1. Viva (Patrick Deville / Can Yayınları)
1937’de, sürgündeki kaçaklar Troçki ve karısı, Meksika’nın küçük liman kenti Tampico’ya ayak bastıklarında, Cuernavaca da Yanardağın Altında romanıyla edebiyat dünyasını sarsacak Malcolm Lowry’yi ağırlamaktadır. Emiliano Zapata, Pancho Villa gibi isimlerin önderliğinde devrimini Rusya’dan on yıl önce gerçekleştiren Meksika’da, gizemli B. Traven’den Arthur Cravan’a, André Breton’dan Antonin Artaud’ya, Tina Modotti’den Octavio Paz’a birçok sanatçı ve aydının yolları kesişir. Meksika’daki ilk günlerinde Frida Kahlo ve Diego Rivera’da evlerinde kalan Troçki, IV. Enternasyonal için çalışmalara da burada başlayacaktır.
Aynı yanardağın altında bir devrimciyi ve bir edebiyat dehasını buluşturan yazar Deville, yolu Meksika’dan geçmiş birçok ünlü karakterin karşılaşmaları, hayalleri, mücadeleleriyle Meksika’nın şehirlerini, devrimcilerini, sanatçılarını, katillerini bir araya getirerek müthiş bir tarihsel tablo çiziyor. Merkezinde, birbirine çok yakın ve çok uzak iki dehanın yer aldığı roman, siyasi idealizmin ve edebiyat kültünün kol kola gezindiği bir devrin kalbine baş döndürücü bir yolculuk niteliğinde.
2. Dönüş (Ayşe Kulin / Everest Yayınları)
Gerçekler acıdır; acıtır, incitir…
Tam da hayatının yoluna girdiğini sandığı günlerde, önce annesinden gelen bir haber, ardından eski bir şapka kutusunda bulduğu mektuplar…
Derya’nın, iki yıldır sümenaltı edilen gerçekleri bir tokat gibi öğrenmesi, onu dünyanın bir megakentinden ötekine savuracak, kaderi onu sarı bir sonbahar günü, açılıp açılmayacağını bile bilemediği bir demir kapının önüne kadar taşıyacaktır.
Genç kız, acaba gizem dolu bu perdenin ardına geçebilecek midir? Öğreneceklerini kabul edebilecek, kabul etse bile sindirebilecek midir?
O kapı açılırsa elbette…
Dönüş, aldatmanın, aldatılmanın, affetmenin, acıtan gerçeklerin romanı.
3. Kimse Görmedi Böyle Yazı (Murad Ertaylan / P Kitap)
Bu kitabın iki kapağı arasında, birbirinden bağımsız gibi görünen 23 öykü var. Yine de, hayatın, farklı yollarla sınadığı karakterlerde kendinizden parçalar bulmamanız sürpriz olur. Ertaylan’ın sihirli kalemi, canlandırdığı sıradan insanları unutulmaz kılıyor. Asla âşık olmadıysanız, bir umudun peşinde bilmediğiniz maceralara atılmadıysanız, çocukken görünmez olmayı düşlemediyseniz, dibe vurduğunuzda aklınızdan bir an olsun intiharı geçirmediyseniz, veya hiç canınızdan çok sevdiğiniz birini kaybetmediyseniz, o takdirde satır aralarına yüklenen anlamlara dokunamama riskiniz var demektir. Şansınızı bir başka yazarda denemeniz daha güvenli olabilir.
Ancak yukarıda bahsi geçen örneklerden biri bile size tanıdık geliyorsa bu kitaba balıklama dalın. Yazının hakkını veren bir yazar, yazınızı güzel geçirtmeyi vaadediyor; çünkü Kimse Görmedi Böyle Yazı.
4. Beyrut Noir (Kolektif / Soyka Yayınevi)
Beyrut; çelişkiler, paradokslar şehri.
Bir yanıyla şehir, bir yanıyla değil. Bir yanı şiddet ve hüzün, bir yanı merhamet ve eğlence. Bir yanında hatıraları saklayan hafıza, bir yanında unutulmuşluk.
Beyrut, savaşın ve barışın şehri…
Elinizdeki öyküler, heyecanını ve enerjisini yitirmemek için direnen bir şehrin yeniden keşfine aracılık ve tanıklık ediyor.
Beyrut Noir yazarları, edebiyata dair naif dokunuşlarla bu tanıklığı ve yeniden diriliş hikayesini bir kez daha var etme peşindeler. Bu hikayeler düş kırıklıklarıyla dolu, umutsuzluk içeren, eleştirel yanlarıyla Beyrut’a dair genel bir tutumu ortaya koyuyor. Okuyacağınız öyküler, gerçeğe tamamen uzak duran, Beyrut’un turist broşürlerinde veya nostaljik tasvirlerinde bulunamayan, şehrin asıl gerçekliğini, büyük labirentlerini göstermektedir.
