PEN Türkiye tarafından ekim ayının kitabı olarak gösterilen Senin Adın Corona Olsun’un yazarı Umur Talu ile kitabı ve salgın üzerine söyleştik.
Keyifli okumalar…
Senin Adın Corona Olsun’da bilmediğim birçok bilgiye rastladım. Bu bakımdan benim için çok keyifli bir okuma oldu ve bir oturuşta bitirdim. Kitabınız PEN Türkiye tarafından ekim ayının kitabı olarak gösterildi. PEN tarafından tavsiye edilmek ne hissettirdi?
Ellerinden binlerce iyi kitap geçen, hem yazar hem de iyi okur insanların buna değer görmesi elbette gurur verici. Güncel bir konu olması, dünyanın başındaki dertle ilgili olması, kayıplarımızla, insanlığın bu manadaki kayıplar tarihine veyahut mücadele tarihine ilişkin olması nedeniyle öyle değerlendirdiler herhalde. Gurur verdi ancak mutlu etti demeyeceğim çünkü böyle bir konuyla mutluluk kelimesinin yan yana gelmesi zor oluyor.
Atatürk’ün İspanyol gribine yakalanması, Türkan Saylan’ın, Cemil Topuzlu’nun mücadelesi, bağlatıları ve bu insanların bir şekilde salgından etkilenmesi… Bana asıl tarih yazıcının salgınlar olduğunu düşündürdü. Acaba kitapta adı geçen isimler salgınlardan başka türlü etkilenseydi ve dönemini etkileme fırsatı bulamasaydı, bugün yine olduğumuz noktada olabilir miydik?
Bu çok zor bir soru. Bize tarih biraz daha düz anlatılıyor. Okullarda düz bir tarih anlatılıyor ve başlangıç çizgisinden dümdüz gidiyorsunuz. Sınırlı sayıda iradeyle ilgili bir şeymiş gibi anlatılıyor ama öyle değil. Bir çok faktör etkiliyor tarihi. Sovyet Devrimi olmasaydı, Çanakkale geçilseydi, Almanlar hastalanmasaydı ne olurdu? Bütün bunları bilmiyoruz çünkü tarih öyle akmadı. Tüm bu faktörler etkili oldu. Sultan Reşad öldü, yerine Vahdettin geçti. Ahmet İsmet Paşa hasta yatıyorken Mondros imzalandı. Mustafa Kemal hastalanmıştı, iyileşti ve Samsun ile başlayan bir yolculuğa çıktı. O sırada Avrupa’da İspanyol gribinin üçüncü dalgasına gidiliyordu. Hindistan’da milyonlarca insan ölüyor, İrlanda’da ayaklanma çıkmıştı. Yine Hindistan’da da ayaklanma başlıyordu. Sovyetler, Rusya’da iç savaşı kazanmanın mücadelesini veriyordu. Bütün bunları yan yana koyuyoruz. Hepsi aynı anda olan şeyler ve bugünün tarihi ile karşılaştırılamayacak ölçüde hem renkli hem kesif karanlık hem de acı dolu bir dönem. Mesela Paris Konferansı’nda hem Almanya hem de Osmanlı’ya ne ceza verileceği konuşulurken, orada neredeyse tüm liderler hastalanmış yahut hastalıktan iyileşip gelmişler. ABD Başkanı Wilson, ki ABD’nin oradaki müdahil durumu çok önemli, o kadar hastalanıyor ki anlaşmaya çok karışamıyor ve Fransa’nın istediği gibi kindar bir anlaşma çıkıyor ortaya. Eğer Wilson hastalanmasaydı ya da biraz engelleseydi o zaman nazizm o kadar yükselebilir miydi?Bunlar da var tarihin içinde.
Bir de sanatçılar var; Egon Schiele ölmeseydi daha neler yapabilirdi acaba? Kafka İspanyol gribinden kurtulmuştu, birçok eser verdi ama sonra veremden yine çok erken öldü. Acaba veremle yıpranan ciğerleri İspanyol gribinde mi hasar almıştı? Hemingway yaralanmış hastanede yatarken, yanı başında İspanyol gribinden bir subay öldü ve ilk hikayesini bunun üstüne yazdı. Ama doktor babası, hemşire kız kardeşi Chicago’da çılgın gibi mücadele ediyorlardı. Hemingway orada etkilenmiş olsaydı ne Silahlara Veda olacaktı ne de başka bir şey.
Söylediğiniz gibi çoğunu tek tek biliyoruz ama salgının bu kadar çok bunların içinde, bazen arka bazen ön planında olduğunu bilmiyoruz. Açıkçası benim de yoktu. Bunların çoğunu yol üstünde öğrendim.
Düz bir tarih anlatısında olayların bu boyutunu görmek zorlaşıyor. Bunları bilmek bize düşüncede objektiflik de katıyor sanırım?
Evet ancak sadece bu faktör de değil; belki o gün saat 6’yı 10 geçe yaşanan bir olay da etkilemiş olabilir olayları. Yani o kadar çok faktör var ki. Benim anladığım şu; İspanyol gribi Osmanlı’nın da kaderini değiştiren bir şey. Sağ bıraktıklarıyla ya da bırakmadıklarıyla… Aynı zamanda mütareke sırasında işgalcileri de bitap düşürerek, onları endişeye sevk ederek aslında İstiklal Savaşı’na da arka planda yardımcı olmuş bir faktör, tıpkı Rus Devrimi’nde olduğu gibi.
