“Marx tam bir tütün tiryakisiydi. Her işte olduğu gibi bunda da sınır tanımıyordu. İngiliz tütününü fazla ağır bulduğundan mümkün mertebe puro kullanıyor, aldığı hazzı artırmak ya da ikiye katlamak için bu puroları handiyse yiyordu. İngiltere’de puro çok pahalı olduğundan sürekli ucuz puro peşindeydi. Bulabildiği puroların neye benzediğini tahmin edersiniz; Marx’ın, Reuleaux’nun biraz iyimser davranarak ‘ucuz ve kötü’ diye çevirdiği cheap and nasty (ucuz ve iğrenç) puroları arkadaşlarını dehşete düşürüyordu. Marx bu kötü purolar yüzünden tütün zevkini ve koku alma duyusunu mahvetti. Buna rağmen, inatla mükemmel bir puro uzmanı olduğunu savunuyordu; nihayet bir gün ona bir tuzak kurduk, o da bu tuzağa düştü. 1851’deki Dünya Fuarı için gelen bir Alman konuk yanında iyi kalite ithal purolar getirmişti. Marx odaya girer girmez bu puroları yaktık ve zevkle tüttürmeye başladık. Marx hiç alışkın olmadığı güzel kokuyu hemen aldı. ‘Aa, ne harika bir koku!’. ‘Ee, falancanın getirdiği gerçek Havana’lar bunlar! Al, sen de tadına bak.’ Bu sözleri söyleyen kişi, Westend’in en yoksul proleter semti olan Saint Giles’de bulabildiğimiz en berbat puroyu Marx’a uzattı, o da saf saf aldı; puronun rengi ve biçimi gerçek Havana purosuna benziyordu. Puro yakıldı, Marx ‘enfes’ dumanı mutlu bir yüz ifadesiyle havaya savurdu. ‘Başta pek inanmadım, Almanya’dan gelen otlar genelde berbattır, ama bu gerçekten de çok iyiymiş!’ Biz ciddi bir yüz ifadesiyle sözlerini onaylıyorduk ama gülmemek
için kendimizi zor tutuyorduk. Birkaç gün sonra Marx meselenin içyüzünü öğrendi. Hiç kızmadı, fikrini inatla savunuyor, o gün içtiği puronun gerçek bir Havana olduğunu, bizim onu asıl şimdi kandırmaya çalıştığımızı iddia ediyordu. Onu bu düşünceden vazgeçiremedik.” Karl Marx’la ilgili bu masum hikâyeyi anlatan kişi, yoldaşı Wilhelm Liebknecht’tir. Fakat hikâyenin ancak Marx’ın ölümünden sonra, 1896’da Nürnberg’de çıkan Karl Marx zum Gedächtnis [Karl Marx’ın Anısına] adlı kitapta yayımlanması ayrı bir nezaket örneğidir. Geçtiğimiz yüzyılların devrimci süreçleriyle puro arasındaki yoğun ilişkiye ne ehlikeyif pipoda, ne havai sigarada, ne de soylu enfiyede rastlanır, ancak şunu da unutmamak gerekir ki puronun, tütün içmenin en eski biçimi olmak gibi tarihi bir avantajı vardır. Puronun devrimlerdeki rolünü anlatmadan önce –ki puronun kardeş şehirleri burada Havana ve Berlin’dir– tütünün ekonomik önemi üzerinde kısaca durmakta fayda var. Bilindiği gibi, tütün ticaretinden bugün de hâlâ büyük servetler kazanılır ve en yüklü kazancı da tütün vergisi alan devletler sağlar (bu cazibeye hangi devlet karşı koyabilir ki?). Tütün 16. ve 17. yüzyılda Avrupa’yı fethe çıktığında, tütün ithalatı ve üretimi yoğun talebi karşılamakta zorlanıyordu. Bu yüzden de tütün pahalı bir keyif vericiydi. Raleigh’in biyografi yazarlarından biri olan John Aubray, tütünün 17. yüzyılın başında İngiltere’deki ticari değeri hakkında şunları anlatır: “O dönemde tütünün değeri gümüşle ölçülürdü. Yaşlı komşularımızın anlattığına göre, Malmesbury ya da Chippenham pazarına gittikleri zaman ceplerinden en büyük şilinleri çıkarır, tütünün tartıldığı terazinin diğer kefesine koyarlarmış.” Bazı servetlerin kelimenin tam anlamıyla duman olup uçması sadece İngiltere’ye özgü değildi ama. Tütün hemen hemen her yerde yetiştirilebildiğinden Avrupa ve sömürgelerdeki küçük çiftçiler ve toprak sahibi olmayan köylüler de kendi tütün tarlalarını kurup para kazanmak istediler. Fakat böyle bir şey iktidardakilerin işine gelmediği için toplumsal gerilimler yaşandı, insanların topraklarına el konuldu, tekeller kuruldu, yasalar çıkarıldı.