Belki de hikayeler için “Beyrut Noir” başlığını kullandığımız anda bunları söylemeye gerek dahi bulunmuyor. Fakat okurken buradaki “noir” ifadesine birden fazla anlam yüklenebileceğini keşfedeceksiniz. Kuşkusuz bunun nedeni, aynı zaman diliminde Beyrut’ta yaşananların iki ayrı uçta tasvir edilebilmesidir. Ya da başka zamanlara dair hikayelerde aynı tasvirlere varılabilmesi de…
Savaştan önce bir Beyrut vardı ve herkese aitti. Savaştan sonra bir Beyrut var ve kimseye ait olmayı beceremiyor.
5. Bilgi Burjuvazisi (Ali Necip Kartal Gülbahar / Nika Yayın)
Bilgi burjuvazisi ile sanayi burjuvazisinin çıkar çelişkisi, aynı bedenin kullanım biçimiyle ilişkili ve uzlaşmazdır. Sanayi burjuvazisinin, bedenini tüketecek kadar ezdiği, “bir lokma, bir hırka” sefalete mahkûm ettiği proleterinin, kâr getiren mevcut çalışma ve yaşam biçimi; bilgi/akıl ürünlerinin kullanılması imkânını ortadan kaldıran ve bilgi burjuvazisinin gelişmesine set çeken maddi koşullar bütünü demektir. Yükselen güç bilgi burjuvazisi, sanayi burjuvazisinden, çalıştırdığı işçilere, bilgi ve teknoloji ürünleri satın alabilmesi için biraz daha fazla ücret, bu ürünlerin kullanımına ayırabileceği biraz daha zaman ve sağlıklı olabilmeleri için de biraz daha masraf, dolayısıyla kârının, kazancının bir bölümünü istemektedir.
Bu, sanayi burjuvazisinden, kapitalizmi istemekle aynı şeydir; bu, sanayi burjuvazisinden, iktidarı istemekle aynı şeydir ve bu, sanayi burjuvazisinden, canını istemekle aynı şeydir.
… Öldürecek kadar çalıştırmayın; yoksul kalabilirler ama telefonları ve bilgisayarları olsun, daha önemlisi sağlıklı olsunlar ve biraz da zamanları kalsın, bilgisayar ve telefonlarına ilgi gösterecek kadar…
6. Ve Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmedi (Evren Demiryürek / Nika Yayın)
Kendi gerçekliğini geride bırakmaya bir kez olsun bile cesaret edememiş ya da bunu aklına getirmemiş her insanın trajedisiydi bu: Düşlenen, hemen ileride, güneşin tam karşısında devasa bir yapı misali öylece duruyor; düşleyen ise birkaç adım daha atıp hedefe varmaktansa, o yapının gölgesinde konaklamakla sınırlandırıyordu kendisini; daha fazlasının hakkı olmadığını düşünüyordu.
Çok geçmeden, güneşini kapattığını zannettiği için düşlerini yıkmakta arıyordu çareyi, koca bir binayı tekmeleyerek devirmeye çalışmaya benziyordu olay. Derinlerde olduğundan görülemeyen ve fark edilemeyen trajedinin açık seçik bir komediye döndüğü yerdi burası: Tekmelerin adresi, orada olmayan bir şeydi.
7. Düşüş Öyküleri (Onur Cansız / Dedalus)
Dildeki en ufak yaradan bile çok kan akar. Demek ki en çok kanatan organ en çok kanar.
Onur Cansız, Düşüş Öyküleri’nde hayal kırıklıklarının, öylesine yitip giden hayatların, değişmeyen yazgıların peşinden gidiyor. Edebiyatımızda uzun zamandır izine rastlanmayan bir şehrin, Adana’nın insanlarını anlatıyor. Büyük Saat, Kazancılar Çarşısı ve Ulu Camii gibi, şehrin en eski mekânlarını mesken tutuyor kendine Cansız. Öykülerini tıpkı şehrin dar sokakları gibi iç içe işliyor. Her öykü bir gözyaşına dönüşüyor.
8. Asker Daha Fazla Elliot Smith Dinlemek İstiyor (Utku Yıldırım / Dedalus)
“İnsanın geçmişini tek başına inşa etmesi gerek, haliyle acısını da.”
Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor’da Utku Yıldırım zihninden, kendi gerçekliğinden fragmanlar sunuyor. Bu öykülerde eşyaların gizli tarihini, hayatın anlamını, kitapların sırlarını ortaya çıkarmaya çalışıyor. Yazarın dili iç sesi ile bütünleşiyor. Metinlerde bilinç akışını benzersiz bir biçimde kullanıyor. Hep bir arayışla, denemeyle geçen yaşamdaki “kez”lere ortak ediyor bizi. Acının ve yenilginin karşısında her seferinde “belki bu kez başarabilirim” hissini güçlü tutmaya çalışıyor.