Kesinlikle. Rusya’da devrimin de İstiklal Savaşı’na ciddi bir etkisi var.
Evet ama Çanakkale’nin geçilememesinin de Rusya’da devrimi kolaylaştırıcı bir etkisi var. İngiliz, Fransız yardımı gidemiyor oraya.
Böyle konuşulduğunda bir tarih kitabı gibi duruyor ancak okurken verdiği his öyküye daha yakın. Hatta Stefan Zweig’in İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar kitabına benzer bir tat bırakıyor okurda.
Çok teşekkür ederim, oralarda değilim ben ama yine de bunu hissettirebildiysem ne güzel.
Çünkü böyle bir tarih anlatısı okuma fırsatı çıkmıyor çoğunlukla karşımıza. Diğer yandan daha akademik bir dil, bir noktadan sonra hem sıkıcı olabiliyor hem de okuru etkilemekten uzaklaşıyor.
Şu anda aktif gazetecilik yapmasam da nihayetinde ben bir gazeteciyim. 40 yıl oldu gazetecilikte. Gazete yönettim, servisler yönettim… Arkadaşlarımdan nasıl bakmalarını istediysem kendim de öyle baktım. Hep böyle bakarım zaten, kim kiminle bağlatılı, arka planında ne var diye. Bu sefer hiç alışık olmadığım bir alandı yalnız, tıp tarihi, salgın tarihi ama sadece onları anlatmak istemedim. İspanyol gribini benden çok daha iyi anlatanlar var ama bu yöntemle anlatan pek yok. Ben biraz dolaşmak, okuru dolaştırmak istedim, savrulmak istedim. Ana fikir derseniz, insanlığın ortak kaderine dair bir şey bu. Hem kaderine hem kederine dair. Dolayısıyla virüs arka planında nasıl enternasyonal ise insan da ancak enternasyonalist olarak bununla mücadele edebilir. Görünmeyen ama dünyaya ve hayatımıza içkin olan virüsler… Bu bitecek belki bir gün ama sonra bir başkası gelecek. Mücadele biçimleri, önlemler, bundan sonra nasıl bir yaşam tarzı uygulanacak, kim kiminle dayanışma içinde olacak? Bütün bunlar önemli… Şu an aşı için büyük bir kapışma var dünyada ama belki o aşı çoktan geçersiz bile oldu. Bunu bile bilmiyoruz.
Geçtiğimiz günlerde Danimarka’da vizonlarda mutasyona uğramış bir tür ortaya çıktığı için 17 milyon vizonun katledileceği duyuruldu. Bu çok ciddi bir rakam…
Buradan öğreniyoruz ki, Danimarka’da katledilmeye hazır 17 milyon vizon varmış. Virüsler insanın yerleşik düzeni evcil ve bazı yabanıl hayvanlarla ilişki biçimleriyle ilgili. Aynı zamanda ormanların yok edilmesi, vahşi hayvanlarla yakınlaşma… Bir de onları yiyen veyahut sunan insanlar var.
Virüslerin ne kadar hızlı yayıldığını şu anda tahayyül edebiliyoruz. Uçaklar vızır vızır gittiler, aldılar koronayı, yaydılar. Uçak yokken? Gemiler denizden gelen bir bakteriyi, kolerayı taşıdırlar. Ondan önce peki, veba… Her dönemin kendi küreselleşme biçimleri var ve onlar virüsleri bakterileri bulup, oradan oraya yayabiliyorlar.
Amerika’nın “keşfedilmesinde, medenileştirilmesinde” diyelim, salgınların herhalde insandan daha büyük bir etkisi var. Bir silahtan daha fazla etkisi oldu sanırım.
Orada salgınlar işgalcilerin silahı gibi. Çünkü işgalciler o bağışıklıkla geliyor ama yerliler bağışık değil. Düşünsenize o tarihi bile bize keşif diye anlatıyorlar. Bir takım insanların olduğu ve bir takım medeniyetlerin ortaya çıktığı ve bir gün o insanların katledildiği bir tarihi nasıl keşifle açıklayabilirsiniz ki? Bu bir yayılma, gasp biçimi.
Kendinden farklı olanı öteki görmek herhalde insanların değişmeyen hastalığı.
O anlamda virüs daha eşitlikçi denebilir.
Bir kitabı okumak için sınıflandırmak gerekmiyor ancak henüz okumayanlar, kararsızlar için soruyorum; Senin Adın Corona Olsun ne okumak isteyenlerin keyif alacağı bir kitap?
Kitabın üstünde koronayı görenler tıp kitabı olduğunu düşünebilir ama aslında bir macera kitabı. Kitabın alt başlığında salgın lafı mecburen geçmeliydi çünkü onu anlatıyoruz. Ama buna rağmen macera kitabı. İçinde Agatha Christie’nin zehirleri nerede öğrendiği de var, 21 Sovyet casusunun geçtiği bir binada oturduğu da var. Bütün bunlar bir macera kitabı sıfatına uygun. Büyük kızım şöyle dedi; “Senin kitabın spekülatif nan-fiction sınıfına yaklaşıyor. Ben spekülasyon yapmıyorum ama o bağlantıları koymak da bir nevi spekülasyon.
