Dışardan bakıldığında rahat, keyifli, sorunsuz görülen meslekler vardır. Sanırım gazetecilik ve yayıncılık gibi meslekler bunların başında geliyor. Ancak işin iç yüzüne bakıldığında ise durum hiç de öyle değildir. Bu noktada gazeteciliğe değinmek sanırım artık gereksiz olacaktır. Ülkede medyanın tekelleşmesi aslında yeni bir durum değil ancak yıllardır devam eden bu durumun artık cılkı çıkmış durumda. Diğer yandan insanlar yayıncılık sektörünü ve bu sektörde emek sarf edenleri farklı bir yere konumlandırmaya devam ediyor.
Türkiye’de ekonominin kötü yönetilmesinin sonuçları 7’den 70’e herkesi ve tüm sektörleri kötü etkilerken, bundan yayıncılık ve sektör emekçileri de payını alıyor. Yayıncıların üretim maliyetlerinin artması yayın fiyatlarına yansırken, bu durum okurları isyan ettiriyor ancak sektördeki olumsuzluklar en çok da bu sektörden ekmek yemeye çalışanları etkiliyor. Çünkü yayınevleri gerçek değerinde okura ulaştıramadığı yayının zararını emekçinin ücretinden keserek telafi etmeye çalışıyor.
Şimdi biraz geriye dönelim…
2018’in Kasım ayında Çevirmenler Meslek Birliği (Çevbir) bir bildiri yayımlayarak “Kölelik Sözleşmelerine Hayır” çağrısı yapmıştı. Yapılan çağrıda şu ifadeler kullanılmıştı:
“Kriz” ancak kapitalistlerin dilinde “fırsat” demek olabilir. Canları yanan emekçilerin dilinde haklarının gasp edilmesi için “bahane” demektir.
“Büyük”, “güçlü” olduğu iddia edilen ama nedense gözünü her “fırsat”ta çevirmenlerin aldığı mütevazı ücretlere diken birtakım yayınevlerinin, çevirmenleri arayarak mevcut sözleşmelerini feshetmek veya sözleşmelerine yeni maddeler eklemek için baskı yaptıklarını duyuyoruz. Sanki döviz krizini çevirmenler çıkarmış; sanki kâğıdın Türkiye’de üretilmesine çevirmenler engel olmuş; sanki kâğıt piyasasında spekülasyonları çevirmenler yapıyormuş gibi, döviz ve kâğıt krizinin faturasını çevirmene kesmeye çalışıyorlar.
Kitap çevirmenlerinin ikinci ve müteakip baskılardan aldıkları mütevazı telif haklarını kırpıp kuşa çevirmekle ne kadar kazanacaklarını bilmiyoruz ama neleri elimizden aldıklarını biliyoruz:
Hayatını kitap çevirerek kazanan insanlardan bu işi yapma, bu işe devam etme imkânını;
Okurdan iyi kitapları iyi çevirilerle okuma imkânını;
Kültürümüzden dünya edebiyatı ve düşüncesinin önemli eserlerini kazanma imkânını alıyorlar.
Mevcut ilişkiler ağı içinde, her şey gibi iyi çevirinin de bir ücreti var; yabancı yayınevinin telifini, matbaanın parasını, dağıtımcıların payını kesemeyen bu “büyük”, “güçlü” yayınevleri, çevirmenleri kölelik sözleşmelerine mecbur edemezler. Bütün kitap çevirmenlerini bu kölelik şartlarını reddetmeye, uygulanan baskılara direnmeye, yasal ve ekonomik haklarını savunmak için Çevbir’de örgütlenmeye ve birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.
Bugüne dönecek olursak…
Yayıncılıkta en zor ve zahmetli işlerden biri olan çevirmenlik mesleğini icra edenler çoğu zaman düzenli ücretler alamıyor ve bu nedenle standart bir işçi ya da memur gibi gelecek garantisine sahip değiller. Buna rağmen sadece tamamladıkları işlerden para kazanmaya devam eden çevirmenler üzerindeki baskı ise giderek artıyor. Özellikle kimi prestijli yayınevlerinde bu baskıların yapılıyor olmasını üzüntüyle görüyoruz. Bu duruma son örnek ise çevirmen Işık Ergüden’in Oggito’dan yayımlanan “Yapı Kredi Yayınları’na Açık Mektup”u oldu.
Çevirmen Ergüden mektubunda, Yapı Kredi Yayınları’nın kendisinden Şubat 2019’da 43. baskısını yapmış olan Amin Maalouf’un Tanios Kayası kitabının çeviri ücretinin düşürülmesini talep ettiğini, bu koşulları kabul etmemesi üzerine yayınevinin sözleşmesini tek taraflı feshettiğini iddia etti.
Işık Ergüden’in açıklamaları yankı uyandırırken, sosyal medyada kullanıcılar hem Yapı Kredi Yayınları’na hem de gün geçtikçe emek sömürüsünün giderek yaygınlaşmasından dolayı yayıncılara tepki gösterdi.
Bu noktada iyi düşünmemiz gerekiyor… Işık Ergüden kendisine yapılan bu baskıya ses çıkarırken, ismi Ergüden kadar bilinmeyen ancak benzer baskılara maruz kalan pek çok çevirmen sesini çıkaramıyor yahut çıkarsa dahi duyuramıyor. Öncelikle baskı altına alınan, emeği sömürülen tüm emekçilerin sesini çıkarması ve sömürüye karşı dayanışma içinde olmaları gerekiyor.
Maalesef her işte olduğu gibi yayıncılık sektöründe de en az parayı en fazla emek sarf edenler kazanıyor. Bu noktada öncelikle Işık Ergüden’in vurgu yaptığı gibi sendikal bir çalışmanın uygulamaya konulması gerekiyor.
Ancak bu hamlenin başlı başına bir olumlu etkisinin olması neredeyse imkansız. Burada yayıncının yanı sıra perakendecinin, dağıtımcının hatta okurun adaletli olması gerekiyor.
Ülkede uzun zamandır pek çok şey akıl almaz bir şekilde ters giderken, en azından yayıncılığın üstündeki kara bulutların kısa sürede dağılması için birlikte mücadele etmek gerekiyor.