Utku Yıldırım bu ilk kitabıyla güçlü, üslup sahibi bir yazar olacağının sinyalini veriyor.
Elden ele dolaştıralım lütfen.
9. Bütün Nesirleri-Öyküler Denemeler Kaybolmuş Yazılar (Wolfgang Borchert / Hece Yayınları)
Sadece yirmi altı yıl yaşamış olmasına rağmen bilhassa Alman öykücülüğünde müstesna bir konum sahibidir Wolfgang Borchert. Savaş travmalarından beslenmiş ve “Yıkım Edebiyatı”nın etkili bir sesi olmuştur. Miğferlerin yere yuvarlanışı, savaş meydanları ve yıkıntılar arasında bir ses… Hitler faşizmine karşı olması ve yazıları sebebiyle birçok kez hapis yatmıştır.
Dünyanın önemli öykücülerinden biri kabul edilen Borchert, Rasim Özdenören’in tabiriyle “salt sanatkâr olarak dünyaya gelmiş” bir yazar. Estetik yönü güçlü olduğu kadar etik yönü de güçlü bir kalem.
Borchert öykülerinde insani durumlardaki ayrıntıları gözlemler ve sarsıcı bir şekilde okuyucuya iletir. O, sadece öykü değil şiir, deneme, eleştiri ve oyun da kaleme almıştır.
Biz bu kitapta yazarın bütün nesirlerini tek ciltte toplamak istedik. Öykü ve denemelerin yanı sıra kaybolmuş yazılar da bu cilde dâhil edildi.
10. Afrika’ya Dair (Wole Soyinka / Hece Yayınları)
Edebiyat dalında Nobel Ödülü’nü kazanan ilk Afrikalı olan Wole Soyinka, Nijeryalı yazar, şair ve oyun yazarıdır. Siyasi tiranlığa karşı gözü kara direnişinden ötürü hapse atılmış, ölümle tehdit edilmiş ve zaman zaman sürgünde yaşamak zorunda kalmıştır.
Elinizdeki yeni ve muhteşem eserinde Soyinka bizlere Afrika’nın kültürü, dini, tarihi, hayal gücü ve kimliği hakkında geniş kapsamlı bir araştırma sunuyor. Afrika’nın en değerli niteliklerini -“hümanizmini, kendi varoluşunun niteliği ve değerini, hem somut hem soyut (manevi) anlamda kendisini idare etme biçimlerini”- keşfederken kıta tarihinin başka kıtaların tarihleriyle nasıl iç içe geçtiğini anlamaya çalışıyor.
“Afrika’nın dünyayla olan ilişkisine yönelik etkileyici ve önemli bir değerlendirme… Hem uzmanlara yönelik açıklamaların yanı sıra her türden insana hitap edecek bir kitap. Bu eserde, yetenekli bir yazarın, incelikli kavrayış ve örneklemelerle süslü, dikkate şayan fikirlerine ve insanoğlunun özgürlük ve barışa yönelik “manevi arzusunun” coşkulu savunmasına tanıklık edeceksiniz.” —Publishers Weekly
“Afrika kıtasının, dünyanın manevi hastalıklarını tedavi etme gücüne ilişkin alışılmadık ve umut verici bir kitap.” —Kirkus Reviews
“[Afrika’da] büyük adaletsizlikler yaşanmaya devam ediyor, ancak kıta, bu adaletsizliklerin son derece farkında olan Soyinka gibi gözüpek ve vicdanlı erkek ve kadınlara sahip olduğu için şanslı.” —Adam Hochschild, New York Times Book Review
“Nijerya ve dolayısıyla da Afrika’nın mustarip olduğu paradoks ve çelişkilere ışık tutmaya çalışan, gerçekçi bir çalışma.” —George Ayittey, Wall Street Journal
11. Generali Tanımak (Graham Greene/ Hece Yayınları)
Edebiyat denizinin insan hayatına değmeyen dalgası yoktur. İngiliz edebiyatının köşe taşlarından ve belki de en gizemli yazarlarından Graham Greene, dostu Panama Başkanı’nı ziyaret ederken bir edebiyatçı bakışıyla ülkeyi ve başkanını gözlemler. Bu gözlemlerin bir neticesinden oluşan Generali Tanımak, aslında ülkesinin ve kendi coğrafyasının sorunlarına yerel ve kendine özgü çözümler bulmaya çalışan liderlerin nasıl öldürüldüklerinin geri planına ışık tutmaktadır. Michel Foucault’nun güç ve iktidar ilişkisini irdeledikten sonra gördüğü çarpıklığı gün yüzüne çıkardığı gibi Greene de dünya üzerindeki hâkim güçlerin iktidarlarını korumak uğruna Panama’da bıraktıkları kanın izlerini sürer: Bölge için iyi olan kendileri için iyi değildir ve bunun bir hesabı vardır.