Mustafa Kemal’in Karlsbad’ta anılarının yer aldığı kitabı var. O kitap hala bulunabiliyor ama o kitapta Karl Marx ve Freud’un da Karlsbad’tan geçtiği yok. Dolayısıyla tarihte üç önemli şahsiyet biri buradaki devrimin, biri dünyadaki bütün devrim ilhamlarının biri de insanın bilinç altına dair bir devrimin üç önemli şahsiyeti aynı kaplıca yerinden otuz yıl arayla geçiyorlar. 30-33 yıl arayla. Hepsinin oradan mektupları var, yazdıkları şeyler, tuttukları günlükler var. Bu kitap bu yüzden farklı… Yani Karlsbad’a gittiğimde ben, macera olarak bu üçüyle de karşılaşıyorum yetmiyor, alan Alain Resnais’in Marienbad’ta geçen filmlerine de gidiyoruz. Görmüşsünüzdür, çok sayıda film var kitapta, o filmlere girip çıkıyor maceralar. Çok sayıda kitap, sanatçı, yazar, ressam, futbolcu var. Dolayısıyla sadece tıp tarihi değil, insanlığın maceralarına dair bir kitap.
İsim noktasında doğrudan tıp kitabı değilse bile, sadece koronaya dair bir kitapmış düşüncesi oluşabiliyor ama okuduğunuzda görüyorsunuz öyle olmadığını. Zaten bunca şahsiyeti, olayı bir araya getirmek, bağlantı kurmak kısa sürede yapılabilecek bir şey değil.
Kitabın ekseni korona. Salgın olmasa belki böyle bir kitap da olmazdı. Artık köşe yazmadığım için sosyal medyada kendi çektiğim fotoğrafları paylaşmaya başladım. Her gün için kendi çektiğim bir fotoğraf buluyordum ve korona bir insanın hikayesinden yola çıkıp tarihte yolculuk yapıyordum. Onlar beğenildi, takipçileri oluştu ve ardından pek çok insandan kitap fikri gelmeye başladı. Sonra bende de oluştu o. Kitaba Fahri Aral öncülük etti. O zaman oturdum, genişlettim, üstüne çalıştım. Tabii ki arka planı korona ama sırf korona da değil.
Kitabın adı en son öyküden geliyor. June Almeida çok önemli biri. Aslında lise mezunu ama mikroskoplarla öyle bir ilişki kuruyor ki bir laboratuvarda, sonra doktor oluyor. Kimse onun baktığı gibi bakmıyor. Gazetecilikte de öyledir; herkes eline fotoğraf makinesini alabilir ama önemli olan nasıl bakacağını bilmektir. O da öyle bakıyor mikroskoba. Dünya çapında bir virüs-bakteri avcısı oluyor. 1960’larda, artık neredeyse emeklilik dönemine geldiğinde, yeni bir virüs için çağırıyorlar onu ve önemli bir doktorla araştırmalar yürütüyor. Mikroskobuyla baktığında taç şeklini görüyor ve ‘Biz buna korona diyelim’ diyor. Kitabın adı da oradan geliyor.
Son zamanlarda Türkiye çok iyi anılmayan bir ülkeyken, bugün iki Türk Almanya’da yüzde 90-95 başarılı bir aşı buldu. Birinin babası İskenderunlu, İstanbul’da bir doktor, diğeri ise Ford’da çalışan bir göçmen işçi çocuğu. Demek istediğim enternasyonal bir şey. Onların aldıkları bir viraj, bir kırılma anı var. Zaten müthiş bir laboratuvarları var ama esasen kanser üstüne çalışıyorlar. Sonra ne yapıyor Uğur Şahin? The Lancet’da Wuhan ile ilgili bir makale görüyor ve o gün başlıyor çalışmaya. Ekibin bir bölümü koronavirüsle ilgili çalışmaya başlıyor. O sıralar henüz ne Avrupa’da ne de Türkiye’de korona var. Aynı Maurice Hilleman gibi. Amerikalı, bir tavuk çiftliğinde yetişen, babası kaçmışi annesi ve ablaları İspanyol gribinde ölen, bütün hayali kasabanın mağazasında müdürlük olan ama sonra abisinin çabasıyla gidip Chicago’da tıp okuyan, bakteriyolog olan ve 1957’de bir gazetede Hong Kong’da griple ilgili bir haberi okuduğunda bunun küresel bir salgına dönüşeceği düşüncesiyle hemen aşı çalışmasına başlayan Maurice Hilleman. Bu insanların tutkuları aynı. O Amerikalının aşısı bütün dünyaya dağıldı. Bugün de iki Türk’ün yaptığı aşı bütün dünyaya dağılacak. Bu kitap bunların hikayesini anlatıyor aslında.