Yoksullarla zenginler arasındaki çıkar çatışması, tütünün Avrupa devletleri ve sömürgelerindeki beş yüz yıllık tarihiyle iç içedir. Bu durum özellikle de Küba tarihine damgasını vurmuştur. Tütün ticareti Küba’da daha 16. yüzyılın ortasından itibaren önemli bir gelir kaynağıydı. İspanyol filoları eve dönüş yolculuğundan önce Havana’da demir atıyordu; Küba Yeni Dünya’nın en önemli limanı haline geldi. Yerli halk da bu durumdan faydalanıyor, gemilerdeki mürettebata büyük miktarlarda tütün satıyordu. Bu durumdan çok rahatsız olan İspanyollar yerli halkın tütün ticareti yapmasını yasakladı, halk bundan böyle ancak tütün tarımı yapabilecekti. Kârlı tütün ticareti artık beyazların elindeydi. Neredeyse iki yüz yıl sonra 1713’teki veraset savaşı nedeniyle Madrid yeni finans kaynaklarının peşine düştü. Özellikle de sömürgelerle ilgili bazı planları vardı. 1716’da Küba’ya yeni bir vali atandı, vali bir yıl sonra tütün tekeli kurdu. Vegueros, yani tütün çiftçileri bundan böyle tüm hasatlarını çok düşük fiyatlara Havana’daki Kraliyet Ticaret Şirketi’ne satmak zorundaydı. Tütün çiftçileri bu yüzden büyük bir sefaletin pençesine düştü; 1717, 1720 ve 1723’te çıkan ayaklanmalar kanlı bir biçimde bastırıldı. Sonraki dönemde tütün üretimi iyice azaldı, pek çok çiftçi başka geçim kaynağı arayışına girdi. Küba’da tütün üretimi ancak 1817’de, tekeli ortadan kaldıran ve tütün tarımını, satışını ve ihracatını serbest bırakan bir kraliyet genelgesi yayımlanınca yeniden arttı. Kısa süre sonra da Küba’nın ünlü tütün fabrikaları kuruldu. Küba’nın puro markalarının tarihinde 1827 yılı kuruluş yılı sayılır. O yıl Don Jaime Partagas, dönemin Havana’sının kenarında, bugün hâlâ ayakta olan ve “Havana”yı meşhur eden fabrikasını kurdu.
Fabrikalardaki en önemli işçiler puro sarıcılarıydı (torcedores), ki bugün de öyledir. Sayıları beş yüzü bulabilen torcedores masalarla dolu büyük bir salonda oturur ve önlerindeki yaprakları sararak eşi benzeri olmayan Havana purolarını üretirler. Torcedores salonlarında yüksek sesle kitap okutma (lectura) geleneği olmasaydı, İspanya sömürgesi Küba’nın bağımsızlığını kazanma tarihi bambaşka olurdu belki de. Eskiden puro sarıcısı olarak çalışan García Galló Bir Puronun Biyografisi’nde şöyle yazar:
Fabrikada sessizlik hüküm sürüyor. Masaların sert tahtasına çarpan yüzlerce bıçağın çıkardığı ritmik ses duyuluyor sadece. Ama okuma komitesinin başkanı çanını heyecanla çalar çalmaz bıçak sesleri kesiliyor. Profesyonel bir okuyucu, çalışma salonunun ortasındaki kürsüye çıkıyor. Az çok davudi bir sesle gazeteleri okumaya başlıyor. Öğleden önceleri kırk beş dakika sabah gazetelerini okuyor, öğleden sonraları iki fasıl daha gazete okuyor. Sabah gazeteleri ile öğleden sonraki ilk gazete okuma faslı arasındaki süre, “Cesur Kavalye”, Pedro Mata ya da Eduardo Zamacois’in erotik romanlarından eğlenceli romanlara, macera romanlarından, bilimsel makalelere ve felsefi eserlere uzanan kitapların okunmasıyla geçer: Jules Verne ve H. G. Wells’ten Miguel Unamuno ve Gorki’ye, Zaman Makinesi’nden Böyle Buyurdu Zerdüşt’e kadar her şey dinlenir. Ama hangi eserlerin okunacağına okuyucu değil, fabrikadaki işçiler karar verir.