12. Defterdar-Evlat Katli İçin El Kitabı (İlhan Durusel / Yapı Kredi Yayınları)
“Bir serum şişesinin hayatındaki en önemli şey ne olabilir? Bir insanın?”
Mahalleler, evler, odalar; eski fotoğraflardan yükselen fısıltılar, mektuplara sıkıştırılan suskunluklar, kasaba garajlarında unutulmuş kederler ve hevesler; beş vakitler, bir vakitler, birbirine karışan kaderler, birbirini bileyen diller… Günümüz öykücülüğünün öncü yazarlarından İlhan Durusel, duyduğu gibi anlatıyor öykülerini; yazı’nın bilinen imkânlarının ve mümkünlerinin ötesinde bambaşka pencereler aralıyor okuruna – unutmak ve hatırlamak için.
Başka şeylerin kökeni, sebebi Memedali’ymiş der rivayetler. O var diye varmış bazı şeyler. Küfesiz hamallık, çorbayı kaşıksız, ekmek bana bana bitirmek, kaldırımda elle lağım kazmak.
Bizim vazifemiz de bize bunları veren Memedali’ye rahat çalışması için biraz yer açmak. Memedali’nin çalışkanlığını Tanrı’ya bildirmek de bizim işimiz. Tanrı’nın işi bu dünyayı, bu dünyanın bayat ekmeğini, yavan tulumba suyunu, kazan dolusu kelle-paça çorbasını, lağımı, molozu, kömür küfelerini, ticari buzdolaplarını, sanayi tüplerini, nemli talaşı, çimento torbalarını, şeker çuvalını ve pamuk hararlarını yarattığı için bir Memedali’ye bir bize bakıp gururlanmak.
13. Sinema… Sinema (Onat Kutlar / Yapı Kredi Yayınları)
Henry Miller’ın çok sevdiğim bir kitabından yürüttüğüm bir deyimle “merdivenin dibinde gülümseme” mümkün mü diye düşünüyorum. Her yıl olduğu gibi bu tersliklere, düzey düşüklüklerine, zorluklara bakıp umutsuzluğa mı düşelim? Üstelik “nice yazlardan sonra?” Çehov’un Vişne Bahçesi’ndeki kentsoylular gibi “uzaklarda hep gergin durduğunu sandığımız yay boşalınca” gözyaşlarına ve karamsarlığa mı kapılalım?
1965-1976 yılları arasında Türk Sinematek’inin kurucularından biri ve aynı zamanda yöneticisi olarak görev yapan yazar, şair Onat Kutlar dünya sinemasına ilişkin yazılarını Sinema Bir Şenliktir (1985) kitabında bir araya getirmişti. Dünya sinemasını daima yakından takip ederken Türk Sineması’nın içinden geçtiği bunalımlarda nabzını tutmayı, Türk Sineması üstüne eleştirel düşünceler üretmeyi de sürdürdü, güncel tartışmalarda aktif rol almaktan geri durmadı. Sinema.. Sinema Onat Kutlar’ın arşivinde kalan, kitaplaşmamış konuşmalarını, dönemin sinema gündemi üstüne yazılarını –sansür tartışmaları, ulusal Türk sineması için alan araştırmaları vb.– bir araya getiriyor.
“Sanatçı eserini yaratırken iç içe birçok çemberin merkezinde bulunduğunu unutmamalıdır. Yeryüzü, yeryüzünün tarihi, içinde yaşadığı toplum, bu toplumun geçmişi, kendisi ve kendi tarihi yani yaşantısı. En sade bir özü bile verirken bütün bu bağlamı göz önünde tutmak zorundadır. Kurşununu gez, göz ve arpacık aynı hizaya gelmeden atan, hedefi bulamaz. Bütün bu bağlamın ortak ürünü, bütün bu açıların ortak ve mutlu odağıdır başarılmış eser. Tıpkı yaşantımız gibi gerçektir. Benim yaşantımda sahici bir noktadır. Toplumumun özelliklerini ve tarihini derin köklerinde gizler. Yeryüzünü ve onun deneylerini kapsar. Yani kişisel, ulusal ve evrenseldir. Bu özü, benim yaşantımın gerçek bir yönünü belirleyen herhangi bir görüntüde bulabilirim.” —(Onat Kutlar, “Ulusal Türk Sineması İçin Alan Araştırmaları”)
14. Yüce Tanrı Pan (Arthur Machen / İthaki Yayınları)
Başta H. P. Lovecraft olmak üzere kendisinden sonraki birçok yazarı etkileyen Arthur Machen, modern korku edebiyatının erken dönem ustalarından biri. Doğaüstü, fantazi ve korku türlerinde verdiği eserlerin arasında en ünlüsü olan Yüce Tanrı Pan da yazıldığı dönemde cesur içeriğiyle büyük yankı uyandıran ve ünü günümüze kadar ulaşan bir başyapıt.
