Etrafta kimseler yoktu. Ben bugünkü Dominik Cumhuriyeti’nde bulunan, büyük Karayip adası Hispanyola’nın kuzey kıyısında durmuş, kırmızı toprağın üzerindeki sıra sıra taşların oluşturduğu dağınık dikdörtgenlere bakarken, etraftaki tek ses kıyıya vuran dalgalardan geliyordu. Bu taşlar, arkeologlar tarafından ortaya çıkarılan ve artık yok olmuş yapıların dış duvarlarıydı. Yapılardan bir tanesinin duvarları diğer yapılarınkinden bir parça daha ihtişamlıydı. Girişinde muhafız gibi dikilen bir tabela vardı: “Casa Almirante”, yani “Amiral’in Evi”. Öğrencilerin nesiller boyu Yeni Dünya’nın kâşifi diye adını öğrendiği adamın, Okyanus Amirali Kristof Kolomb’un Amerika kıtasındaki ilk konutunu işaret ediyordu.
İspanya’nın Amerika kıtasında kalıcı bir üs kurmaya çalıştığı ilk teşebbüs olan bu topluluğa Kolomb’un verdiği isim La Isabela’ydı. (Vikingler, günümüzde Kanada’nın olduğu yerde beş yüz yıl önce bir köy kurmuşlardı, ama burası uzun süre varlığını sürdüremedi.) Bugün, La Isabela neredeyse unutuldu. Kolomb’un şanına da gölge düştü. Bugünlerde benim okul yıllarıma kıyasla daha az hayranlık uyandırıyor, daha önemsiz görülüyor. Eleştirmenler onun Amerika kıtasını şans eseri bulan, zalim, aklını kaçırmış bir adam olduğunu söylüyor. Adam gerçekten de imparatorluğun sömürgeleştirici kuvvetlerinin bir temsilcisiydi ve gelişi Amerika kıtasının asıl sakinleri için bir felaketti. Yine de Amiral’i hatırlamaya devam etmeliyiz. Kolomb, şimdiye kadar dünya üzerinde var olan tüm insanlar arasında, yaşamın tarihinde yeni bir çağ başlatan tek kişidir.
La Isabela
2 Ocak 1494’te, Amiral’in La Isabela’yı kurduğu gün doğan bebekler, engeller ve ayrımlarla dolu bir dünyaya geldiler. Batı Avrupa ve Doğu Asya arasındaki doğrudan ticaret ve iletişim, aradaki Müslüman ülkeler tarafından büyük ölçüde engellenmişti. Sahra Çölü’nün güneyinde kalan Afrika’nın Avrupa ile bağlantısı çok azdı, Güney veya Doğu Asya ile hemen hemen hiç yoktu. Doğu ve Batı Yarımküreler birbirlerinin varlığından neredeyse tamamen habersizdi.
Bu bebeklerin torunları olduğunda, Afrikalı köleler Amerika kıtasında Çin’e satılacak gümüşü çıkarıyor, İspanyol tüccarlar Asya’dan Meksika’ya ipek ve kaliteli seramiklerin en son sevkiyatlarını sabırsızlıkla bekliyor, Hollandalı denizciler Afrika’nın Atlantik kıyılarındaki insanları Hint Okyanusu’ndan çıkarılan deniz kabuklarıyla takas edip köleleştiriyor ve Karayipler’den gelen tütün Avrupa’dan Filipinler’e kadar varlıklı ve güçlü şehirlerin üzerine büyüsünü salıyordu. Uzun mesafeli ticaret binlerce yıldır mevcuttu, ancak dünya çapındaki bu etkileşimin bir benzeri daha önce hiç var olmamıştı. Daha önceki ticaret ağlarının hiçbiri dünyanın iki yarımküresini birbirine bağlamamış ya da dünyanın her iki tarafındaki toplumları sarsacak kadar büyük ölçekte işlememişti. Küreselleşme çağını, yani bazen sarsıntılı olsa da şimdilerde yaşanabilir tüm dünyayı içeren mal ve hizmet alışverişini Kolomb başlattı.