Kitapta oradan oraya koşuyoruz, casuslar da geçiyor arada, savaşlar, devrimler, karşı devrimler de. Mussolini’nin kol kaldırdığını biliyoruz ama güç bela atlattığı İspanyol gribi nedeniyle söylediği şu sözü bilmiyoruz; “Bu el sıkışma sadece bir selamlaşma değil, aynı zamanda burjuvazinin bütün pisliğini, bütün salgın saçıcı özelliklerini de veren, insanları hasta eden bir şeydir. O yüzden el sıkışmıyoruz, böyle selamlaşıyoruz.” Aynı zamanda Mussolini’nin birlikte çalıştığı ve ölüme gönderdiği Antonio Gramsci’nin karısına İspanyol gribini anlatışı var kitapta, müthiş mesela.
Söylediğiniz gibi karakterleri bilsek bile, detaylara pek hakim sayılmayız. Burada daha bir öne çıkıyor.
Bu kitap gerçek karakterlerle yazılmış bir macera kitabı. Karakterlerin o günlerde farkında olmadıkları bağlantıları ile yürüyen bir şey. Dikkat ettiyseniz bir karakter biraz sonra da karşımıza çıkıyor. Bir sürü ilişki, bağlantı, rastlantı var. Mesela Besim Ömer New York’a Kızılhaç toplantısına giderken Titanic’i kaçırıyor ve başka bir gemiyle gidiyor, düşünebiliyor musunuz? Döndüğünde ise Kızılay’ın çehresi değişiyor. Kadınları hemşireliğe sevk ediyor. Kafası açık, vizyonu müthiş…
Otomatik Portakal’ın yazarı Anthony Burgess’in küçük bir çocukken annesi ve ablası İspanyol gribinden ölüyor. Sonra komşusu geliyor ve onu sütle besliyor. Halk sağlığını düşünen bir doktorun yarattığı bir sistemin getirdiği süt sayesinde Anthony Burgess yaşıyor ama onu besleyen kadın da İspanyol gribinden ölüyor. Bütün bunlarda birbiriyle bağlantıyı görüyoruz. O yüzden tekrar biraz önceki sorunuza gelirsek, bu gerçekten bir macera kitabı.
Peki birçok ismi, olayı birbiriyle bağlama süreci nasıl işledi?
Çok genç yaşlarımda Türkiye’nin önemli gazetelerinden Milliyet’i yönettim. Ondan önce servis şefiydim, yazı işleri müdürüydüm. Daha da önce üniversite hep çalışıyordum, sendikada eğitim yapıyordum. Okulda derslere giremediğim için mecburen araştırma yaparak not alıyordum. Dolayısıyla hep bir arka plan var. Bir gün oturup böyle bir yöntem buldum demiyorsunuz. Bütün gazeteciliğim süresinde anlayışım hep şuydu; şunu sordun mu, şuraya baktın mı, şu kapıya da baktın mı, ya karşıdaki ev görmüşse oraya da bir soralım… Daha sonra üniversitelerde araştırmacı gazetecilik dersleri verdim. Yurt dışından aldığım kriminal kitaplarını kullandım, insanlar nerelerde iz bırakır diye. Bahsettiğim yıllar bugünkü gibi değil. Şimdi insanlar her yerde iz bırakıyor. Dolayısıyla buradaki yöntem bu, insanların peşine düşüyorum ben.
Dark dizisini seyrediyorum mesela, dizinin başında Albert Einstein’in bir sözü var. Tamam da bunu kime söylemiş? Bir konferansta mı, hangi bağlamda? Bunu merak ediyorum. Bakıyorum ki, bir arkadaşının ölümü üstüne söylediği ve kendi ölümünden 33 gün önce söylediği bir şey. Peki Einstein daha önce ölebilir miydi sorusunu soruyorum, evet. Almanya’da kalıp toplama kampında ölebilirdi veyahut cok ciddi hastalıkları var ve bir doktor onu ameliyat etmeseydi ölebilirdi. O doktor ona 7 yıl ömür kazandırıyor. Peki o doktor kim diye soruyorum bu sefer. O doktor Einstein’in Mustafa Kemal ve İnönü’den ricacı olarak, 1933 üniversite reformuna denk düşecek biçimde Almanya’dan gelen onca bilim insanından biri. Orada ölümden kurtuluyor, burada yaşıyor sonra yaptığı ameliyatla Einstein’i bir kez daha ölümden kurtarıyor. Şimdi bakın bir sözden çıktık, nerelere geldik. Yöntemim buydu, merak etmek ve soru sormak. Daha uzun yazmak istesem daha uzun bağlantılar da çıkardı ama bir ölçü tutturmak istedim her bir hikaye için.
Sosyal medyada görüdüğüm kadarıyla korona sürecinde özellikle gençler, tarihin en kötü dönemine denk geldiğini düşünüyor. Tarihçiler ise İspanyol gribi salgınının yaşandığı yılların çok daha kötü bir dönem olduğunu ifade ediyor. İki dönemi araştırmış biri olarak sizce hangi dönem daha kötü?
Bugün ne oluyor? Tamam bombalamalar, küresel bazı gerilimler ama gördüğümüz en büyük değişim nedir? Aşının bulunması ve Donald Trump’ın seçimi kaybetmesi. Bundan daha önemli bir siyasi değişim var mı?
Yok.