Dr. Raymond’ın ruhani dünyaya erişmek için yaptığı “Yüce Tanrı Pan’ı görmek” adlı deneyin sonucunda kentte gizemli olaylar vuku bulmaya başlamıştır. Bu deneyle birlikte Yunan mitolojisinde ormanların ve kırın tanrısı olan yarı keçi yarı insan Pan, hikâyede korkutucu bir figüre dönüşerek, eski çağların dehşetini on dokuzuncu yüzyıla taşır. Machen’ın benzersiz üslubuyla bilim, bir nevi, korkuya hayat verir.
“Yazılmış en iyi korku öykülerinden biri. Belki de en iyisi.” —Stephen King
Ormanın fısıltısı yükseliyor… Yüce Tanrı Pan’a zihnini açmanın vakti geldi.
15. Kışgörmez-Drizzt Efsanesi 21.Kitap (R. A. Salvatore / İthaki Yayınları)
Yol arkadaşlarını kaybeden Drizzt yüz yıldan sonra ilk kez özgür ve yalnızdır. Dahlia ismindeki yeni dostuyla beraber Kışgörmez şehrinin başına gelenlerin intikamını almak için yola düşerler. Fakat Drizzt yeni dostlarla beraber yeni düşmanlar da kazanacaktır.
Ve artık yalnızım. Yıllar önce Montolio’nun ölümünü takip eden günlerden beri hiç olmadığım kadar. Arkadaşlarımı tehlikeye atmanın insafsızca olacağı inancıyla onları terk ederek Menzoberranzan’a gitmek için Karanlıkaltı’na yolculuk ettiğimde bile böyle hissetmemiştim. Karanlıkaltı’nda yalnız olmama karşın, ruhen yanımda oldukları için manevi desteğim olmadan gitmemiştim. Bruenor, Catti-brie ve Regis’in hayatta ve iyi durumda, aslında onları geride bırakmış olduğum için çok daha iyi durumda olacaklarına inanıyordum, olacaklarına inancım tam olarak gitmiştim.
16. Frankenstein (Mary Wollstonecraft Shelley / DEX)
Mary Wollstonecraft Shelley, bilimkurgunun başlangıcı sayılan Frankenstein’ı, iki yüzyıl önce yazmaya başladığında henüz 18 yaşındaydı. O günden beri, ceset parçalarından diriltilmiş bir ucubenin hikâyesini anlatan roman, kanımızı dondurmaya devam ediyor.
Genç bilim insanı Victor Frankenstein yarattığı dev varlık dünyaya gözünü açtığında, ondan iğrenir ve kaçar. Başıboş kalan bu yaratık önceleri saf iyilikle doluyken, karşılaştığı tüm insanların nefretine maruz kalınca yaratıcısından intikam almaya karar verir. Frankenstein, çirkinlikten değil sevgisizlikten canavarlaştığımızı ve yarattığımız kötülükle yüzleşmekten kaçtıkça kötülüğün büyüdüğünü anlatan “lanetli” bir başyapıt. “Habisliğimin nedeni perişanlığım. Tüm insanlık benden nefret etmiyor mu? Benden tiksinmiyor mu? Yaratıcım olan sen bile beni paramparça etsen sevinirsin; bunu aklından çıkarma. Şimdi söyle bana, insanın benden esirgediği acımayı ben niye insana göstereyim? Beni, elinin emeğini, buzlardaki o yarıklardan birine atıp yok edebilsen buna cinayet demezsin. Peki, beni lanetleyen insana saygı mı göstermeliyim o zaman? Hâlbuki karşılıklı bir sevgiyi paylaşsak, ona zarar vermek şöyle dursun, hoşgörüsünün karşılığında şükran dolu gözyaşlarıyla emrine amade olurdum.Fakat böyle bir şey olanaksız. Yine de çaresiz bir köle gibi boyun eğmeyeceğim.
Çektiğim acıların bedelini ödeteceğim. Sevgi uyandıramıyorsam korku uyandıracağım.”
17. Noah (Sebastian Fitzek / Pegasus Yayınları)
İsa doğduğunda gezegenimizde üç yüz milyon insan yaşıyordu. Günümüzde ise bu sayı yedi milyar. Buna dakikada yüz elli altı insan ekleniyor. Peki dünya bu yükü kaldırmaya hazır mı?
Bir adamın hafızası insanlığın kaderini değiştirebilir mi?
Adını bilmiyordu. Nereden geldiği konusunda hiçbir fikri yoktu. Neden Berlin’de olduğunu ya da neden bir metro istasyonunun tünellerinde uyuduğunu bilmiyordu. Sadece avucunda Noah yazılı bir dövme vardı, bu yüzden evsizler ona Noah diyordu. Kimliğine ulaşma çabası ise tam bir kâbusa dönecekti.