Zamanın İspanya kralı ve kraliçesi, Kolomb’un ilk seferine gönülsüzce destek vermişlerdi. O günlerde okyanus ötesi seyahat, bugünkü uzay uçuşu gibi sarsıcı derecede pahalı ve riskliydi. Kolomb, Asya’ya giden yolu bulduğuna inansa da, 1493 yılının Mart ayında bu ilk seferden altın süs eşyaları, parlak renkli papağanlar ve hepsi Karayipler’den alınmış on kadar Amerikan Yerlisi esir getirerek döndüğünde her şey değişti. Yalnızca altı ay sonra, hevesli kral ve kraliçe, Kolomb’u ikinci ve çok daha büyük bir keşfe yolladı. Amaç İspanya için kalıcı bir üs, daha fazla araştırma ve ticaret için bir merkez oluşturmaktı.
Kolomb, Asya’nın bir parçası olduğunu düşünerek Hispanyola’ya ayak bastı ve La Isabela’yı kurdu. Çok geçmeden kolonicilerin yemekleri ve daha kötüsü suları tükendi. Kolomb, sipariş ettiği su fıçılarını kontrol etmeyi atlamıştı: Fıçılar sızdırıyordu. Açlık ve susuzlukla ilgili tüm şikâyetleri göz ardı eden Amiral, adamlarına araziyi açıp sebze ekmelerini, bir kale inşa etmelerini ve yerleşim yerini taş duvarlarla çevrelemelerini emretti. Yeni gelenlerin çoğu bu işleri zaman kaybı olarak gördü. Onlara göre La Isabela zenginlik arayışına, özellikle de altın madenlerine giden yolda sadece geçici bir kamptı. Kolomb, kolonisini bizzat yönetmekle, “muhakkak” yakınlarda bir yerlerde olması gereken Çin’i aramaya devam etmek arasında kaldı. Sonunda adamlarını bahçelerle ilgilenmeleri ve yerlilerin altın madenlerini aramaları için bırakarak Çin’i bulmak üzere yola çıktı.
Beş ay sonra Kolomb, korkunç derecede hasta halde La Isabela’ya geri döndü. Çin’i bulamamıştı ve La Isabela’da karşısına çıkan da sadece hüsrandı: açlık, hastalık, tükenmişlik ve depoları İspanyol koloniciler tarafından yağmalanan Taino halkıyla sonu gelmeyen çatışmalar. La Isabela mezarlığının hızla dolmasıyla birlikte, Kolomb utanç içinde İspanya’ya doğru yola koyuldu. İki yıl sonra Karayipler’e döndüğünde, La Isabela’dan geriye o kadar az şey kalmıştı ki karaya çıkmaya zahmet bile etmedi. Bunun yerine adasının diğer tarafında, kardeşinin kurduğu Santo Domingo adlı yerleşim yerine çıktı. Kolomb ilk kolonisine bir daha asla ayak basmadı ve orası neredeyse unutuldu.
Yine de, La Isabela devasa bir değişimin başlangıcını ilan etti: Modern Karayip topraklarının yaratılışı. Kolomb ve adamları tek başlarına seyahat etmediler. Böcekler, bitkiler, hayvanlar ve (bakteriler gibi) mikroorganizmalar da onlara eşlik etti. Şekerkamışı (aslen Doğu Asya’daki Yeni Gine’den), buğday (Ortadoğu’dan), muz ve kahve (Afrika’dan) gibi bitkilerle birlikte büyükbaş hayvanlar, koyunlar ve atları Amerika kıtasına getirdiler. Solucanlar, sivrisinekler ve hamamböcekleri, bal arıları, sıçanlar, Afrika otları… Bütün bunlar, onlarla daha önce hiç karşılaşmamış topraklara, hevesli turistler gibi akın ederek Kolomb’un gemilerinden ve peşi sıra gelen gemilerden boşalıverdiler.
Yerliler ve yeni gelenler beklenmedik şekillerde etkileşerek çok büyük bir biyolojik kargaşa yarattılar. Örneğin İspanyol koloniciler 1516 yılında pişirilip yenebilen ve tatlı olmayan bir tür Afrika muzu getirdiler. Aynı zamanda, farkında olmadan, bitki kökleri ve saplarındaki öz suyunu emen küçük canlıları da muhtemelen yanlarında taşımış oldular: Afrika kabuklu bitleri. Hispanyola’da kabuklu bitlerin hiçbir doğal düşmanı yoktu. Bu nedenle sayıları büyük bir artış göstermiş olmalı; biliminsanları bu olguya ekolojik yayılış diyorlar. Kabuklu bitlerin yayılması adanın Avrupalı muz çiftçilerini dehşete düşürecek ancak, yerli türlerden birini sevince boğacaktı: Tropik ateş karıncası. Bu karıncalar, kabuklu bitlerden kalan şekerli atıkları yemeye bayıldıklarını keşfettiler. Kabuklu bitlerin sayısındaki büyük artış, ateş karıncası sayısına da aynı şekilde yansımış olabilir.