Ne Türkiye’de ne de dünyada. Daha otoriter olanlar var, umut besleyenler var… Bir de o döneme bakın, savaş var, milyonlarca insan ölüyor. Antibiyotik yok ama gaz kullanılıyor. Antibiyotiği bulamamış insanoğlu gazı bulmuş ve birbirini gazla zehirliyor Fransa cephesinde. Sovyet devrimi oluyor, Hindistan’da olanlar, İrlanda ayaklanıyor.
İki dünya savaşı var zaten.
İmparatorluklar parçalanıyor, imparatorlar gidiyor. Osmanlı parçalanıyor, yeni devletler kuruluyor, yeni sömürgeler çıkıyor ortaya. İstiklal Savaşı var. Bunlar 1920’ye kadar olanlar, sonrasını anlatmıyorum daha. Ve Bütün bunlar televizyonsuz, internetsiz, anormal uçak seyahatlerimiz olmadan, bu sosyal medyamız falan olmadan cereyan ediyor. 50 ya da 100 milyon ölüden bahsediliyor. Bugün bazı ülkeler saklıyor olabilirler rakamları ama sonuçta en küçük birimine kadar ifade edilen rakamlar var. Peki İspanyol gribi sırasında kim kimi sayacak? Genç çocuk cephede ölüyor, yanındaki İspanyol gribinden… Cepheyle alakası olmayan insanlar da salgından ölüyor. Anormal bir dönem. Arkasından faşizm geliyor, bitmiyor nazizm geliyor.
İspanyol gribi adı nereden geliyor artık herkes öğrendi sanıyorum. İspanya’da nasın hür, kral var ama demokratik bir ülke. Diğer ülkeler savaş halinde olduğu için haberleri sansürlüyorlar. O yüzden gribin adı İspanyol kalıyor. Sonra İspanya’da öyle bir girdaba giriyor ki, önce iç savaş, ardından diktatörlük ve faşizme doğru gidiyor.
Dünya sadece Avrupa’dan ibaret değil. Hindistan’da 18 milyon insan ölüyor, Gandhi zor kurtuluyor İspanyol gribinden. Hintliler bakıyorlar, İngilizler onları İspanyol gribinde katledilmeye terk etmiş. Bir de ciddi bir katliam oluyor ve Gandhi ile arkadaşları bağımsızlık mücadelesi için karar veriyorlar. Peki kim bu arkadaşlardan biri, 1912’de Çanakkale ve Kadırga’da deprem sırasında gelmiş Muhtar Ensari. Muhtar Ensari İngiltere’nin ilk müslüman Hintli doktoru.
Yine Meksika’da İspanyol gribinden anormal ölümler var, aynı anda devrim de var. Sayamıyorlar kim devrim ateşiyle, kim gece ateşlenip öldü. Karşılaştırmak mümkün değil. Hangisi sorusu üstüne düşünmek bile mümkün değil.
Ama insan kendi gördüğü kadarıyla yaşıyor, buna da hak veriyorum. Yaşamadığımız bir dönemin etkisini görüp şükretmek zorunda değiliz. Yine de iki dönem tarihi olarak karşılaştırılmaz bile.
Tabii ki bu dönem de ağır bir dönem. Okulundan yoksun kalan, etrafındaki insanları kaybeden bir çocuğa “Dert etme, İspanyol gribi daha da kötüydü” diyemezsiniz. O çocuk, bugünün kötülüğünü, bugünün travmasını, bugünün acısını ve bugünden sonraki geleceğin endişesini yaşar. O yüzden karşılaştırmak bazı açılardan anlamlı ama tek tek bireylerin yaşadıkları açısından çok anlamlı değil.
Kitapta yer alan olaylardan sizi en çok etkileyen, en etkileyici gelen hangisi?
Hepsi benim çocuğum demeyeyim ama hepsi elimde bu hale geldi. O Yüzden çok da ayrım yapamayacağım ama bana bugün insanlar nasıl aşı umuduna kapıldıysa, Hilleman’ınki mesela çok etkileyici geldi. Aynı şekilde burada da İstiklal Savaşı’ndan önce kendi üzerinde aşı deneyenler var. Cumhuriyet 300 tane doktorla yola çıkıyor, bunlardan 15’i falan meclise giriyor. Bunların hepsi bana ilginç geldi.
Kitapta Josephine Baker’ın hikayesini anlatıyorum. Baker’ı bilen ünlü dansçı, şarkıcı olarak biliyor ama ben şunu merak ettim; çok basit bir soru sordum. Josephine Baker’ın adı gerçekten Josephine Baker değil, o 14 yaşında evlenince Baker soyadını alıyor ama aynı zamanda Josephine Baker adında başka birisinin başına ne gelmiştir? Ünlü olan Josephine Baker Saint Louis’te ırkçı bir saldırıdan kurtuluyor. Bir başka Josephine Baker ise New York’ta çocuk sağlığından sorumlu doktor ve bütün çocukların -bugünkünün düşünülenlerin tersine- okula götürülmesini istiyor ve bu konuda valiyi, yönetimi ikna ediyor. Çocukların bir çoğu yoksul, evlerinde kimse onlarla ilgilenemeyecek ama o diyor ki, ‘Biz çocukları ancak okulda koruyabiliriz’. Çünkü okula geldiklerinde öğretmenleri temel bazı şeyleri öğretecek; ateş ölçme, öksürüğe bakma… Bu çocukları günün önemli bir kısmında koruruz aynı zamanda ellerine vereceğimiz brösürleri götürüp ailelerine okurlar ve aileleri de bilgilendirirler. O Josephine Baker’ın çabasıyla New York’ta ölümler çok az oluyor, hele çocuk ölümleri çok çok az oluyor. Bir başka Josephine Baker yine aynı günlerde o ise İspanyol gribinden 27 yaşında ölüyor.
