,” diyor. Onu kurtaran bu olmuş ki bu da çok ironikmiş çünkü ondan kurtulmak için başvurdukları şey de yasal bir ayrıntıymış sonuçta.
Ama sendika her şeyi açığa çıkarmış. Üniversitenin W.’nin insanları kuruma karşı kışkırttığından şüphelendiğinde onu kampüsten çıkarmasında sıkıntı varmış. Hareket ve ifade özgürlüğünü kısıtlamakla ilgili bir şeyler. W. üniversiteye dava açıp kurumun itibarını zedeleyebilirmiş. Reklamın kötüsünden korkmuşlar. Bir çırpıda kovulamaz olmuş W.
Yasal bir ayrıntı. W.’yi rahatsız eden şey kurtuluşundaki tesadüfilikmiş. Evet, kurtulmuş, ama kurtulamayadabilirmiş. Ve kurtulduysa da bunun sebebi kendi yaptığı bir şey değilmiş. Kader ya da lütuf da değilmiş. Özür dilemiş yahut bir şekilde seçilmiş olması da değilmiş.
“Yine de seçilmiş biri gibi davranacağım,” diyor. “Tanrı’nın lütfuyla kurtulmuş gibi. Bana ilahi bir görev verilmiş gibi.”
W. konferans turumuzun bunun üzerine olmasına karar veriyor. Büyük Britanya’daki büyük turumuzda beşeri bilimlerin enkazına son kez bakacağız. W.’nin kovulmasının koşullarını inceleyeceğiz. Üniversitesinde felsefenin yok edilişinin koşullarını, Britanya’da felsefenin yok edilişinin koşullarını, dünyada felsefenin yok edilişinin koşullarını. “Son günler kapıda,” diyor W. “İlk elden deneyimlememiz gerekiyor hepsini.” Firavun, felsefenin çocuklarını boğuyor. “İç hadi şişko çocuk! Çok vaktimiz kalmadı.”
Newcastle. Ofisim. Kierkegaard’ın toplu eserleri pencere pervazını kaplıyor. W. bu kitaplara oldum olası hayran; sade sırtları, başlıkların fonunda ciltten cilde değişen renkler (Bakış Açısı kömür, Adler Üzerine bronz rengi, Korku ve Titreme ise burgonya rengi) onu büyülüyor. Sonra doğaçlama ayraçlarımın oradan buradan fırladığı diğer bir Kierkegaard yığını var. “Nasıl yani, sen gerçekten okumuşsun bunları!”
Okudum. Kitaplar yıpranmış, yorulmuş görünüyor. “Kan mı bu?” diye soruyor W. Hıristiyanlıkta Uygulama’nın kenarlarındaki mürekkep lekelerine bakarak. “Ya şunlar ne? Gözyaşı mı?” Aldığım notlara şaşırıyor. “Ne yazdın bakayım?” diye soruyor kitabı yan çevirirken. Yazdıklarımı çözemiyor. “İrasyon – ne demek bu? Canlık – canlık ne Lars?”
Kierkegaard neden hep delileri çekiyor? W. buna daha önce de şahit olmuş. Ümitsiz durumdaki yarı deli öğrencileri Kierkegaard’a sardırıyormuş. Yıllarca sokaklarda sersefil yaşadıktan sonra böyle yarı deli gelip kendilerini âlimliğin zorlu yollarında kaybetmek istiyorlarmış, ama tabii âlimliğin zorlu yolları onlara göre değilmiş hiç.
Kierkegaard hakkında ondan daha çok şey bildiğimi kabul etmeliymiş W. Danimarka bağlantım yüzündenmiş bu. Ama tabii sadece yarı Dan’mışım ben. Yarı Danimarkalı, yarı Hintli. “Tuhaf bir kombinasyon,” diyor. Oysa o bir taraftan İrlandalı, diğer taraftan Yahudi kökenliymiş. “Kierkegaard için yanlış bir altyapı.”
Ama Kierkegaard’ı anlamak istediğini söylüyor. Kierkegaard onun alınyazısı olmuş artık. “Umutsuzluğun filozofu o,” diyor. “Britanya’daki felsefe bölümlerinin birer birer kapatılmasıyla yüzleşeceksek düşünmek zorunda olduğumuz şey umutsuzluk. Bölümlerin kapatılmasının koşullarını, yani kapitalizmi kavrayacaksak okumak zorunda olduğumuz kişi umutsuzluğun filozofu.”
Kierkegaard dağlarında W.’nin kılavuzu, şerpası ben olacakmışım. Eşyalarını ben taşıyacakmışım. Ne getirecekmiş yanında? Eğitimini. Din felsefesi çalışarak geçirdiği senelerini. Tırmanırken beni eğitecekmiş. Muhtelif şeylere çekecekmiş dikkatimi ve yorulduğunda sırtıma alacakmışım onu.
“Tanrım, bu ne gürültü!” diyor W. “Nasıl çalışabiliyorsun burada?”
Matkap sesi, önce çok tiz, sonra daha pes. Bir şey kesiyorlar. Kamyon frenlerinin gıcırtısı. Metal direklerin üstüne fırlatılan metal direklerin şangırtısı. Uzaktan gelen egzoz patırtıları. Hırıldayan motorlar.