Bu sadece bir akıl yürütme. Oysa 1518 ve 1519 yıllarında olup bitenler birer gerçek. O yılları yaşamış bir misyoner papaza göre, Hispanyola’daki İspanyol plantasyonları ve meyve bahçeleri “kökten uca” kadar ateş karıncaları tarafından yok edildi. “Sanki gökten alevler düşmüş ve onları yakmıştı.” “Bitmek tükenmek bilmeyen karıncalar” Santo Domingo’daki evleri sardı, insanları sokup çatıları simsiyah kapladı; zeminleri öyle bir sarmışlardı ki insanlar ancak yatakların bacaklarını suyla dolu çanakların içine koyarak uyuyabiliyorlardı. Bunalan ve dehşete kapılan İspanyollar evlerini böceklere bırakıp gitti ve Santo Domingo bir süreliğine “tahliye edildi.”
Kolomb Takası’nın insan perspektifinden bakılınca en çarpıcı etkisi bizzat insan türü üzerinde olmuştu. 2003 yılında yapılan titiz bir araştırma birkaç yüz binlik bir nüfusa işaret etse de Avrupalılar geldiğinde Hispanyola’da kaç kişinin yaşadığını hiç kimse bilmiyor. Gerçek sayı ne olursa olsun, Avrupa etkisi korkunçtu. 1514 yılında sadece 26 bin Taino kalmıştı. Bölgedeki bir İspanyol bilginine göre otuz dört yıl sonra hayatta kalan Taino sayısı beş yüzden azdı. Tainoların yok edilmesi Santo Domingo’yu yoksulluğa sürükledi, çünkü koloniciler kendi işgücünü ortadan kaldırmıştı.
Felakette İspanyol zulmünün de payı vardı, fakat Kolomb Takası daha büyük bir nedendi. Kolomb öncesi Amerika kıtasında Avrupa’da ve Asya’da sıkça rastlanan salgın hastalıklardan hiçbiri yoktu. Çiçek hastalığı, grip, hepatit, kızamık ve viral zatürreye neden olan virüsler bilinmiyordu. Tüberküloz, difteri, kolera ve tifoya neden olan bakteriler de öyle. Avrupa’dan okyanusun ötesine gönderilen tüm bu hastalıklar Hispanyola nüfusunu çarpıcı bir hızda tüketti. On altı ve on yedinci yüzyıllarda yeni mikroorganizmalar Amerika kıtasına yayılmış, bir kurbandan diğer kurbana sıçrayıp yarımküredeki insanların en az dörtte üçünü öldürmüştü. Bu hastalıkların Avrasya’da binlerce yılda yaşattığı acı, Amerika’da onyıllar içine sıkıştırılmış gibiydi. Bütün insanlık tarihi boyunca buna benzer bir nüfus kıyımı daha görülmemiştir.
Kolomb Feneri
Dominik Cumhuriyeti’nin başkenti Santo Domingo’dan huzur dolu, fısıltılı bir nehir geçer. Batı kıyısında, Kristof Kolomb’un ilk oğlu Diego’nun sarayına da ev sahipliği yapan bir koloni kasabasının taştan kalıntıları vardır. Doğu kıyısında, devasa bir haç şeklinde tasarlanmış, kocaman, boyalı bir beton tepeciği yükselir; üzeri gökleri işaret eden ışıklarla kaplıdır. Kolomb Deniz Feneri, Amiral için yapılan bir anıt olarak 1992 yılında tamamlanmıştır.