Üçüncü Josephine Baker’ımız ise Türkiye’ye, Fransız direniş hareketine uzanan müthiş bir macera ve şöhretin bir parçası oluyor. O Amerikalı siyahi kız Fransız direnişinde Kuzey Afrika’da bir kadın birliğinde subay oluyor. Komutanı da bir kadın. O kadın kim diye baktığımda mütarekeye geliyoruz, İstanbul’daki işgal komutanının kızı. Komutanın Rus eşinden olan kızı. Daha sonra Fransız vatandaşlığına geçmiş ve Fransız birliğinde subay olarak kadın birliğinin komutanı olmuş.
Daha önce de bahsetmiştik, salgın insanın zihninde başlıyor. Son dönemde hem Türkiye’de hem de başka pek çok ülkede ırkçılık yükselişte. Popülist söylemlerle büyüyor. Mülteci karşıtı söylemler, etnik söylemler… Buna en büyük salgın diyebilir miyiz?
Bu da virüsler gibi süregelen bir hikaye ve yüzyıllar geçiyor ama bitmiyor. Kitapta ırkçılığın seyrine dair de çok şey var. Amerika ve Avrupa’dan bir kısım hikayeler var. Salgın zamanları gibi görülemeyen bir düşmanla mücadele içindeyken bile insanlar ve devletler görülebilir hedefler göstermeye koşuyorlar. Görülebilir hedeflerin en kolayı da etnik, milli, tarihi nefretler. Dolayısıyla eski düşmanlarınız arşivden çıkıyor yahut ülke içinde yeni, size yabancı olan ötekiler düşman haline geliyor.
Bu salgın sırasında öyle garip şeyler oldu ki; Çinliler aşağılandı Amerika’da ama Çin’de de siyahlar aşağılandı. İtalya’da bazı okullardan Çinli öğrenciler kovuldu. Fransızlar birçok yabancıyı aşağılarken, şu an Fransa’da çok sayıda kaçak durumda olan ama ön saflarda doktor yahut kurye olarak hizmet eden bazı kaçaklara vatandaşlık verilmesi söz konusu şimdi. Ama sıradan bir takım popülist sağcı Fransızlar, ki bunlar beşte biri falandır seçmenin, yine yabancılara düşman oldu. Almanya sınırındaki Fransız bölgeleri çok yoğun korona salgınına uğramıştı ilk dalgada. Buradaki Fransızlar sabah Almanya’ya çalışmaya gidiyor, akşam evlerine dönüyordu. Orada Almanlar onlara tükürdü mesela. Bangladeşlilerin çoğu herhalde İngiltere’de aşağılandı ama Bangladeş’te de aşağılanacak azınlık buldu aynı halk. Biz kendimizden de görmüyor muyuz ? Avrupa’da bize kötü davranılmasından yakınıp, burada herkese kötü davranmayı kendimize hak görebiliyoruz. Sırf bize dair bir şey değil bu hikaye, başka ülkelerde de oluyor. Siyahlar ırkçılığa maruz kalıyor. Peki Ruanda’da Hutular ile Tutsiler birbirini katlederken ikisi de siyah değil miydi? Dolayısıyla mesele ırkın altına da giriyor.
Tabii ki iyi şeyler de var; daha iyisini arayan halklar, otoriter yönetimlere karşı demokratik yolları arayanlar… Hepimiz bir otoriterliğe tabiiyiz şu anda. Sokağa çık-çıkma, 65 yaş kısıtlamaları… Yani en dikkatlilerimiz otoriteye en çok uyanlar. Doğrusunu yaparak ama bir otoriteye uyuyorsun sonuçta.
Bu kitaba tekrar dönersek, kitabın ana fikri budur; insanlığın başındaki dert nasıl bu kadar küresel, bu kadar enternasyonel, bu kadar ortak olabiliyorsa bununla mücadele, bu kederi ve kaderi değiştirebilme yolları da ortak olabilir. İşte İskenderunlu Türk, Alman laboratuvarı, Amerikalı ilaç şirketi ve bunları gururla veren Fransız, İngiliz yahut Rus televizyonları… Burada istediğiniz kadar sınırı kapatın, bununla mücadelenin yolu sınır ötesi bir şeydir.
Dünya Sağlık Örgütü gibi Trump’ın çok aşağıladığı kurumların belki de bir takım reformlardan geçerek yeniden organize olması lazım. İnsan tabiatla ilişkisine dair küresel kuralların daha sıkı, ciddi olması lazım ki, bu dönemde bir çoğu terk edildi. Çünkü işletmeler zor durumda diye onların üstündeki çevre yükü kaldırıldı birçok ülkede.