Aynı anda Manila’da yeni bir grip salgını global boyutlara ulaşmakta ve on binlerce kişinin hayatına mal olmaktaydı. Gölgelerde ise radikal bir grup dünyanın kaderini değiştirecek bir planı gerçekleştirmeye hazırdı ve insanlığı kurtaracak anahtar kim olduğunu bile hatırlamayan Noah’nın elindeydi.
“Sebastian Fitzek’in okuyucuyu tekrar tekrar şaşırtma, yanlış yollara sokma ve hiç beklemediği anda tüylerini diken diken etme konusunda eşine az rastlanır bir yeteneği var.” —Oldenburger Onlinezeitung
“Yüksek gerilim hattında geçen bir roman, kanınızı donduracak.” —Münstersche Zeitung
“Dünyanın sonuna dair okuduğum en etkileyici romanlardan biri. Kalbi zayıf olanlar okumamalı.” —Ici Paris
“Fitzek Almanya’nın Stephen King’i.” —RTL
“Günümüz sorunlarına ışık tutan, aynı zamanda hızlı temposuyla sizi etkisi altına alacak bir gerilim.” —Woman
“Başta tanıdık gibi görünen ama daha önce girilmemiş alanlara girmeyi başaran ve insanı dünyanın gidişatını sorgulamaya iten bir roman.” —Ostsee-Zeitung
“Kitabı elinizden bırakamayacaksınız.” —Kölnische Rundschau
18. Eleanor Oliphant Gayet İyi (Gail Honeyman / Pegasus Yayınları)
“Hayat dolu birine dönüşmek istiyorsanız bu romanı okuyun.” —Mail on Sunday
Eleanor Oliphant hayatta kalmayı başardı.
Ama yaşamaya nasıl devam edeceğini bilmiyor.
Bu hayatta kalbini açtığın kadar mutlu olursun.
Oldukça basit bir hayatı var Eleanor’un. İşe giderken her gün aynı kıyafeti giyiyor, öğle yemeğinde aynı yemeği yiyor ve her cuma işten dönerken hafta sonu evde içmek için iki şişe votka alıyor. Dışarıdan bakıldığında mutlu bile görünebilir. Dikkatle programlanmış hayatında hiçbir eksik yok. Ama bazen de… sanki koca bir boşluğun içindeymiş gibi.
Eleanor’un etrafına ördüğü duvarlar çocukluğundan beri ilk kez, tatlı acı bir olayla yıkılma şansı buluyor. Şimdi hiç kimsenin garipsemiyor gibi göründüğü bu zor dünyada nasıl yolunu bulacağını öğrenmesi gerek. Ve bunun için de hayatı boyunca görmezden geldiği, zihninin kuytu ve karanlık köşeleriyle yüzleşecek cesareti bulmalı…
Değişim bazen iyi bazen kötü olabilir. Yine de günleri dünyadan soyutlanıp saklanarak geçirmekten iyidir, değil mi?
Eleanor Oliphant Gayet İyi, yalnızlığın yıpratıcı etkisini ve küçük inceliklerin ne büyük değişikliklere yol açtığını anlatan farklı bir hikâye.
19. Aziz Petrus’un Şemsiyesi (Kálmán Mikszáth / Yeni İnsan Yayınevi)
Yaşamı kelimelere dökmek, üstat işidir. Elinizdeki romanın sayfalarını çevirdikçe Kalman Mikszath’ın ne kadar büyük bir yazar olduğunu şaşırarak ve sevinerek fark edeceksiniz. Şaşıracaksınız çünkü bugüne kadar neden bu yazardan haberim olmadı diye hayıflanacaksınız. Sevineceksiniz çünkü ne güzel rast geldi de elime bu roman geçti diyeceksiniz.
Ne yazık ki edebiyat için de, merkezin onayını almayan yazarların kişisel kütüphanemize ulaşması çok zor gerçekleşiyor. Oysa gerek Avrupa’nın çeperinde, gerekse dünyanın geri kalanında çok iyi romancılar var.
Yeni İnsan olarak özellikle Macar Edebiyatı’na özel bir ilgi gösteriyoruz. Avrupa’nın yaylasında konumlanmış bu tanıdık halk ve onun hikayeleri öylesine damıtılmış, öylesine bizden ve bir o kadar da şaşırtıcı ki kulak kabartmamak olmaz.
Aziz Petrus’un Şemsiyesi, bir mucize ile başlıyor. İşte tam o anda okur kendini sırtına yediği bir tekme ile uçaktan atılmış ve paraşütü yeni açılmış gibi hissediyor. Hikaye büyük bir ustalıkla devam ettikçe, okur da paraşütü ile gökyüzünün değişik renkleri arasından süzülerek inmeye başlıyor. Belli ki okurun ayakları yere basacak ve bütün bu mucize düşüncesinin halk arasında yaygın herhangi bir batıl inançtan farklı olmadığı anlaşılacak. Tam bunu anladığınız sırada bu kez aman ayaklarım yere basmasın, ne olur bu roman bitmesin diye düşünmeye başlayacaksınız. Belki daha yavaş okuyacak ve hatta sadece kitap bitmesin diye kısa ve anlamsız aralar vereceksiniz.