Kolomb için büyük bir anıt fikri 1852’de ortaya atıldı ancak, anıtın inşa edilmesi yaklaşık yüz elli yıl sürdü. O tarihten bugüne kadar, Kolomb hakkındaki fikirler değişti. Kahraman bir kâşif, bir lider ve Amerika’ya Tanrı’nın sözünü getiren bir elçi olarak görüldüğü günlerden; birçokları tarafından vahşi, açgözlü, fanatik ve beceriksiz olarak değerlendirildiği günlere geldi. Her halükârda, seferlerine dair bir anıt olması gerekir mi? Belki de zamanının en iyi belgelenmiş hayatlarından birini yaşamış olmasına rağmen, bu cevaba ulaşmak zor.
Hayatı boyunca, kimse onu Kolomb veya Colombus olarak tanımadı. İtalyan ailesi tarafından Cristoforo Colombo adıyla vaftiz edildi ancak 1483’te İspanya’ya taşındıktan sonra kendisini Cristóbal Colón olarak adlandırdı. Düşüncelerine aşırı kişisel hırs ve derin dini inanç hâkimdi. Belki de sıradan köklerinden utandığı için, tüm yetişkinlik yaşantısını soyluluk unvanı kazanacak bir hanedan kurmaya çalışarak geçirdi. İspanya’nın Çin ile ticaret ilişkileri kurabileceğine inanıyordu; sonuçta edinilecek zenginlik, İspanyol yöneticilerin İslami denetim altındaki Ortadoğu’nun İncil’de bahsedilen Kutsal Toprakları fethetmesine imkân sunacaktı. Kolomb, Çin’e giden bir deniz yolu bularak bu ticareti başlatan kişi olmak istiyordu.
Kolomb’un planının merkezinde dünyanın büyüklüğü ve şekli hakkındaki görüşleri vardı. Nesiller boyunca öğrencilere öğretilen, Kolomb öncesi Avrupa’da dünyanın düz olduğunun düşünüldüğüydü. Ama gerçek hiç de öyle değildi. Biliminsanları, dünyanın geniş ve yuvarlak olduğunu on beş yüz yıldır biliyorlardı. Kolomb her iki gerçeğe de itiraz etti. Dünyanın yuvarlak değil armut şeklinde olduğunu savundu. Bu konu, büyüklüğü kadar önem arz etmiyordu ve Kolomb bu noktada son derece yanılıyordu. Çünkü gezegeni gerçekte olduğundan yaklaşık beş bin mil daha kısa sanıyordu.
Kolomb’un öngörüsü, İspanyol hanedanını cezbetmişti. Diğer zengin ve güçlü Avrupalılar gibi, onlar da Çin’in bolluğuna ve ince zevklerine kapılmışlardı. Asya ipeklerine, değerli taşlara, baharatlara ve porselen olarak bilinen ince seramiklere göz koymuşlardı. Ancak İslam dinine bağlı tüccarlar ve devletler –Hıristiyan Avrupa’nın yüzyıllardır savaş halinde olduğu milletler– Avrupa ile Çin arasındaki kara ticaret yolunda bulunuyordu. Daha da kötüsü, İtalya’nın ticaret şehirleri Venedik ve Cenova İslami güçlerle çoktan bir anlaşma imzalamış, Asya ticaretini kontrol altına almıştı. Portekiz, bu istenmeyen arabulucuları alt etmek için Afrika’nın her yanına gemi göndermeye çalışıyordu; uzun, riskli ve pahalı bir yolculuktu bu. Kolomb, İspanya hükümdarlarına daha kolay bir yol olduğunu söyledi: Batı, yani Atlantik Okyanusu’nun karşı kıyısı. Avrupa’dan Atlantik Okyanusu boyunca batı yönünde ilerleyerek Çin’in doğu kıyısına ulaşmayı umuyordu. Maalesef bu planı için mesafeyi olduğundan çok daha kısa tahmin etmekle kalmadı, aynı zamanda Amerika kıtası ve Pasifik Okyanusu’nun da yol üzerinde olduğunu bilemedi.
Amiral, 1492’de Amerika kıtasına ayak bastıktan sonra, doğal olarak, fikirlerinin doğruluğunun kanıtlandığını ve Asya’ya ulaştığını iddia etti. Hoşnut olan hükümdarlar onu onurlandırıp bir servetle ödüllendirdiler. Kolomb, 1506 yılında, etrafı sevgi dolu bir aileyle çevrili zengin bir adam olarak öldü; ama yine de keyifsizdi, sadece hastalıklarından dolayı da değil. Kişisel ve coğrafi başarısızlıkları, çoğu ayrıcalığının İspanyol mahkemesi tarafından elinden alınmasına ve kenara itilmesine sebep oldu.