İş sorunu var. İnsanlara sadece evinde kal demekle olmuyor. Evinden çıkıp ekmek getirmek zorunda. O minibüse, otobüse, metroya binmek zorunda. Herkesin kalacağı evler de evhen evler değil. Çok evsizin bir çok işsizin olduğu bir dünyada çok standart öğütler de veremiyorsunuz.
Evler demişken, herkesin yaşam alanı eşit değil ama yakınma noktasına gelindiğinde sanki tüm koşullar eşitmiş gibi davranılıyor.
Bir de yakınmasını duyurma imkanına sahip olanlar ile yakınmasını duyuramayan yahut yakınmaktan önce başka endişeleri olan insanlar da var. Virüste öyle eşitlikçi gibi görünüyor ama bakmayın, istatistikler yapıldığında Amerika’da çok net bir biçimde siyahlar ve Kızılderililerde ölüm oranı daha yüksek. Sırf yaşlılar meselesi değil. Ama Fransa’da, Fransa’nın en pahalı huzurevinden de 35 ölü çıktı. Aylığı 35-4 bin euro olan huzurevinden de 35-40 ölü çıktı. Picasso’nun falan yaşadığı o muhteşem köyde. Böyle şeyler de var ama yoksulluk kalabalık, çalışma zorunluluğu, toplu taşıma… Bütün bunlara maruz kalanlar da genellikle yoksullar oluyor veyahut toplumun daha mütevazi kesimleri.
Sosyal medyada salgınla ilgili birçok komplo teorisi okuyoruz. Kimi mantığa yakın olsa da deli saçması şeyler de okuyoruz. Bu tarihte de böyle mi? İnsanlar kırılma anlarında başka şeylere mi sarılıyor?
Biliyorsunuz, biz pandemi dışı tarihimizin önemli bir kısmını da bu şekilde izah ederiz ve kaç kuşağın hayatı bu tür şeylerle geçmiştir. Bu yüzden alınan bir takım tedbirler meşrulaştırılmıştır. Kaç kuşağın da canına okumuştur, sırf bizde değil başka yerlerde de. Bir şeyi sebep haline getirmeniz o kadar kolay ki başka bir neticelerde kullanmak için. Bugün de olan bitenlerin önemli bir kısmını bu şekilde açıklamak mümkün.
Kitabı bir tarafa bırakıyorum. Medyada yer almama kararı verdiniz. O sürece biraz değinme şansınız var? Neden böyle bir karar aldınız? Yoruldunuz ve dinlenmek mi istediniz yoksa içinde bulunduğumuz durumdan mı kaynaklı?
Bir çok sebebi var. Her zaman olayım, bir ses vereyim, bir şey beyan edeyim diye düşünmüyorum. Bazı şartları olumsuz gördüm. Biraz daha başka türlü bakmak, başka şeyler yapmak istedim. Bir sene yurt dışında çalıştım, iyi de geldi. Bu yaşta bile daha değişik bakış açıları kazanıyorsunuz. Ama artık 40 yılım doldu, o da kafi. Bazıları her an bir şey söylemek istiyor, ben tam öyle biri değilim. Tweet atayım, benim sözüm olsun, 3 kişi alkışlasın, 10 kişi bilmem ne desin, bir etkisi olsun… Saygı duyuyorum, o bir etkileme biçimi, bazen olma, bazen anlatma biçimi ama ben öyle değişim. 40 yıl, öğrenciliğimi de katarsam 45 yıl hep bir şeyleri anlamak, anlatmak, mücadele etmek, doğrusunu bulup yapabilme çabasıyla geçti.
Şimdi başka şeyler üretiyorum, belgeseller hazırlıyorum. Yazdığım köşe yazılarında hep insan hikayeleri vardı, sadece burada yazmadım hikayeleri. Senelerce öldürülen çocukları, çocuğunun kemiklerini arayan anne babaları, süt sağarken dereye yuvarlanan kız çocuklarını, kaytarmasınlar diye fabrikaya kilitlenen ve yanarak ölen kadın işçileri, uyduruk iskelelerden denize düşen yahut filikayı denemek için içine doldurulup denize atılan tersane işçilerini yazdım. O kadar popüler olmasa da benim yaptığım şeyler bu insanların hayatlarına dairdi, onların hikayeleriydi. Öyle bir takım gönül bağlarım yahut dostluklarım yoktu, sadece kişisel bir güven ilişkisi vardı. O insanların bir bölümü hala arar, sorar. Hep mağdurları ve acı çekenleri yazmaya çalıştım.
Bazen kendi isteğimizle bazen zorlu evde kaldığımız bir yıl oldu. Bu süreci, son bir yılınızı nasıl geçiriyorsunuz?
Nebil Özgentürk ile birkaç belgesel metni yaptık. Metinleri ben yazdım, onlar belgeselleri yapıyor. Pandemi öncesinde bir tane Bodrum belgeseli yapmıştık. Pandemi sürecinde kitap haline getirmek için metni uzattım, o da kitap haline geldi. Lokal, yerel yönetime dönük, güzel bir İstiklal Savaşı Bodrum paralel tarihi oluştu.