Victor Hugo ve Alexandre Dumas’nın eserleri de çok seviliyordu. En ünlü puro markalarından biri olan “Montecristo” ismini, Monte Cristo Kontu’nun yazarına duyulan minnettarlığa borçludur. Kübalı puro sarıcılarıyla Victor Hugo arasında özel bir ilişki vardı. Partagas’ın fabrikasındaki işçilerin onun eserlerini okuttuklarını duyan Victor Hugo, işçilere bir teşekkür mektubu yazdı ve torcedores’e bu mektup da okundu. Küba’da ilk bağımsızlık savaşının patlak vermesinden sonra 1870’de Hugo’ya üç yüz Kübalı kadının imzalayıp New York’tan gönderdiği bir mektup ulaştı. Sürgündeki kadınların çoğu duldu; genellikle tütün işçisi olan kocaları Küba’da İspanyollar tarafından katledilmişti. Sürgündeki kadınlar Victor Hugo’dan bağımsızlık savaşına müdahale etmesini rica ediyorlardı. 1851 yılından beri kendisi de sürgünde olan Hugo, 15 Ocak 1870’de Fransa’ya dönmeden kısa süre önce “Kübalı Kadınlara Mektup”u yazdı:
Kübalı kadınlar, feryadınızı duyuyorum. Ey çaresizler, bana başvuruyorsunuz. Mülteciler, kahramanlar, dullar, yetimler, bir mağluba başvuruyorsunuz. Ezilenler, bir ezilene başvuruyorsunuz; yersiz yurtsuz kalanlar, artık bir anavatanı olmayan birinden yardım istiyorsunuz. Hakikaten çok bedbahtız. Sizin, sesinizden başka bir şeyiniz yok, benim, sesimden başka bir şeyim yok; sizin sesiniz hıçkırıyor, benimkisi uyarıyor. Bizim yaşam soluğumuz, sizin hıçkırığınız ve benim tavsiyem, elimizde sadece bunlar kaldı. Biz kimiz? Güçsüzlük. Hayır, biz kuvvetiz. Zira siz adaletsiniz, ben de vicdan… Hiçbir ulusun bir başka ulusu pençeleri arasında tutmaya hakkı yoktur, ne İspanya’nın Küba’yı ne de İngiltere’nin Cebelitarık’ı. Hiçbir halk bir başka halkın malı değildir, hiçbir insanın bir başka insanın malı olamayacağı gibi. Bir halka karşı işlenen suç, tek bir insana karşı işlenen suçtan da iğrençtir. Köleliğin kapsamını genişletmek, onursuzluğunu yüceltmek demektir. Bir halkın tiranı olan bir halk, bir ırkın hayatını söndüren bir ırk feci bir ahtapottur, ve bu korkunç iktidar 19. yüzyılın dehşetengiz gerçeklerinden biridir…
Fabrikalarda kitap okutma geleneğinin kökeni tam olarak bilinmiyor. Fernando Ortiz bunun muhtemelen 19. yüzyılın ortasında hapishanede, devrimci puro işçilerinin yattığı koğuşlarda başladığını, oradan da fabrikalara girdiğini söyler. Atölyelerde gazete ve kitap okutma geleneğinin başlatılmasıyla ilgili farklı tarihler verilir. Zino Davidoff bu uygulamanın ilk kez 1850 civarında Don Jaime Partagas’ın fabrikasında görüldüğünü, bazı fabrikatörlerin itirazına rağmen 1860 civarında tüm fabrikalara yayıldığını söyler. Kimileri de düzenli olarak gazete ve kitap okutma fasıllarının 1864 ya da 1866’da başladığını savunur. 1860 tarihli bir resimde pencerenin önünde oturan üç puro sarıcısı ve bir okuyucu görülür. Tüm tarihçiler haklıdır muhtemelen, sonuçta böyle bir gelenek ulusal bayram gibi ilan edilmez. Çeşitli zamanlarda çeşitli yerlerde başlamış, sonra da kendini bir kurum olarak kabul ettirmiştir. Bu da 1865’ten sonra olmuşa benziyor.