Bu büyük umutlar ve hayal kırıklığı karışımının neredeyse aynısı, Kolomb Feneri için de geçerlidir. Batı Yarımküre ülkeleri 1923’te Amiral için bir anıt yapılmasını kararlaştırsalar da anıtın inşa edilmesi altmış yıl sürdü. Bu zaman zarfında, biraz da Dominik Cumhuriyeti yıllar boyunca Rafael Trujillo adında bir tiran tarafından yönetildiği için, anıta verilen uluslararası destek zayıfladı. Trujillo’nun hükümdarlığı barbarcaydı ve deniz feneri projesini desteklemek, diktatörü desteklemek gibi görülüyordu. Birçok ülke anıtın açılışını boykot etti. Protestocular polis barikatlarına ateş açarak Kolomb’u “bir ırkı yok eden kişi” olarak nitelendirdiler. Anıtın çevresindeki tecrit edilmiş gecekondu mahallelerinde yaşayan insanlar, gazetecilere verdikleri demeçlerde, Kolomb’un böyle onurlandırılmayı asla hak etmediğini belirttiler.
İnandıkları şey anlaşılabilir, ancak hatalı. Seferleriyle başlattığı Kolomb Takası’nın geniş kapsamlı etkileri yüzünden, Kolomb’un yolculukları bir zamanlar ekolojik açıdan farklı olan yerlerin birbirlerine daha fazla benzediği yeni bir biyolojik çağın başlangıcı oldu. Bu açıdan, dünyanın bir zamanlar ayrı olan bölümleri, tıpkı Amiral’in umduğu gibi, birbirine bağlanmış oldu. Santo Domingo’daki deniz feneri, Kolomb’un şahsına dair bir anmadan ziyade, onun neredeyse yanlışlıkla yarattığı dünyanın, yani bugün içinde yaşadığımız dünyanın kutlanışı olarak görülmelidir.
Manila’daki Heykeller
Ada ülkesi Filipinler, Japonya’nın güneyindeki Batı Pasifik bölgesindedir. Başkent Manila’daki bir parkta, tepesinde gerçeğe uygun boyutlarda iki adam heykeli bulunan, mermer bir sütun vardır. Adamlardan biri haç taşırken diğeri kılıç taşır. Bu anıt, Santo Domingo’daki Kolomb Feneri’ne kıyasla küçüktür ve turistler tarafından nadiren ziyaret edilir. Yine de bu, tüm dünyada, küreselleşmenin kökenlerinin tasviri olarak tanımlanmaya en uygun şeydir.
Kılıç tutan adam, modern Manila’nın kurucusu Miguel López de Legazpi’dir. Haç taşıyan adam ise, Legazpi’ye ait beş İspanyol gemisini 1564’te Pasifik üzerinden geçerek Meksika’daki İspanyol kolonisinden Filipinlere götüren denizci, Andrés Ochoa de Urdaneta y Cerain’dir. Yakın dost olan bu iki kuzen, birlikte Kolomb’un başaramadığı şeyleri gerçekleştirdiler. Batıya doğru sefere çıkıp Çin ile ticaret kurdular. Nasıl ki Kolomb dünyanın ekolojik açıdan birleşmesini başlattıysa, onlar da ekonomik açıdan birleşmeyi başlattılar.
Urdaneta’nın ikinci başarısı, Meksika’ya nasıl geri döneceğini bulmaktı. Keşif grubunun Filipinler’e giderken izlediği rotayı öylece takip edemezdi, çünkü gemileri batıya doğru körükleyen ticaret rüzgârları [alizeler] dönüşlerini engellerdi. Urdaneta, dâhiyane bir kaptanlıkla, doğu yönünde ilerlemeden önce kuzey uca doğru seyrederek akıntılardan kurtuldu. Böylece, gemilerin uzun yıllarca takip edecekleri bir rota oluşturdu.