Edebiyatın bu büyülü dünyasına okuru ancak ustalar sokar. Kalman Mikszath böylesine bir üstat, siz de hemen ilk bölüm biterken, ona hakkını teslim edeceksiniz.
20. Bir Kuzguncuk Hikayesi (İbrahim Bardavit / Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın)
“… Çocukluğumda, aynı evin birinci katında teyzemizle eniştemiz otururdu; aynı zamanda bizim ev sahiplerimizdi. Çocukları olmamıştı, bütün sevgileri bize idi. Hele ablam, çoğu zamanını onların yanında geçirirdi, sanki onların kızıydı. Evimizin alt katını sonradan kiraya vermeye başlamışlardı. Daha evvelce bir odasında duvardan duvara ip gerer kardeşimle voleybol oynardık…
Oturduğumuz evin ön cephesinde berber Emin’in dükkânı bulunurdu. İçkiyi çok seven bir komşumuz olduğundan çoğu geceler dükkânın bir bölmesinde çilingir sofrası kurulur, anason kokusu bizim üst katlara kadar çıkardı…”
“Bir Kuzguncuk Hikâyesi”, İbrahim Bardavit’in doğup büyüdüğü, bir türlü kopamadığı Kuzguncuk semtiyle ilgili biriktirdiği anılardan oluşmakta.
21. Marx Sınırlarda-Etnsite, Ulus, Ulusçuluk ve Batı Dışı Toplumlar (Kevin B. Anderson / Yordam Kitap)
Kevin Anderson, Marx Sınırlarda kitabında Marx’ın titizlikle kaleme almış olduğu, kapsamlı, ancak yıllar içerisinde ihmal edilmiş metinlerini farklı bir gözle ve ayrıntılı bir biçimde ele alarak, onun tüm eserleri hakkında gerçekte ne bildiğimiz sorusuna sarsıcı yeni bir ışık tutuyor.
Marx’ın Kapital’in Fransızca basımı için yaptığı değişiklikler, New York Tribune için yaptığı gazetecilik çalışmaları, diğer gazete yazıları ve tuttuğu kitap notları ile yorumları da dahil olmak üzere bütün metinlerini titizlikle inceleyen Anderson, alışageldiğimiz yorumlarla pek örtüşmeyen bir Marx portresiyle çıkıyor karşımıza.
Marx’ın Hindistan’dan Çin’e, Rusya’dan Polonya’ya, Amerika Birleşik Devletleri’nden İrlanda ve Cezayir’e, o dönem kapitalizmin çeperinde kalan ülke ve toplumlar hakkında kaleme aldığı binlerce sayfalık yazıyı didik didik ederek, “kapitalizmin farklı coğrafyalarda nasıl bir gelişim seyri izleyebileceği”, “ilkel ortaklaşmacı biçimlerin yeni olanaklar yaratıp yaratamayacağı” gibi konularda 1848’den 1883’e değişen görüşlerini de özetliyor.
Anderson’un bize sunduğu Marx, fikirlerini salt sınıfa dayandıran bir düşünür değil, tam bir 21. yüzyıl aydını olarak beliriyor: Toplum eleştirisi insanın sosyal ve tarihsel gelişimindeki çeşitliliklere duyarlı, sınıfın yanında ulus, ırk ve etnisiteyi de değerlendiren bir teorisyen.
Marx’ın farklı çalışmalarının derinlikli bir okumasını sunan kitap, Marx çalışmalarını da aşan hararetli yeni tartışmaları ateşleyeceği muhakkak, çığır açıcı ve kabullerimizi değiştirecek yeni bir Karl Marx portresi ortaya koyuyor…
22. Marksizm ve Hukuk-Diyalektik Hukuk Bilimi (Onur Karahanoğulları / Yordam Kitap)
Marksist hukuk teorisi var mıdır ya da Marksizmin hukuka bakışı nasıldır? Onur Karahanoğulları, Marksizm ve Hukuk kitabında bu temel soruyu tartışıyor. Bir yandan, Marksizmin hukuka bakışını en genel ve temel önermeleriyle aktarıp bu alandaki farklı yaklaşım ve tezleri özetlerken; bir yandan da genç hukukçuları hukuk çalışmaya, hukuk teorileri geliştirmeye çağırıyor.