Fabrikalarda kitap okutma geleneği puro işçilerinin siyasi eğitimine önemli katkılarda bulundu. Sonraki yıllarda puro işçileri gazete ve sendikalar kurdular, bağımsızlık hareketinin başında onlar vardı ve García Galló’ya göre, aydın işçi tipolojisini temsil ederler: “Bu işçiler entelektüel birikimleri nedeniyle kendilerini diğer işçilerden üstün görürler. Bu nedenle her konuda konuşmak, her konuda görüş bildirmek hakkına sahip olduklarına inanırlar.”
Küba halk kahramanı José Martí’nin İspanyol sömürge iktidarına karşı verdiği savaşta sonuna kadar güvendiği kesim, siyasi bilince sahip olduğu kadar mücadeleye de hazır bu işçilerdi işte. İspanyol anne babanın oğlu olarak 1853’te Küba’da doğan Martí, hakiki Kübalılarla henüz çok genç bir yaşta yoğun ilişkiler kurunca, İspanyolları temsil eden ve Kanarya Adaları’nda bizzat tütün tarımcılığı yapmış babasıyla şiddetli çatışmalar yaşadı. Martí edebiyatın her türüyle ilgilendi, şiir ve nesir yazdı ve arkadaşlarıyla birlikte çeşitli edebiyat dergileri çıkardı. Demokratik ve bağımsız bir Küba için yürüttüğü mücadele, İspanyollarla çatışmasına yol açtı; İspanya’nın çıkarlarına ihanet ettiği için altı yıl ağır hapis ve çalışma cezasına çarptırıldığında henüz on yedi yaşındaydı.
Sağlığıyla ilgili nedenlerden ötürü “bağışlandı” ve İspanyaya sürgün edildi. 1871’de İspanya’da hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra İspanya, Meksika ve Küba’da düzensiz bir hayat sürdü. 1879’da Küba’da yeniden tutuklandı ve yine İspanya’ya sürüldü. Sonunda, dolambaçlı yollardan ulaştığı New York’ta Küba Devrim Komitesi’nin başkanlığına yükseldi. New York ve Florida’da, özellikle de yoksulluk ve baskı yüzünden Küba’dan kaçan tütün işçilerini örgütledi. “Devrimci Küba Partisi”nin çekirdeğini oluşturan bu işçiler, her ay bir günlük yevmiyelerini Küba’nın kurtuluşu için bağışlıyorlardı. Martí Amerikan puro endüstrisinin atağa kalkmasından da faydalandı. Bu ekonomik hamleye, 1878’de Bismarck’ın Sosyalist Yasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra ABD’ye göçen Almanlar da katkıda bulunmuştu. Aralarında çok iyi yetişmiş matbaacılar vardı, krom litografi konusunda uzmandılar ve puro etiketlerinin üretimine yepyeni bir estetik boyut kazandırdılar.
Entelektüel José Martí tütün işçilerine “elleriyle çalışan entelektüeller” diyordu. Onlar “akademik derecelerini atölyelerden alıyor” ve “hem düşüncenin hem de ekmeğin tezgâhında” çalışıyorlardı. Martí kurtuluş mücadelesi için gereken silahları bu işçilerin bağışladığı paralarla satın aldı. García Galló, Martí’nin “daha Havana’dayken fabrikaları ziyaret ettiğini, bir okuyucu gibi tribunas’a çıktığını, ateşli konuşmalarıyla coşkusunu tütün işçilerine de aşıladığını” anlatır. Martí 11 Nisan 1895’te çok sayıda yoldaşıyla birlikte Küba’ya geçerek İspanyol hükümranlığına karşı bağımsızlık mücadelesini başlattı. Bir puronun içine gizlenen ayaklanma emri kendisinden önce Küba’ya ulaşmıştı. Martí daha 19 Mayıs’ta, İspanyol askerleriyle bir çatışmada öldü. İspanyollar Küba’yı ancak 1898’de, birçok kanlı çatışmadan sonra terk etti.
Kaynak: Detlef Bluhm, Kolomb’dan Davidoff’a: Tütün, Çev, Zehra Aksu Yılmazer, 1. Baskı (İstanbul: Kolektif Kitap, 2019), 129., 130., 131., 132., 133., 134., 135.