Bu sırada, isyan ve hastalık yüzünden düzeni bozulan ve İspanya’nın rakibi Portekiz’den gelen gemiler tarafından taciz edilen Legazpi, yavaş yavaş Filipin adalarında İspanyol etkisini yaymaya başlamıştı. Sonunda, adamlarından bazıları Filipinler’in altın ve balmumuna karşılık porselen, ipek, parfüm ve başka malları değiş tokuş etmek için Çin’den gelen iki tane ticari yelkenliyle temas kurdular. Çinliler, Avrupalıların Filipinler’e varmış oldukları haberiyle vatanlarına döndüler. Şaşırtıcı bir şekilde, Avrupa batıda olmasına rağmen bu yabancılar Çin’e doğudan gelmişti. Ayrıca, Avrupalı “barbarların” Çin’de son derece arzu edilen bir malları vardı: Gümüş. İki yıl sonra ipek, porselen ve başka mallarla yüklü üç Çin yelkenlisi Legazpi’nin Manila’daki keşif bölgesinde ticaret yapmak üzere Filipinler’de göründü. Çinliler malları karşılığında İspanyol gümüşünün her bir zerresini aldılar.
Sonraki iki yıl daha fazla yelkenli geldi. Çin’in gümüşe, Avrupa’nınsa ipek ve porselene açlığıyla şekillenen ticaret gittikçe büyüdü. Adını kalyon olarak bilinen büyük gemilerden alan “kalyon ticareti”, Asya ve Avrupa ile Meksika’daki maden ocaklarından gümüş çıkaran kölelerin kaynağı olan Afrika’yı birbirine bağladı. Daha önce hiçbir zaman dünyanın bu kadar büyük bir kısmı böyle bir takas ağıyla birbirine bağlanmamıştı. İspanya’nın Filipinler’e gelişiyle birlikte yeni, apaçık modern bir çağ başladı.
Yeni döneme başlangıçta şüpheyle yaklaşıldı. O zamanlar Çin dünyanın en zengin, en güçlü ulusuydu. Avrupa’yı uzun bir süre boyunca ticari açıdan ilgisini çekemeyecek kadar fakir ve geri kalmış gözüyle baktı. Ne zaman ki İspanya Güney Amerika’da büyük miktarda gümüş buldu, Avrupa nihayet Çin’in istediği, hatta şiddetle arzuladığı bir şeyi elde etti. İspanyol gümüşü, Çin’in para arzı oldu. Fakat Çin yönetimi kalyon ticaretinin ülkedeki yaşama çok büyük, kontrolsüz değişiklikler getireceğinden korkuyordu.
Bu korkular isabetliydi. Her gelen imparator, yabancı insanları Çin’den uzak tutmaya çalıştı, ancak diğer canlı türlerine engel olamadı. Amerikan mahsullerinin, özellikle de tatlı patates ve mısırın beklenmedik gelişi, detaylarını “Altıncı Bölüm”de de göreceğiniz üzere, tarımda büyük değişikliklere, Çin içerisinde göçlere, ormanların yok edilmesine ve sel baskınlarına yol açtı. Bu değişiklikler Çin’i –Avrupa’nın çıkarına– zayıflattı.
Legazpi ve Urdaneta anıtının bulunduğu, caddenin karşı tarafında, Legazpi’nin dostluk teklifini reddeden, Manila’nın “cesur Müslüman hükümdarı” Racah Süleyman’ı anan plaketin sergilendiği başka bir park var. Legazpi, ona Manila Limanı’nı Çin ticaretinin başlama noktası olarak kullanmak istediğini söyleyince Süleyman İspanyolların o çevrede bulunmasını istemedi ve bunu reddetti. Legazpi, Süleyman’ın merkez köyünü dümdüz ederek, onu ve üç yüz kişiyi daha öldürdü. Modern Manila yıkıntıların üzerine kuruldu. Bir bakıma Süleyman ve halkı, küreselleşme karşıtı ilk protestoculardı. Sonunda her biri kaybetti, küreselleşme süreciyse günümüzde hâlâ devam ediyor.
Kaynak: Charles C. Mann, Amerika’nın Keşfinden Küreselleşmeye – 1493: Kısa Dünya Tarihi, Çev, Tuğba Kaya, 1. Baskı (İstanbul: Epsilon Yayınları, 2019), 13., 14., 15., 16., 17., 18., 19., 20., 21., 22., 23., 24., 25., 26., 27., 28., 29.