Pandemiden önce beni bu anlattıklarıma yatkın hale getiren bir belgesel çalışması vardı. Türk Radyasyon Onkolojisi Derneği için Türkiye’de Radyasyon Onkolojisi Tarihi belgeseli hazırlıyorduk. O ara tıp tarihinin içine girmiştim. Pandemi başladığında onu da bitirdim. Hatta pandemi ile birlikte içinde bir takım güncellemeler de yaptım. Bu kitabı hazırladım. Şimdi kafamda başka şeyler daha var, belki onları yaparım, bilmiyorum.
Bir arkadaşımın vefat haberini aldım. Çevremizde birçok insan kaybı oluyor ve onların üzüntüleri… Çocuklar uzakta, onlar için endişeler, başka insanlar için endişeler… Kendimizi koruma çabası… Evde kalma ile bir zorum yok, eşimle birlikte evde kalıyoruz zaten.
Her gün çalışmak zorundaysanız, fabrikaya gitmek, taşıtlara binmek zorundaysanız, aksi halde eve bir şey getiremeyecekseniz… Otorite sadece devlet otoritesi değil, iş yeri otoritesi diye bir şey de var insanların üstünde, onun altında eziliyorsanız, orada ben tartışmam, utanırım onları tartışmaya.E lbette o insanların da kendilerini, çocuklarını korumak için bir şeyler yapması lazım ama niye evde kalmadın diye hesap soramam.
Kendi pozisyonumuzun üstünden başkalarını yargılamak çok zor ama bu pandemilerin de müthiş ortak hikayesi şu; ne kadar çok temas edersen o kadar çok bulaştırıyorsun. Basit de bir matematiği var, pandeminin durması için bir insanın bir insandan azına bulaştırması lazım. Bir eşittir birden küçük olması lazım. Eğer bir insan bir insandan fazlasına bulaştırıyorsanız pandemi orada durmuyor.
Şu an doktorlardan duyabildiğim kadarıyla hiç de iyi bir yerde değiliz. Avrupa, Fransa, İngiltere, Amerika’da değil. Zaten en çarpıcı olan da bu; en hazırlıklı göründüğünü zannettiğiniz, teknoloji, sağlık, refah, kişi başına düşen gelirin en fazla olduğunu düşündüğünüz, en güvenli zannedebileceğiniz ülkelerin bu kadar kağıttan kaplan çıkması. İnsanlar açısından sadece yoksullukla açıklanamayacak bir şey bu. Bu ülkelerde en çok yoksulları ölüyor ama temelden bakıldığında hastane sistemi çöktüğünde yoğun bakımlar yetmediğinde orada meselenin sadece yoksulluk değil, devletin insanlara dair projelerinin ne kadar yetersiz olduğunu, servet, birikim silah güç emperyalizm eski sömürgecilik neyse bunlarla anlattığınız bir sürü hikayenin arkasında kof bir insan değeri olduğunu görüyorsunuz. Çarpıcı olan buydu. Buna rağmen çare de oralarda bulunacak, aşı da oralarda bulunacak. Aşılar oralarda üretilecek, o aşılar borsaları yükseltecek. Yine her şey orada olup bitecek.
Ancak orada şu var; merhametsizliğin bir sınırı var. Toplumlardaki bu yıkım, zengin ülkelerdeki yıkımın da şiddetli olması merhametsizliği azaltıyor. Eskiden hiç kimse ilgilenmiyordu. AIDS’i bir cinsel hastalık zannettirdiler ancak AIDS bulaşıcı bir hastalıktı ve en şiddetli olduğu yer de zengin ülkelerin bir bölümü değil, Afrika’nın yoksul çocuklarıydı. Ve o ilaç şirketleri patentlerle o çocuklara ucuz ilaç gitmesini engellediler. Bunlar bizi ilgilendirmedi çünkü onları görmüyorduk, tanıdıklarımız yoktu aralarında. Sadece Çin’de kalsa bunu da umursamayacaktık. Ebola çıktığında Batı Afrika’da olup biten bizi ilgilendirmedi. Ama şimdi ilgilendiriyor. Şimdi bütün dünyayı ilgilendirdiği için merhametsizlik, acımasızlık, arsızlık da bence bir sınırda duracak. O yüzden bu aşı, bu konudaki ilaçlar, bu durumdaki kitleye çok daha makul bedellerle ulaşacak diye düşünüyorum.
Son olarak okurlarınıza bir mesajınız var mı?
Umarım severler. Hikayeleri atlayarak okuyabilirler. Tanıdıklarına rastladıklarında durabilirler, altını çizebilirler, sayfasını alıp kenara koyabilirler… Yani bu bir roman değil, tam bir tarih kitabı da değil. Farklı bir yöntemle yazılan, aslında çabuk da okunabilen ama bazen yorabilen bir kitap. O anki halinize göre. Ama eminim ki çok sayıda insanla tanışacaklar ve bir çoğuyla tanıştıkları için mutlu olacaklar. Bir çoğunu da o şekilde tanımaktan keyif alacaklar. Bazen kızacaklar, bazen daha iyi tarafından görecekler hayatı. Ama bu kitabın içinde umut var, çünkü mücadele eden insanlar var.