Kampüsü yenilediklerini söylüyorum. Üniversiteye ortak olan şirketler için yeni ofis binaları yapıyorlar.
Çalışmak için sessizliğe ihtiyacı varmış W.’nin. Sessizliğe ve sakinliğe. Şafak sökmeden o çalışma odasında işe koyulur, Sal diğer odada uyurken yalnızca güvercinlerin kanat sesleri ve gugurtuları rahatsız edebilirmiş onu.
Geri çekilin, araç çıkıyor: Megafonlu bir erkek sesi uyarıyor. Araçlar çıkarken uyarılar uyarılara karışıyor. Geri çekilin… Geri çekilin… Geri çekilin… Helikopterlerin iniş sesine benzeyen çok tiz, çok yüksek bir uğultu duyuluyor şimdi. “Helikopter sesi olamaz bu, değil mi?” diye soruyor W. “Helikopter iniyor olamaz.”
İnşaat hâlindeki binaların yanından, bize bırakılan dar yaya yolundan yürüyerek kampüsten çıkıyoruz. W. kendini çok yönlendirilmiş hissettiğini söylüyor. “Talim yürüyüşündeyiz sanki.” Öğretmenler, öğrenciler, herkesin başı önünde, yanaşık düzen yürüyoruz. “Nereye güdüyorlar bizi böyle?” diyor. “Nereye gidiyoruz?”
Kesif bir koku; zift mi bu? Zift döküyor olmalılar. Kamyonlar için yol yapıyorlar galiba. Bir tıslama duyuyoruz, gaz kaçıyormuş gibi. Çıkan aracın biplemeleri geliyor sonra. “Ezecekler bizi!” diye bağırıyor W.
Avluya sağ salim varıyoruz. “Ezecekler bizi,” diyor W. bu sefer sakince. Üniversiteye ortak olan şirketlerin felsefeye ne faydası var? Eski üniversitenin yumurtasından çıkan bu yeni nesil üniversiteye nasıl bir faydası olabilir onların?
“Sence daha ne kadar dayanırız?” diye soruyor W. “Felsefe hepten yok edilmeden önce ne kadar vaktimiz var?” Artık bu dünyada bize yer yokmuş çünkü. Ne Kierkegaard için yer varmış ne de Kierkegaard âlimleri için…
“Ağaçları mı kesiyor onlar?” diye soruyor arkamızdaki inşaat alanına bakarken. Evet, gerçekten ağaçları kesiyorlar. Elektrikli testerelerle koca dalları kesip onları dev makinelerin ağızlarına attıklarını görebiliyoruz. Yapraklar tel örgünün üzerinden uçuşuyor. Ve şu koku: Özsu. “Yaşamın hammaddesini kesip biçiyorlar,” diyor W.
“Sıra bize gelecek. Bizi de budayacaklar. Kollarımızı bacaklarımızı kesip bizi de dev makinelerin ağzına atacaklar.”
Geri çekilin… Geri çekilin…
Town Moor: Kaçış. Dizlerimize kadar gelen çimlerin arasında dolaşıyoruz. Şu kuşlar da ne, diye meraklanıyoruz. Bu çiçekler ne çiçeği? Ama hiçbir fikrimiz yok.
Moor yaratılışın beşinci günündeki dünya gibi, bunda hemfikir oluyoruz. Dünyanın Âdem’den önceki, herkesten önceki, şeylerin adsız ve afsız hâli gibi. Kelimelere ihtiyacı var buranın. Bir şaire ihtiyacı var! Moor’un şiirini yazacak Newcastlelı Rilke nerede?
Üstümüzde bulutlar, sonra mavi gökyüzü. “Hava cephesi,” diyor W. Ne yöne gidiyor? Nereye gidiyor? Ya biz nereye gidiyoruz bulutların altında yürürken?
Gelecek bize açık mı, kapalı mı? W. buna bir türlü karar veremiyor. İlerliyor muyuz yoksa geride mi kalıyoruz? Buna da karar veremiyor.
Uzun çimlere yayılmış alkolikler. Kollarını bacaklarını esnetip gülüşüyorlar, yarısı boş şarap şişeleri ayaklarının dibinde. Town Moor’da isteyen istediği gibi yürüyebilirmiş. W.’nin hoşuna gidiyormuş bu. Alkoliklerin yürüyemediği, yollarının güvenlik görevlileri ya da polislerce kesildiği yerlerde W. de yürümeyecekmiş.
Uzun çimlere yayılıp ölümüne içsek mi biz de? Vazgeçip, her şeyden vazgeçip Town Moor’da ölümün gelip bizi bulmasını beklesek mi? Yapmamız gereken bu mu? Ama biz hâlâ yapmamız gereken işler olduğunu sanıyoruz; budalalığımız da bu, kurtuluşumuz da. Gerçekten meşgul olduğumuzu sanıyoruz; sahtekarlığımız da bu, hayatta kalma şansımız da.
Kaynak: Lars Iyers, Göç, Çev, Elif Ersavcı, 1. Baskı (İstanbul: Kolektif Kitap, 2015), 5., 6., 7., 8., 9., 10., 11., 12.