Marx, kendisi de hukukçu olmasına rağmen hukuku bir toplumsal ilişki biçimi olarak bütünsel bir çalışmanın konusu yapmamış, hukuku bir bilinç biçimi olarak, aşılması gereken bir yabancılaşma alanı olarak değerlendirmişti. Karahanoğulları, Marksizmin hukukla temel “derdi”nin hukuksal bakışın yanlışlığını göstermek, eleştirmek olduğunun altını çiziyor.
Öte yandan, hukuk kuralı, hukuksal biçim, hukuksal ilişki, hukuk öznesi, hak, hukuksal işlem vb. gibi hukukun temel kavramlarını Marksist yöntemle inceleyen Karahanoğulları, konuyla ilgili yeterli sayıda çalışma bulunmadığı saptamasından yola çıkarak, Marksist hukuk yaklaşımının oluşturulmasının günümüzde gerçek bir ihtiyaç hâline geldiğini belirtiyor.
Kitap, Marksizm ve hukuk konusuyla ilgili olarak bugüne dek yazılmış en önemli çalışmaları tanıtıp farklı görüşleri aktararak, aynı zamanda eleştiri ve öneriler de geliştirerek bu alandaki bir boşluğu dolduruyor.
23. Sabahattin Ali-Bir Cinayetin Anatomisi (Yusuf Turan Günaydın / Kopernik Kitap)
Elinizdeki bu çalışma, Türk edebiyatının ‘susturulamayan sesi’ Sabahattin Ali’nin hayatını ana hatlarıyla gösteren bir kronolojiyi, hatırat kitaplarından yansıyan Sabahattin Ali portresini, katledilişiyle ilgili bir basın araştırmasını ve hakkında yazılan kitap, makale vb. malzemenin bibliyografyasını içeriyor.
Yakın tarihimizde Sabahattin Ali’nin katli kadar kamuoyundan uzun süre saklanan bir başka katil olayı olmasa gerek. Dönemin iktidarı, Sabahattin Ali’nin ölümü üzerinde tam dokuz ay on gün basına sansür uygulamıştır. Bu hadise için bir fail gösterilmişse de son araştırmalar, karşımızda bir ‘faili meçhul’ bulunduğunu düşündürüyor. O dönemde gerçekleştirilen karartma, bugün de bu cinayetin üzerindeki sis perdesinin tam olarak kalkmasını önlüyor.
Yusuf Turan Günaydın’ın kaleminden çıkan bu titiz çalışmanın ölümünden 70 yıl sonra Sabahattin Ali’yi yeniden okuma çabaları için bir katkı olması dileğiyle.
24. Viking Masalları (Jennie Hall / Karakarga)
Sakin, sessiz ve soğuk kış aylarında İzlanda insanlarının ellerinde hep bir uğraş olurdu. Bu uğraşlar sayesinde düşünür, konuşur, çocuklarına savaşçı atalarının masallarını anlatırlardı. Buz denizinin üstünde ve kuzey ışıklarının altında…
Buz ülke, yeşil ülke, üzüm ülkesi… İzlanda’da, Norveç’te, o toprakları yuva haline getiren kahraman Vikingler, hâlâ minnetle ve hayranlıkla anılıyor. Bir zamanlar ozanların arp çalarak anlattığı, okuryazarlığın artmasıyla parşömen yüzü görmüş masallar, Valhalla’ya kavuşmak için görkemli yaralar almaya çalışan o kahramanlardan bahsediyor.
Burada da Viking gemileri, Norveç’ten Batı denizinin ötesine doğru buz dağlarının arasından geçerek yüzüyor. Thor aşkına!
25. 1917: Rusya’nın Kızıl Yılı (Tim Sanders / Z Yayınları)
Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılını, sosyalist çizer Tim Sanders’ın özgün çizgileri ve tarihçi John Newsinger’ın anlatımının buluştuğu rengârenk bir çizgiromanla kutluyoruz.
Ekim Devrimi’nin öyküsü ilk kez bir çizgiromanla Türkçede!
Milyonlara ilham kaynağı olan bir devrimi iki genç insanın, Natalya ve Peter’in gözünden izliyoruz.
Her şeyi değiştirmek için sıradan insanlar tarafından yapılan bir devrim…
“1917: Rusya’nın Kızıl Yılı” okuyucuyu kadın işçilerin fabrikalardan taştığı, kırbaçlı Kazaklara başkaldırdığı, sokakların hâkimiyetini ele geçirdiği, tarihin akışını değiştirdiği günlere, bir asır öncesine doğru bir yolculuğa davet ediyor.
“1917: Rusya’nın Kızıl Yılı” Cemal Yardımcı’nın çevirisi ve Canan Şahin’in önsözüyle birlikte okuyucuyla buluşuyor.
1917’nin yüzüncü yılında devrimin yaratıcılarının anıları bizimle. Hayal ettikleri dünya bizim de hayal ettiğimiz dünya.
“1917: Rusya’nın Kızıl Yılı”, gerçek olayların kurgulanmış öyküsü..